Irkçılığı Futbolun Dışına Tekmeleyelim

-
Aa
+
a
a
a

Simon Kuper, "Football against the enemy” kitabında, futbol oyunun basit bir oyun ve sportif karşılaşmadan öte bir faaliyet alanı olduğunu ve bu alanın yaşamın her türlü politik, psikolojik ve sosyolojik veriyle doldurulduğunu nefis izlenimleriyle aktarır. İşin ilginç tarafı, hem kitap hem film isimlerinin çevirilerinde ciddi komiklik ve anlam kaymaları yaşandığı memleketimizde, bu kitabın isminin tam çevirisi düşünüldüğünde komik ama, içerik düşünüldüğünde son derece anlamlı ve isabetli bir şekilde isimlendirildiğini görürüz. “Futbol asla futbol değildir”.

Tartışmaya olabildiğine açık bu olguyu şimdilik dondurup, konuya girmek, olası bir yazı faciasının en güzel can simidi olabilir herhalde!

Türk spor basınında her ne kadar mevzu sıradan adli bir olay gibi görülüp çok fazla işlenmediyse de, kısaca "Woodgate-Bowyer trial" yani Leeds United Football Club oyuncuları Jonathan Woodgate ve Lee Bowyer’ın mahkemesi zaman zaman artan bir ivmeyle sadece İngiliz spor basınını değil, Britanya kamuoyunu da bir süre ciddi bir şekilde meşgul etmişti. Olay, bundan bir sene önce Ocak ayında, yanlarında birkaç arkadaşları bulunan Woodgate ve Bowyer’ın Majestyk adlı barın çıkışında Sarfraz Najeib adlı Asyalı öğrenciyi ırkçı küfür eşliğinde feci şekilde dövmeleri üzerine patlak vermişti. Bacağı, burnu, yanak kemiği kırılmış ve tamamen bilincini kaybetmiş halde hastaneye kaldırılan S. Najeib komadan çıkıp kendine geldikten sonra saldırganları teşhis etmiş ve saldırı yargıya intikal etmişti. Buraya kadar sıradan! Bir "drunk-racist" (sarhoş-ırkçı) saldırısı gibi gözükse de, saldırganların adı ortaya çıkınca, sadece spor kamuoyu değil, tüm gözler gerek kulüp düzeyinde, gerek sahip oldukları genç futbolcularla son dönemde yıldızları parlayan ve Manchester United’ten bıkkınlık veren tahtı zorlayan Leeds United’la, olayın birinci derece sanıkları Jonathan Woodgate ile Lee Bowyer’a çevrildi. Britanya halkının da Amerikan halkı gibi (keza medyası) bir davaya, popüler bir dizi gibi yaklaştığı “arkası bir dahaki duruşmada” hazlı bu dizi dava, yakınlarda nihayete erdi. Sonuç WASP (Beyaz-anglosakson-protestan) dilinde (!) keyifli bir seyir, insanlık ve futbol için beyaz (!) bir lekedir. Woodgate’in 6 yıl hapis (hemen oh demeyin), ki 100 saat kamu hizmeti yapma zorunluluğuna çevrilen bir ceza, Bowyer’ın da nasihatla kurtulduğu mahkeme kararının içeriği, tahmin edemeyeceğiniz üzere, tümü beyaz olan jüri ve savcının olayı sadece “sarhoşluk ve adam yaralama” düzeyinde algılamaları bize ırkçılıkla ilgili sıradan bir Amerikan mahkeme melodramından başka ne anlatabilir? Ama olay ne o kadar basittir, ne olaya karışan futbolcular, ne klüpleri Leeds United FC ne Britanya kamuoyu, ne de -en önemlisi- Leeds United taraftarları o kadar masumdur. Şimdi sırayla bu dörtlüyle top çevirelim.

Futbolcular

Eğer bu iki kişi İngiliz milli takımında yer alan, gelecek vaat eden futbolcular olmasaydı, eğer bu kişiler futbolcu da olmasaydı veya bu iki zatın takımları Leeds değil de sıradan bir İngiliz takımı olsaydı vs. gibi eğer “tabanlı” yaklaşımlara girmeden olaya şöyle bir göz atmak yeterli. Herhangi bir ceza almamış sanıklardan Bowyer’la ilgili çıkan yıkama-yağlama haberlerinin (“Bowyer For England" manşetli haberler) dışında Daily Mail’de yayımlanan Emma Keeney ile yapılan ve hala tekzip edilmeyen söyleşi, Bowyer kardeşimizin aslında alkol almadığı zamanlarda ne denli bir ırksal eşitlik savunucusu (!) olduğunu hepimize anlatıyor. Bu hanım, Bowyer’in yıllar önce Charlton Atletic’te oynarken tanışıp, hoşlandığı ve evlilik hazırlıklarına giriştiği dönemde muhterem kardeşimize atalarından bahsetmesiyle (3. veya 4. kuşaktan dedesi Hintliymiş) "I don’t want brown babes - Kahverengi çocuklar istemem" cevabını alıp “beyaz” kardeşimizden ayrılıp “kahverengi” geçmişiyle başbaşa kalan kişidir. Her ne kadar “renk hassası” olup, “kahverengi” bir öğrenciyi kırmızıya boyamış olmalarından dolayı mahkemenin ve çoğunluğun, futbol kamuoyunun ve Leeds taraftarının olaydaki alkol derecesiyle ilgilenmesi hiç de basit bir şey değildi. Hele hele anlı şanlı İngiliz futbol taraftarı ve anlayışı göz önüne alındığında, ki bu konu az sonra zaten irdelenecek; özellikle Leeds kenti boyutunda.

