7 Mart 2010Radikal İki
Irmak Ertuna*
Sene 1985, Amerika’da Ronald Reagan başkanlığında, 1960’ları kasıp kavuran Vatandaşlık Hakları Hareketi’ne bir tepki olarak gelişen muhafazakâr toplumsal politikalar, artık iyice yerleşmiş. Cumhuriyetçi, demokrat ayırt etmeksizin Amerika’nın muhafazakâr, Hıristiyan değerlerine bağlı bir toplum olduğu su götürmez bir gerçek olarak kabul edilmiş. Bir yandan, aynı sene rock tarihi için de önemli. New Jersey’li mavi yakalı bir aileden gelen Bruce Springsteen’in Amerikan Rüyasını eleştirdiği, fakat yıllar sonra kaderin cilvesiyle milliyetçi bir marşa dönüşen Born in the U.S.A.’in yer aldığı aynı adlı albüm billboard listelerinde tırmanışta. Prince’in ve rock tarihinin en önemli albümlerinden kabul edilen Purple Rain ve Madonna’yı bir ikon haline getiren Like a Virgin albümleri de listelerde bir numara.İşte aynı yıl, şimdilerde küresel ısınma karşıtı şövalyeliğe soyunan Al Gore’un aktivist eşi, kızının dinlediği Purple Rain albümünü duyunca dehşete kapılır. Albümdeki Darling Nikki isimli şarkı bir genç kızın mastürbasyon yaptığını açık seçik anlatmaktadır. Önce şaşıran sonra da kızan Tipper Gore, kendisi gibi muhafakar aile yapısını korumaya istekli “Washington Eşleri” diye bilinen bürokrat eşlerini toplayarak müzik endüstrisine savaş açar. Parent Music Resource Center/Ebeveyn Müzik Kaynağı Merkezi isimli ve günümüzde CD’lerin üstünde görmeye alıştığımız Parental Advisory Lyrics/Ebeveyn Uyarılı Sözler yapıştırılmasına karar veren kurul, işte bu sene faaliyete geçer. Bir yanda gettolardan çıkan rap ve hip-hop’un tehditkâr ozanları, diğer yanda da cinselliği fütursuzca dile getiren ikonik şarkıcılar, artık Tipper Etiketi diye bilinen etiketle fişlenir. Tabii müzisyenler bunu kolay kabullenmez. Özellikle Frank Zappa, rock’n’roll’un doğuşundan beri maruz kaldığı bu sansürlemeye karşı çıkar. Ne var ki, muhafazakâr aile yapısı karşı gelinmesi en zor ideolojik yapılardan biri olarak müzisyenlere etiketleme, sinemacılara ise sınıflama sistemiyle sansür uygulatmayı başarır. Bu sınıflama, zaman içinde en etkin sansür yöntemi haline gelir. Mesela Amerikan Sinemacılar Birliği’nin (MPAA) filmlere kapalı kapılar ardında, sözde aileyi temsil eden bireyler tarafından verdiği R, NG-17 gibi notlar, zaten bağımsız yapımların dağıtım şansını büyük ölçüde azaltıyor.
Bizim memlekette
Türkiye’de de aynı tür bir tartışma, ne gariptir ki yine kadın cinselliğine duyulan korku ve öfke sayesinde gündeme gelmeyi başardı. Tıpkı Tipper Gore’u şoke eden Prince şarkısındaki kendini tatmin eden kadın imgesi gibi, yaşlı kocası yerine seksi yakışıklı yeğenini tercih eden genç bir kadın, tüm muhafazakâr aile savaşçılarını dehşete düşürmeyi başardı. Aylardır, devletin aile ve kültürel faaliyetlerle ilgili bürokratlarından Aşk-ı Memnu’nun eleştirisini duyuyoruz. Yıldırım Türker, 14.02.2010 tarihli “Dikkat! Sansür!” başlıklı Radikal İki yazısında, giderek meşrulaşan ve taraf ayırt etmeyen, muhafazakârcı zihniyete haklı olarak dikkat çekiyor. Demokrasi adına AKP’yi korumakta olanları bu muhafazakârcı sansür mekanizmasının ve Türk aile yapısı denilen o ideolojik kalenin artık olağan kabul edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğuna dair uyarıyor.Radikal’de yayımlanmış 28.2.2010 tarihli “TV dizilerine ‘Ebeveyn İzleme Kurulu’ geliyor!” başlıklı tedirgin edici haber, sansürcü muhafazakâr zihniyetin alenen cinselliği kontrol etme amacını gözler önüne seriyor. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, ebeveyn izleme kurulunun gençleri evlenmeye teşvik edici bir evlilik kredisi üzerine çalıştığını belirtmiş. Ahlak bekçilerinin asıl korkusu ne olduğu gayet açık: Evlilik dışı yaşanan cinsellik. Görünen o ki, bu korku çocuk istismarı ya da zorla evlendirme gelenekleri gibi hayati meselelerin çok önünde. Ve asıl korkutucu olan, tüm bu rahatsızlığın kontrol edilemeyen bir kadın cinselliğinden kaynaklanması.
İşin en ironik tarafı, tüm bu tartışmaların adres gösterdiği Aşk-ı Memnu’nun aslında tam da muhafazakâr aile yapısını korumak adına ahlakçı bir tonla yazılmış romandan kurgulanmış olması. Acaba, ebeveyn denetçiler, biraz bekleyip dizinin sonunda arzularına yenik düşen kadının muhtemelen cezasını çekeceğini görseler, fikirleri değişir mi? Elbette hayır. Çünkü asıl korkuyu yaratan kadın arzularının kurgudan gerçek hayata uzanan kısmı.
Diziye asıl ilginin kadınlar tarafından gösterildiği açık. Öpüşme ve sevişme sahnelerinin, bir yandan da Kıvanç Tatlıtuğ’u arzu nesnesine dönüştüren sahnelerin izleyiciyi memnun etmek amacıyla çekildiği aşikâr. Yapımcılar çok hesaplı bir biçimde dizinin başarısını artırma amacıyla, televizyon izleyicisine istediğini veriyor. Dizi çok başarılı bir biçimde ekran başındaki kadınların arzularını maddi kazanç için seferber ediyor. Ekrandaki bir erkek figür, bu sayede cinsel objeye dönüşürken, romanın ahlakçı teması bir anda yok oluyor. Evli bir kadının kontrol edilemeyen arzuları ekranlardan taşıp izleyicilerin arzusuna dönüşürken, cezaların hiçbir önemi kalmıyor. Bir kere toplumsal kontrolü yenmeyi başaran arzular, artık kodlanamaz, sınırlandırılamaz bir halde ekran dışındaki hayalleri süslüyor. Kameranın sihriyle kurgudan gerçek hayata akan kadın arzusu, işte bu yüzden Türk aile yapısının bekçilerini bu kadar tedirgin ediyor. Romanın sonunu da bilsek, ebeveyn kurulunun sansürlerini de duysak, “Cezamı çekmeye hazırım” deyip kendimizi arzunun o sınır tanımaz ve özgürleştirici dalgasına bırakıyoruz.
* Binghamton Üni., Karşılaştırmalı Edebiyat, Doktora