It don't mean a thing if you ain't got that swing!

-
Aa
+
a
a
a

1998 yılında bir sonbahar pazarı öğleden sonrası Chicago Senfoni Orkestrası’nın sürekli konser verdiği Symphony Center’da ünlü orkestra şefi ve dünyanın en saygın piyanistlerinden biri olan Daniel Barenboim oldukça zorlayıcı bir solo resitali yeni bitirmişti. Konser sona ermişti ama, tamamı Liszt’ten oluşan konser programından çok etkilenmiş olan dinleyicilerin evlerine gitmeye hiç niyetleri yoktu.

 

İki Chopin eserini bis olarak seslendiren Barenboim, alkışların bir türlü dinmediğini görünce, yüzünde şakacı bir tebessümle: “Çalmaya devam etmeyi ben de istiyorum. Ama acaba bu sefer farklı bir şey çalsam –mesela caz- itiraz eder misiniz?” diye sordu.

 

İtiraz? Buenos Aires doğumlu bir müzisyen olarak zaman zaman tango ve diğer Güney Amerika müziklerini de yorumlayan Barenboim’u bir “caz kombo”suyla çalarken dinleme şansına kim, neden itiraz edebilirdi? İlahi Daniel! O, bir sonraki albümünde çalacağı “Take the A-Train,” “Do Nothing Till You Hear From Me” ve “Squatty Roo” gibi Duke Ellington klasiklerini grup arkadaşlarıyla seslendirirken, izleyiciler tanık oldukları bu 19. yüzyıl sonu Liszt romantizmi ile Ellington’ın sofistike caz kokteylinden adeta sarhoş olmuşlardı.

“Chicago Sun-Times” gazetesinden alıntıladığım bu haber çok şaşırtıcı değil. Gerek Türkiye’de, gerek yurtdışındaki pek çok klasik müzik konserinde benzeri olaylar yaşanmıştır elbette. Burada işaret etmeye çalıştığım, 1920’lerde cazın yükselişiyle inşa edilmeye başlanan ve kısa zamanda klasik müzik ile caz müziği dünyalarını birleştirmeyi başaran köprüdür ve bu köprünün trafiği de çok yoğundur. 

 George Gershwin 1898-1937

Yanlış Kanı

Sokaktaki insan için klasik müzikçiler (=besteciler ve müzisyenler) “zamanın müziği”ne ilgi duymayan, fildişi kulelerinde kopuk bir yaşam süren kişiler gibi görünse de işin aslı pek de öyle değildir. Beste yaparken, klasik müziğin ustalarının kulakları aslında çoğu kez çevrelerini kuşatan seslerdeydi: Rönesans kompozitörlerinin kilise halkı için yaptıkları müzikte günün şarkılarını temel aldıkları bilinir. Gustav Mahler’in senfonilerinde zaman zaman kulağınıza Klezmer müziği ve folk dansları çalınır. Örnekler çoğaltılabilir. İşte, 1910-20’lerde ragtime ve caz ilk duyulmaya başlandığında, Avrupa ve Amerika’da bulunan klasik müzik bestecileri bu yeni müzik türüne karşı kayıtsız kalmadılar, hatta caz, alışılmışın dışındaki ritim ve cesur armonileriyle bu müzisyenleri kendine hayran bıraktı.

 

Igor Stravinsky’nin cazla ilk deneyimleri tatmin edici olmaktan epey uzaktı. Ne de olsa bu müziği canlı olarak dinlemeye pek fırsatı olmamıştı. Ama zamanla cazın, bestecinin müziğine derin bir şekilde nüfuz ettiğinden, Stravinsky’nin ritim anlayışını bile etkilediğinden bahsedilir. Bu arada, köprü trafiğinin ters yöne de aktığından bahsetmek lazım. George Gershwin’in Maurice Ravel’den kompozisyon eğitimi alma teklifini, Fransız bestecinin geri çevirdiği gizli bir olay değildir. Ravel’in onu reddetme nedeni, aynı zamanda bestecinin ne kadar vizyonu geniş bir insan olduğunun da kanıtıdır: “Gershwin niye üçüncü sınıf bir Ravel olmayı ister, daha şimdiden birinci sınıf bir Gershwin iken?”