Bowyer’ı yağlama seanslarından birinde, Bowyer’ın gazeteye annesi, babası ve kız kardeşiyle Eastender dizisi seyrederken poz vermeleri Observer’dan Kevin Mitchel’ın deyimiyle “işçi sınıfı iç harmonisi” şovundan öteye geçmeyen ucuz, ana kuzusu, aile hassası, ahlak abidesi tiplemesi bizim için birşey ifade etmese de, ortalama bir İngiliz ailesi düşünüldüğünde yeteri kadar ikna edici olabildi. Kısacası, Elland Road’un (Leeds United’ın stadı) maçoları, delikanlıları, sahanın aslanları evlerinde vefalı evlat, sevgi dolu eş veya iyi bir baba oluveriyorlardı. Yalan, demagoji ve propaganda ırkçılığın yıllardır kullanageldiği argümanlar da olsa, hala eskisi gibi kuvvetli olabiliyor galiba! Ee, arkada bilinçaltı gibi önemli bir cephe olduktan sonra.

Leeds United FC hakkında

Takım, önceden de bahsedildiği üzere, Premiere Lig’in yükselen yıldızlarından. Genç ve yetenekli kadrosu, gelecek vaat eden menajer-direktörü , takımla uyumlu başkanı ve başarıya aç şaşaalı taraftarı... Yetmez mi? Yetmezse, bir de ne olursa olsun, futbolcularının arkasından eksik etmedikleri destekleri. Aslında sadece futbolcularının değil, tarihine ve ününe rağmen ciddi bir önlem almadıkları taraftar kimliği. Sonuçta futbol, alıcısıyla, izleyicisiyle doğru orantılı finansal kapasitesini genişleten, endüstrileştirilmiş başarı arsızı bir oyun. O yüzden bileşenlerini ciddi, belirgin ve en başta bu finansal boyutu zedelemedikçe, sürekli bir arada tutmak zorunda olan pragmatist bir kulüp anlayışı ki bu, sadece Leeds’te görünen bir haleti ruhiye değil, görüldüğü gibi kendinden menkul bir anlayış da değil.

Hal böyle olunca ve genel etik ve insani değerler kirletildiğinde, yöntem kirletenleri temizlemek veya deşifre etmek değil, bilinen yöntemlerle kirliliği absorbe ederek (ama kesinlikle anlık) kirletenleri yıkamak ve sorunun merkezini kaydırmak oluyor ve kulübün asli görevine dönüşüyor. Hele bir de göstermelik cezalarla, “kamu vicdanı” denen ve ne menem bir şey olduğu pek de bilinmeyen vicdan rahatlatılınca, anlı şanlı tabloid basınını da yanına çekerek, taraftarın hayal ettiği güzel günlere doğru yelken açıyorsun. Gerekçeleri farklı da olsa, amaçları aynı olan ve o amacında “para ve başarı” ikilisinin olmazsa olmaz kardeşliğini ispatlayan bir çatı altında “kuzu postlu kurtların zevzekliği.” İnsanlığın hayal ettiği güzel günler bu minvalde ertelenebilir veya görmezden gelinebilir. Başarı veya para yoksa, kardeşlik olmasına ne gerek var!

