İki seçimin birincisi

-
Aa
+
a
a
a

10 Aralık 2006Taha Parla*

Çinlilere yakıştırılan ve aşağı yukarı "Allah layığını versin"e karşılık gelen ama daha seküler "İlginç günler göresin" deyişinin uygun düştüğünü söyleyebileceğimiz bir döneme girmiş bulunuyoruz: 2006 Aralık- 2007 Kasım. Bu bir yıl içinde yapılacak iki seçim, cumhurbaşkanlığı ve genel, Türkiye'nin yakın hatta orta vadeli geleceği için hayli belirleyici olacak gibi görünüyor. Çünkü yalnızca temsili bir makamda şahıs değişikliğinden ve (muhtemelen) Meclis kompozisyonu ile parti-hükümetinde değişikliklerden ibaret sonuçlar vermekle kalmayacak, çok daha geniş kapsamlı ve siyaset yüklü çatışmaların nasıl bağlana(maya)cağını gösterecek. Bu seçimlerden birincisine, kötü alışkanlığımız üzre derhal real-politik aritmetik ve kâr-zarar muhasebeciliği ile değil de, usul-ilke-hakkaniyet vb. açılarından bakmaya çalışalım. Şu anda yürürlükte bulunan kanuni mevzuata göre, yürütme organının ikinci başı olan Cumhurbaşkanını, yasama organı olan Millet Meclisi seçer. Nokta. Bu kadar. "Bu meclis cumhurbaşkanı seçemez/seçmesin" demek mantıken abestir, siyaset ahlakı açısından mızıkçılıktır. Neredeyse hiçbir konuda, (iyi-kötü) "kanun" ile hukuk/meşruiyeti ayır(a)mayan, legal pozitivist Türk siyasi sınıfının kalkıp bu sefer meşruiyet eleştirisi yapması ikna edici değil. Diyelim ki ıslah olduk ve tartışmayı "mevcut kanun, hukuktur/meşruiyettir" düzeyinin üstüne yükseltmeyi becerdik. Bu seçim sistemi ile oluşmuş Mecliste seçmenin önemli kısımları temsil edilmiyor, onun için bu Meclis ehil değildir, dedik. Peki aklımız ve vicdanımız ve hakkaniyet duygumuz neredeydi, bu Meclis bir sürü antidemokratik kanunu çıkarırken ve gayrı makul seçim barajı yüzünden coğrafi oyların çok büyük bölümü buharlaşırken? Hafızamız ve demokrat duyarlılığımız nerede, bu seçim sistemine, yasalaştırıldığı dönemde teslim olma vebalini işleyen, dönemin "fevkalâde sosyal demokrat" siyasi kadrolarını kadirbilirlikle yâd edecek? Nerede anayasayı adamakıllı değiştirecek irade (çeyrek yüzyıl geçtiği halde)? İş cumhurbaşkanlığına gelince mi gocunuluyor? Niye? Bu mevki çok mu sembolik, kutsal mı, şef-başbuğ-kişi kültü mirasının son kalesi mi, vs.? Hesabın içinde bunlar da var ama, asıl neyin olduğu lütfen açıkça söylensin: Parlamenter sistemde yasamanın üstünlüğü esas iken, en son 1982 Anayasası ile Meclisin hükmü iyice kırıldıktan sonra, yürütmenin birinci başı olması gereken parti-hükümeti (ve onun başbakanı), yürütmenin ikinci başı olan sözde temsili-sorumsuz (ama oransız yetki rezervleriyle donatılan) Cumhurbaşkanı ile yürütmenin (olmaması gereken) üçüncü başı askeri bürokrasi arasında kıskaca alındı ve şimdi, ikinci baş yaban ellere kaptırılmak istenmiyor.

Eş boşansa?