 

Debussy’nin “Golliwog’s Cakewalk” ve Stravinsky’nin “Ragtime”, “L’Histoire du Soldat” ve “Piano Rag Music”i besteleyeli neredeyse yüzyıl geçti. Ama bu uzun süre içinde klasik yakasından caz yakasına köprü üzerinden geçiş ne hızlandı ne de kolaylaştı.

 

Klasik müzik icra edenlerin olağanüstü teknik yetenekleri olabilir. Ama iş caz çalmaya gelince, o müthiş tekniğin bir manası kalmayabilir. “Swing”siz, daha da önemlisi doğaçlamasız caz düşünülemez çünkü. Bunlar cazın “olmazsa olmaz” öğeleridir... cazın kalbi ve ruhudur. Ravel, Debussy ve Liszt yorumlarıyla uluslararası klasik müzik arenasında ünlenen, Bill Evans ve Duke Ellington albümleri de çıkararak caz konusunda da tecrübe edinmiş olan Fransız piyanist Jean-Yves Thibaudet’ye göre klasik müzikçiler için en zor şey doğaçlama, sonra da ritim.

 

Mozart ve Beethoven de doğaçlama çalardı

 

Aslında bir zamanlar profesyonel klasik müzik bestecileri için doğaçlama vazgeçilmez bir unsurdu. Barok çağın klavyecileri, günümüzdeki caz akor tablolarının benzerlerine bakarak hangi notalara basacaklarını çıkarabilirlerdi. Aynı şekilde dönemin şarkıcılardan da, melodileri şaşaalı doğaçlama süslemelerle donatmaları beklenirdi. Özellikle kariyerlerinin başlarında Mozart ve Beethoven’in basit melodileri doğaçlamalarıyla zenginleştirdikleri ve bunun için izleyenlerden epey övgü aldıkları bilinir.

 

Ama orkestraların doğuşu, notaya dökülmüş müziğin kitlelere ulaştırılması ve “besteci-icracı” kimliğinin giderek yok olmasıyla doğaçlama da yavaş yavaş klasik müzik ortamında geçerliliğini yitirdi. Klasik müzik eğitimi veren okullarda doğaçlama öğretilmiyor, klasik müzik icracıları profesyonel hayatlarını notadan müzik okuyarak geçiriyorlar. (Bildiğim kadarıyla şimdilerde klasik müzikte doğaçlama eğitimi bir tek Fransa’da var. O da Paris Konservatuarı’nda org öğrencileri için açılan doğaçlama dersi. Bu orgcular aslen kilisede çalmak üzere yetiştiriliyorlar ve zaman zaman ortama göre doğaçlama çalmak durumunda kalabiliyorlar.)

 

 Nadja Salerno-Sonnenberg

“Bırakın bir sürü dinleyicinin önünde doğaçlama çalmayı, bunu yapmayı hayal etmek bile –ne kadar mükemmel bir eğitim almış olursa olsun- klasik müzik icracılarında paniğe sebep olabilir,” diyor klasik müziğin en ateşli, en tutkulu çalan kemancılarından biri olan Nadja Salerno-Sonnenberg. Cazın saygın piyanist ve bestecilerinden biri olan Güney Afrikalı Abdullah İbrahim ile yapılan bir röportajda doğaçlama ile klasik müziğin ilişkisi hakkında yaptığı analoji Salerno-Sonnenberg’i köprünün öte yakasından destekler nitelikte: ”Caz müziği, formülü ve kavramı sosyal dinamikler içeren tek müzik türüdür. Mesela, klasik batı müziğine bir bakın. Formülü Endüstri Devrimi’ne dayalı.

Müzisyenleri yöneten bir orkestra şefi var ve herşey “tam doğru” olmak zorunda. Bir fabrikadaki üretim bandı gibi yani. Bağımsız düşünmek yasak. Müzisyenler solo çalmaktan acaip korkuyorlar. Bir kere klasik müzik çalan 18 müzisyenle çalışmıştım. Solo yapmak isteyen var mı diye sordum. Bir kişi bile çıkmadı. Yanlış yapabilme endişesi içlerine işlemiş. Halbuki caz dediğin doğaçlamadır, solo çalmaktır.”

