Ahmet Uluçay’ı ilk görüşümü çok iyi anımsıyorum, unutulacak gibi değil zaten: Zaman doksanlı yılların ortaları. Siyaset Meydanı’nın önemsendiği, en azından ihmal edilemediği dönem. Ali Kırca atv’de Türk sinemasının ağır toplarını toplamış, Türk sinemasının nasıl kurtulacağını tartıştırıyor. Tartışmanın kavgaya dönüşme olasılığının belirdiği gergin bir anda, sanırım ortamı biraz yumuşatmak için, kenar köşede oturan, mahcup tavırlı ve eskilerin deyimiyle dışarlıklı olduğu pek belli birine mikrofon uzatıldı. O adam, Ahmet Uluçay’dı.
Uluçay, bu filmde anlattıklarını o gün de anlatmıştı. Film çekemedikleri için sinirlenen ve birbirlerine bağırıp duran meydan katılımcıları önce şaşaladılar, sonra itiraz ettiler: Bir köylünün kişisel deneyiminin sinema yapımıyla ne ilgisi vardı? Hatta, Yusuf Kurçenli yumuşak üslubuyla gizlediği sertlikte bir konuşma yapmış, Ahmet Uluçay’ın bu tartışma içindeki sunumunu pornografik bir eylem, bir insanın kötü anlamda sergilenmesi olarak nitelemişti.
Uluçay’a pornografi nesnesi olarak kullanılmış bir adam olarak bakıp acımak mı, yoksa, kendi yapım koşullarını kendisi oluşturup filmini inşa edebilen bir adam olarak bakıp saygı duymak mı? Karar verememiş ve adı belleğime kazımıştım.
Bugün izlediğim film, Uluçay’ın o gün anlattıklarının hemen hemen aynısı: O çocukluğundan beri yaşadığı rüyayı gerçekleştiren, aşkına kavuşan bir mecnun. Filmini yapmış bir adam o. “Bir kişi bile bir şey dese ölürüm,” demesine bakmamalı hiç. Fitzcarraldo’nun dağlardan gemi aşıran inancı, kendini adamışlığı var Uluçay’da. Zaten, bu filmi kafasında defalarca çektiğini söylemiyor mu?
Bu denli hazırlanılmış, üzerinde düşünülmüş bir filmin, en azından, kötü olmayacağı bellidir. Uluçay’ın filmin kendi iç işleyiş ritmi üzerine düşündüğü aşikar: Metin neredeyse gülmece denecek bir örgüyle ve epeyce hızlı ritimle başlayıp giderek yavaşlıyor, kendi iç dinamiklerini hiç de acele etmeden sergiliyor, yavaşlayıp nerdeyse melodram havasında sona eriyor. Uluçay, sinemanın bilinen trüklerini ustalıkla ardı ardına dizmeyi beceriyor.
Burada şunu söylemeli: Uluçay, yıllardır beklediği bu filmi kotarırken, kendi filmini inşa ederken bile başkalarını, seyircileri düşünerek film inşa ediyor – seyircinin fikrine nasıl önem verdiği söylediklerinden belli değil mi? İşte burada, hayıflanmıyor değilim: Gece çekimlerindeki tekinsiz atmosferi ya da çocuğun kasabanın dar sokaklarındaki koşuşturmasını görünce, Uluçay’ın çok daha özgün bir dille film inşa edebileceği hissine kapılıyor insan.
Dillere pelesenk olmuş “sinema ucuz bir sanat değildir” şiarına karşı verilebilecek iyi bir örnek, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Andığım şiarın içindeki sanat sözcüğünü göz ardı etmemek gerek. Sinema ucuz değildir ama salt endüstriyel üretim de değildir. Rosselini’nin, Welles’in, yakın örnek olarak bu festivalde filmleri gösterilen Cassavetes ve Herzog’un ne denli ucuza film kotardıklarını unutmayalım. Eğer film çekme aşkı varsa, geriye kalan her soruna çözüm üretmek mümkün.