Bir senelik dava süreci boyunca Leeds United Kulübü ve başkanları Peter Ridsdale demeçlerinde ve yorumlarında bizleri şaşırtacak ve endüstriyel futbol dünyasının sinesinde silinmez bir iz bırakacak bir şamar patlatmadı ve yaptığı kıvırmalarla “kahverengi” İngiliz vatandaşlarına taş dökme seansları yaşattı. Bu arada “Irish" cream menajer-direktör David O’Leary sessiz sedasız bir kitap yazarak, futbol dünyasını olmasa da cebinin yoğunluğunu hayli değiştirmiş oldu. (Sadece kitabın yayınından 100 bin Sterlin,gazetelerde yayımlanacak her yazı dizisi için artı pay.) "Leeds on Trial" isimli kitabında inatla davadan bahsetmediğini söylese de, kitabın yayımlanma zamanlamasındaki zeka pırıltısı bazı gözlerden kaçmadı. Yine, Observer’dan Kevin Mitchell kitap ve ismi için “Dava’dan bağımsızmış. Şahane isim David” diyerek David O’Leary'nin iflah olmaz para aşkına, ta futbolculuk dönemlerine giderek ışık tutmuş oldu. Saldırıya uğrayan Asyalı öğrenci Sarfraz Najeib ve ailesinin sözcüsü aynı zamanda "Ulusal Sivil Haklar Hareketi" lideri Suresh Grover, kitabın yayınlanmasını müteakip yaptığı basın açıklamasının bir kısmında bu “edebi esere” değinerek, “O’Leary kanlı parayı kabul ediyor” diyordu.

Leeds United FC hakkında söylenecek son söz, taraftarlar arasında ırkçılığın ciddi yükseldiği dönemlerde aldıkları tavır ve oynadıkları rol olabilir. 1970’ler ve 80’lerde Elland Road’ta varlığını sürdüren ırkçı ve faşist grupların yaptıklarını ve taraftar üzerinde kurdukları hegemonik baskıyı kırmak ve deşifre etmek yerine, yönetim, olanlar karşısında sergilediği "üç maymun" müsabakalarındaki başarısının yanında, bu harekete karşı ırkçılık karşıtı ve anti-faşist temelde örgütlenen tamamen taraftar tabanlı grubun liderleriyle ve demeçleriyle uğraşmayı seçmiştir. Bu dönem, Leeds taraftarları arasında yabancı düşmanlığının yükselip, taraftar fanzini "Bulldog"un ırkçı slogan ve metinlerle donanıp taraftara dağıtıldığı Elland Road stadının, özellikle siyahi futbolcular için kâbusa dönüştüğü dönemdir. Stat o yıllarda "National Front" (milliyetçi cephe) adlı ırkçı grubun siyasal ve kitlesel şov yaptığı arenaya dönüşmüş, tribünlerde "Sieg heil" sloganlarının yanında, Hitler’in meşhur "Mein Kampf" kitabının satışlarının yapıldığı, National Front (Milliyetçi Cephe) stantlarının kurulup bildirilerinin dağıtıldığı, sürekli kavgaların edildiği ve maç sonrası yollarda Pakistanlı ve siyahi insanların sopalandığı futbol dışı bir yuvalanma alanına dönmüştür.

İşte bu sıralarda, yani 80’li yılların sonuna doğru, olayların çığrından çıkmasına seyirci kalamayan bir grup Leeds taraftarı Gordon Lunn ve Paum Thomas önderliğinde "Leeds United against Racism and Fascism" (Irkçılık ve faşizme karşı birleşmiş Leeds - LURF) adlı grubu kurdular. Bu ekip her maç öncesi kalabalık bir grup halinde stada gidip sadece “National Front” standlarının önünde durarak bildiri dağıtılmasını engellemekle kalmadılar, bildiri almaya gelenleri de bilgilendirdiler. Maçtan sonra ise beraberce evlerine döndüler. Sayıları gittikçe artan grup ırkçıların her türlü provokasyonlarını ve saldırılarını boşa çıkartırken, stat dışında da yerel yönetim temsilcileri, emniyet görevlileri, parlamentodaki bölge milletvekilleri üzerinde, faaliyetleri ve görüşmeleri sayesinde etkin oldular. Tüm bunlar sürerken Leeds United Kulübü, Gordon Lunn’u statta dağıttıkları anti-ırkçı bildirilerinde kulübün amblemini kullandığı için dava etmenin yanı sıra, Leeds tribünlerinde herhangi ırkçı grup etkinliği ve ırkçı sloganların olmadığını ileri sürüyorlardı. 2001’e gelindiğinde, şimdiki yönetimin o dönemden alıp profesyonelleştirdiği manipülatif tavrının sürdüğünü gördük. Ama LURF’nin dışarıda ve içeride yarattığı etki o kadar güçlüydü ki, yönetim görmezden gelemedi ve grupla masaya oturmak zorunda kaldı. Sonuçta tribünde yazılı veya sözel her türden ırkçı tavıra karşı uygulanacak yaptırımların ve bunların uygulanması sürecinin altına beraberce imza atmış oldular.

(Bu kısımla ilgili ayrıntılı bilgi için şiddetle tavsiye ederim: Tribün dergisinin “Leeds United, konuşulmayanlar” başlıklı M. Gürdal Çetin imzalı yazı dizisi; alıntı yaptığım derginin 4. ve 5. sayılarında süreci çarpıcı biçimde anlatıyor.)