Ancak bu tespit, şu tür soruların da sorulmasını önleyemiyor: Bir zâta ve zaten içeride-dışarıda başörtülü olarak yanında dolaştırdığı zevcesine bir başbakan ve eşi olarak tahammül edilebiliyor da, neden, aslında yürürlükteki anayasal sistemde daha önemsiz sayılması gereken bir konumda, bir cumhurbaşkanı ve eşi olarak katlanılmasın? Yanıt bir üst paragraftaydı ama, hukuk prosedürü ve siyaset ahlakı açısından tatmin edici değildi. Başörtülü eş boşanırsa zâtın kendisini kabul edecek misiniz? Seçimden önce baş açılırsa, razı gelir misiniz? Açılıp seçildikten sonra tekrar örtülürse ne yapardınız? Birkaç gün önce gazetelerde gördüğümüz resme ne diyorsunuz: TC Başbakanı ve Ürdün Kralı bir sofrada karşılıklı oturuyorlar, eşleri de yanlarında. TC birinci hanımefendisinin başı örtülü, karşısındaki Müslüman Arap kraliçesinin başı açık. Ama hatırlayın ki yavru Kral, tahtı babasından tevarüs ederken, elini Kuran'a basıp anayasaya sadakat yeminini öyle etmişti. Karısının başı açık olan siyasetçinin laikliği garanti mi? Başı açık milyonlarca kadın ve erkeğin hiç de yeterli ve tutarlı laik olmadığını bilmiyor muyuz? Ayrıca, sözünü ettiğimiz kare asta güme giden yine kadın. Erkeğin imam hatipli olduğu görünüşünden, kılık kıyafetinden belli olmuyor. Siyaset (ve üniversite) kapısından geçebilir. Ama bu sefer (şimdilik) öyle görünüyor ki sivil ve asker "laik" Türk seçkinleri tutarlı ve eşitlikçi olmaya karar vermişler: Yalnız kadını değil, erkeği de harcayacak gibi yapıyorlar -tabii, orkestra şefleri ABD müsaade ederse. Başbakanlıkta bir kaza çıkmamıştı, cumhurbaşkanlığında çıkacak mı? Ya da tekrar olacak ama, niye çıksın? (Hizmet iyi verildikçe.) Kaldı ki, bu durumda, çoğunluk partisinin başkanına sen cumhurbaşkanı olma/olamazsın diye gözdağı vermeler nazik de değil, kanuni/yasal da değil, hukuki de değil, normatif olarak meşru da değil.

Emekleyen laiklik

Ciddi laiklik eksikliği konusunda birbirinden pek de fazla farkı bulunmayan iki mezhebin dar siyasi rekabet ve de arka plandaki sosyal sınıf ve statü çatışması nedeniyle dalaşmalarını, klinik bir mesafeden seyretmek ne kadar "ilginç", ondan da emin değilim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Ben de laiklik (ve ötesi) yanlısıyım, siyasetin (ve düşüncenin ve ahlakın) içinde din görmek istemiyorum. ("Ayrı fakat eşit" de olsa.) Ama lütfen laiklik mücadelesini düzgün verelim. Bir de mantık sorunu var: Başın açık olması, aklın da açık olması demek olmadığı gibi, başın kapalı olması da kadının şeriatçı olduğunun karinesi, hele kanıtı, hiç değildir. Biz şimdi bir adım daha sıçrayıp kadının/zevcenin başının örtülü olmasından, erkeğin/zevcin aklının kapalı olduğu çıkarımını yapıyoruz. Ya bir de başbakan kalkıp sarık falan taksaydı? Diyanet İşleri Başkanı'nın kendileri de yüksek devlet ricalindendir, Papa'yı karşılarken yaptığı gibi. (İşte size Türk laikliğinin cilvelerinden biri daha.) Denebilir ki, dünyevi siyaset/devlet adamıyla din adamını, sınırlı da olsa din-siyaset ayırımıyla (laiklikle) daha ileri bir lâ-dini tutum olmak üzere din unsurunu esaslı bir tenzil-i rütbeye, hatta kamu hizmetinden tamamen terhise tâbi tutmayı birbirine karıştırıyorsun. Sanmıyorum: Sadece kavramlar arasındaki, sınır çizgilerinin ince ve geçişli olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Başka bir bağlamı çağrıştırayım: Prenses Diana'nın cenaze törenlerinde İncil'in (Yeni Ahit) "Korentliler" bölümünden pasaj okuyan, İngiliz İşçi Partisi lideri "fevkalâde yenilikçi sosyalist" Tony Blair'in kendisine ve ülkesine ne kadar laik, ne kadar seküler, ne kadar lâ-dini denebilir? Son ikisi olmadığı kesin de, birincisine de gölge düşmüyor mu? Laiklik hiç değilse bir ölçüde diğer ikisi tarafından beslenmiyorsa, güdük kalmaya mahkum değil mi? Bu sorumun bütün görece laikleşmiş ama sekülerlikte ve lâ-dinilikte hâlâ emekleyen Batı ülkeleri için de geçerli olduğunu düşündüğümü belirteyim. Bize gelince, laiklikte bile emeklemekte olduğumuzun kuşku götürürlüğüne işaret etmeye çalışıyorum.

* TAHA PARLA: Boğaziçi Üni., öğretim üyesi

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6514