 

Klasik müzikçiler doğaçlamadan çekinir

 

Salerno-Sonnenberg aslında klasik müziğin sınırlarının ötesine kaç kez çıkmış, hem de buradan değişik yönlere doğru gitmiş bir müzisyen; Klezmer, rock’n roll, Doğu Avrupa Roman müziği. Ama sıra caz kemancısı Mark O’Connor’ın kendisini düşünerek bestelediği “İki Keman için Konçertosu”nu bir konserde onunla beraber çalmaya gelince, “farklar ortaya çıktı,” diyor Salerno-Sonnenberg; “O’Connor kendi kadanslarını tamamen doğaçlama çalarken, ben kendiminkileri, önceden notaya dökmüş ve üzerinde epeyce çalışmıştım. Zaman zaman ilham geldiğinde ben de caz çalıyorum. Ama kesinlikle sahneye çıkıp caz çalmam, daha doğrusu ‘caz çalabiliyorum’ diye sahtekarlık yapmam!”

 

Kemancının söylediklerinden yola çıkarak, klasik müzik dünyasından, caz çalmayı denemiş bir sürü isim sayabiliriz, ama yukarda bahsettiğimiz anlamda “swing”iyle “doğaçlama”sıyla bu işi kotarabilen müzisyen sayısının çok da fazla olmadığını biliyoruz.

 

Yine de bazı klasik müzik icracıları bu köprüyü rahatlıkla geçip suyun öteki yakasındaki caz dünyasına başarıyla ulaşıyorlar. Örneğin, kemancı Itzhak Perlman, klarnetçi Richard Stolzman, kendileri için caz kompozitörleri tarafından bestelenen parçaların yapıları içinde sınırlı da olsa, doğaçlama deneyimi yaşamış klasik müzik icracılarıdır.

 

Daha yakın bir örnek de Türkiye’de de konserler veren İngiliz kemancı Nigel Kennedy. Kennedy bir öğrenci olarak ünlü kemancı Yehudi Menuhin’den ders alırken, bir çok kez onun caz kemancısı Stephane Grapelli ile konser verdiğine tanık oluyor. Cazla ilgisi böyle başlıyor ve doğal yeteneği sayesinde bu yolda başarıyla ilerlemeye devam ediyor.

 

Eğer geçen ay İş Sanat’taki konserine gittiyseniz Fransız piyanist Jacques Loussier’nin de ne rahatlıkla Bach, Vivaldi, Satie ve Ravel eserlerini, hatta “Üsküdar’a Gider iken/Katibim” isimli anonim türküyü bile caz akorlarıyla doğaçladığına tanık olmuşsunuzdur.

 

Take Bach

 

Türkiye’ye dönersek, 2000 yılında Jacques Loussier ile beraber “Take Bach” isimli, Bach’ın caz yorumlarına yer verdikleri bir albüm çıkaran Güher-Süher Pekinel piyano ikilisinden bahsedebiliriz. Onlar da cazın çekiciliğine karşı koyamayan klasik eğitim almış müzisyenlerden.

  Soprano Renée Fleming

Bu maceradan vokalistler de nasibini almış. İlk akla gelen, operanın önde gelen divalarından soprano Renée Fleming(Diğer kayda değer olanları da Eileen Farrell ve Sylvia McNair). Fleming, müzik eğitimi görürken her pazar gecesi bir kulüpte caz standartları söyleyerek geçimini sağlamış uzun süre.

 

“Kulüpte ‘scat’ söylemeye başlamıştım. Bu bana, Handel ve ‘Bel Canto’ repertuarını seslendirmemde hiç beklemediğim bir şekilde yardımcı oldu” diyor Fleming ve bir kaç sene önce Paris’te Handel’in “Alcina”sının provasını yaparken, Barok müzik konusunda çok saygın bir uzman olan müzikolog, orkestra şefi, müzisyen William Christie’nin ona söylediklerini aktarıyor: “Burada caz deneyiminden faydalanmanı istiyorum. Ne yaparsan yap, yoğun bir ifade görmek istiyorum performansında!” Fleming’in özeti: “Barok ile caz arasında çok net bir bağlantı var.”

 

Fransız piyanist Thibaudet ise “Caz benim hayatımı zenginleştirdi ve hayal dünyamda yeni kapılar açtı,” diyor. “Caz, yorumlarıma bir özgürlük, esneklik getirdi. Daha evvel bende varolmayan ve günden güne gelişen tohumlar ekti.”