Sözün özü: Irkçılıkla mücadele ciddi iştir. Bu sene Birleşmiş Milletler tarafından G. Afrika’da düzenlenen “Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Hoşgörüsüzlük” konferansı öncesinde Brezilya’da FİFA’nın düzenlemiş olduğu geniş katılımlı uluslararası futbol konferansında futbolun sorunları dışında “ırkçılık” konusu da ciddi yer teşkil etmiş ve yeşil sahalardan ırkçılığı kovmak için kulüplere, futbolculara ve ülkelere karşı ciddi yaptırımlara varacak kararlar alınmıştır. Ya samimiyet? Tabii ki bunu zaman gösterecek. Ama Britanya’da yaşanan bu son olay, futbolun bizatihi endüstrileşmiş haliyle ne denli kararlar dışı bir dünya olduğunu, siyasal atmosferden, kitleselliği ölçüsünde ne denli etkilendiği ve olayın taraftar kısmının hala ne denli karmaşık olduğu, akılların ve vicdanların sürekli teyakkuz halinde olması gerekliliğini apaçık göstermiştir. Kitle psikolojisinin ırkçılık ve şiddetle donandığı zaman ne denli tehditkâr olduğu yaşanan tecrübeyle kanıtlanmışken, bu bileşenlerin çok rahat bir araya geldiği futbol oyununun efendileri (FİFA, UEFA, kulüpler ve ülke federasyonları, spor basını...) bu durum karşısında her ne kadar rahatsız olmuş ve bir dizi kampanyalara, kararlara imza atmışsalar da bu bizleri ne umutlandırsın ne de rahatlatsın. Çünkü, bu dünyanın akıl almaz boyutlardaki finansal gücünü etkileyecek en ufak gelişme efendiler tarafından görmezden gelinebilir. “Ne olmuş ki bir Asyalı öğrenci dövülmüş!” ,“Herkes hata yapabilir, hangimiz içki içince kendini kaybetmiyor ki?”,“Hem bu yetenekte futbolcular kolay mı yetişiyor”. “Öpüşsünler, barışsınlar!”. Oh ne ala alem! Herhalde Hitler bu dönemde yaşasaydı, ünlü bir futbolcu olmaya çalışırdı. Meclis dokunulmazlığından da önemli! Kitlesel meşruiyetle bezenmiş, insanların yaşamla kurdukları başarısız ilişkiyi zaferle cisimleştiren o futbol starlarının etrafındaki güç kalkanı... Madem olamıyorsun, olanı putlaştır!

Irkçılığın hiçbir türü affedilemez veya hoşgörülemez; özellikle de kamusal alanda propaganda niyetinde ve şiddet kullanılarak yapılıyorsa. Yapılması gereken çok şey vardır: Devletin adalet mekanizması üstüne düşeni, anayasanın eşitlik ilkesine uyarak tavizsiz şekilde uygular. Medya bu suçu kim işlemişse deşifre eder. Ne ulusal takım teknik direktörü bu futbolcuyu takımına seçer ne de diğer teknik direktörler bu oyuncuyla çalışmak ister. Hiçbir kulüp bu oyuncuyu transfer etmez. Takımdaki diğer oyuncular, hem de her biri, olay hakkında ne düşünüyorsa söyler, söylemek zorundadır. Siyahi, kahverengi, sarı, pembe ne renkten olursa olsun takımdaki “öteki”ler, bu ırkçı söylemi dillendiren futbolcu olsun taraftar olsun klüp yöneticisi olsun, stadyumda en azından Hollandalı eski futbolcu Ruud Gullit’in şu sözünü söylemelidir: “Bir daha stadında ırkçı sloganların atıldığı bir maçta yer almayacağım, ve tüm futbolcu arkadaşları bu konuda hassas olmaya davet ediyorum.”

Fazla değil tam tamına bir cümle. Ulusal veya uluslararası futbol birliklerinin, sahip oldukları yaptırım hakları sayesinde neler yapabileceği konusunda hiç bir şey demeye gerek yok. Peki bir taraftar ve futbolsever olarak biz ne yapabiliriz? Leeds stadyumunda Gordon Lunn ve Paum Thomas’ın başta sadece 100’e yakın kişi olmalarına rağmen, başlattıkları hareket sadece ırkçılık düzeyinde değil, düzgün bir taraftarlık ekseninde yapılacak en güzel hareketlerden biri olsa gerek. Unutulmasın ki, bu sloganlar ve hareketleri dinlemek veya katlanmak zorunda değiliz.

Gramsci’nin “Açık havada oynanan, insan sadakatinin krallığıdır futbol” sözünün “Puslu havada sergilenen, insan hastalığının karantinasıdır futbol” kepazeliğine dönüşmemesi için tekrar tekrar bağırmakta fayda var: "Let’s kick racism out of football, and out of the world." (Irkçılığı futbolun dışına tekmeleyelim, ve elbette dünyanın da.)