Yerel seçim atmosferinden henüz çıkılamadığı şu günlerde meseleyi biraz tarihselleştirmek de yarar var. Seçim sonrası ortamda, iki önemli konu sanki biraz daha fazla öne çıkmış gibi gözüküyor: Vatandaş seçime ne kadar icabet etti ve siyasi yelpazenin hangi tarafında nasıl bir yığılma oldu? Bir diğer husus da, eğer bu seçimler yerel değil de genel olsaydı, kimin meclise ne kadar vekil sokacağı idi. Durumdan benzer vazife çıkaran kamuoyu da, tartışmalarını seçim öncesi yapılan anketlere adresledi. Peki tartışmanın sahici sahası nerelerdir? Elbette, ilgiyi sadece bir merkezde toplamak pek manidar olmaz. Öte yandan, eldeki tarihsel ‘Genel Seçim İstatistikleri’ malzemesine bir göz atıldığında, Türkiye’li seçmenin seçimler vesilesiyle yaşadığı demografik ve ‘demokratik’ dalgalanmayı seyredebiliriz. Bir sürü rakamın cirit attığı seçim analiz cetvelinde, bir özetlemeye giderek, meseleyi sayısal derinlikten kurtarıp, mâna sadeliğine gark etmekte önemli fayda olacaktır. Şimdi huzurlarınızda, memleketin çok partili ‘Genel Seçim’ yolculuğunun seçime katılım oranı (geçerli oy sayısının, seçmen sayısına oranı göz önüne alınmıştır), seçmen artış yüzdesi ve seçmenin nüfusa oranları dikkat alınarak yapılacak ‘istatistiksel demokrasi’ analizi...
Yıl Katılım Oranı(%) Seçmen artış (%) Seçmen/Nüfus Oran
1950 %89.3 --- 42.52
1954 %88.6 13.22 44.23
1957 %76.6 15.04 47.84
1961 %81.0 6.55 45.79
1965 %71.3 4.35 43.58
1969 %64.3 1.07 42.94
1973 %66.8 11.96 44.12
1977 %72.4 18.88 50.77
1983 %92.2 -8.06* 41.30
1987 %93.2 23.46 50.18
1991 %83.9 6.34 52.30
1995 %85.2 6.43 54.63
1999 %86.2 8.91 59.70
2002 %76.0
Kaynak; www.dilevi.org/seçim
Şimdi de biraz beyin fırtınası yapalım; her ne kadar siyasi ve toplumsal yaşamının analizi, kendi başına istatistikçilerinin karmaşık matrisinin içerisinde anlamlı değilse de, rakamlar (anlam hırsızlarına) bazı konularda durumdan vazife çıkaracak detaylar sağlayacaktır.
Katılım oranlarından başlayalım: İstatistiklerden de anlaşıldığı üzere, memleket insanı 1950’de çok partili seçimleri büyük bir muhabbetle karşılıyor, ve bu muhabbeti çok küçük bir azalma ile 1954’e de aynen taşıyor. Lakin, siyasi arenanın hafiften gerilmesi ile beraber, yaklaşık %3’lük seçmen artışına rağmen, katılımda %12’liyle ciddi bir azalma görülüyor. 1961 seçimleri, 27 Mayıs vesilesiyle, kamusal alanın sandığının, tekrardan popülerleşmesiyle, hediyesini %5’lik artışla alırken, bundan sonraki yılları takiben tüm seçim tarihinin en az katılımlı seçim dönemine giriliyordu. 1965’de %71, 1969’da %64 (tüm zamanların en düşük katılımlı genel seçimleri), 1973’de %66 ve nihayetinde 1977’de %72.4. ‘77 seçimlerindeki %72.4’lük görece yükseliş de, aslında seçmen sayısının bir önceki seçime oranla % 19’a yakın artıp, ilk defa genel nüfusun yarısına ulaştığı düşünülürse, pek de ciddi bir artışı karşılamadığı anlaşılır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da, alternatif siyasi arayışların ve söylemlerin yükseldiği dönemde, klasik parlamenter sisteme ve seçimlere duyulan tepki anlaşılır olabilir; lakin seçmen sayısındaki artışın %1’lerde olması, herhalde seçmenin, yoğun bir şekilde politize olmasının, nüfus artışına yaptığı negatif etkiyi gözlemlemek açısından son derece ilginçtir. Herhalde, kime sorsanız bu dönemle ilgili yapılacak en belirgin yorum, ‘toplumun siyasi ve politik alana en yüksek sesle dahil olduğu dönem’ olacaktır. Memleketin, iç ve dış nedenlerle içine girdiği karşılıklı politik vaziyetlenmeden (trajik bir şekilde) en çok etkilenen alanın, parlamenter demokrasi ve onun birincil aracı olan ‘seçimler’ olduğu ortaya çıkıyor. Öte yandan, bir şekilde toplumsal gruplar yaşamlarına -aslen- parlamenter demokrasi dışında da müdahalesinin mümkünlülüğünü görürken, bu hareketliliğin karşıtlarının da çözümü (pek de fazla) seçimlerde görmediği anlaşılıyor. Bu açıklama, seçime katılmayan büyük seçmen kitlesinin hepsinin sadece sol (ibareli) seçmenden oluşmadığını belirtmek açısından önemlidir. Ki başta beş tane genel seçimi (61, 65, 69, 73, 77) kapsayan bu seçimlerin üçü CHP’nin birinciliği ile sonuçlanmıştır. Özellikle 1965 seçimlerinde, Türkiye siyaset tarihinde ‘sol’ göstergesini tahakkümü altına almış CHP geleneğinin dışında bir sol/sosyalist partinin, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) meclise milletvekili soktuğu dönemdir.
Neyse ki, parlamenter demokrasinin ve sandığın imdadına 12 Eylül yetişiyor ve ‘Çok Partili Seçim’ macerasının ulaşabildiği en yüksek katılım oran yakalanıyordu: %92.2. Vatandaş, kendi başına politikleşerek, yaşamına yön vermeyi artık uzun bir dönem rafa kaldıracağını bu oy oranı ile işaret ediyordu. Öte yandan, yine, genel seçimler tarihimizde bir ilk daha yaşanıyor, ve araya 6 sene girmesine rağmen bir önceki seçimi %18.8’lik artışla karşılayan seçimler, bu seçimi -%8,06 azalma ile karşılıyordu. Yani geçen 6 senede, bir şeyler oluyor, nüfus da %9 oranında azalıyor, ve kafasının tası bir hayli atan devletin ‘seçmen’ hanesini doldurma (veya boşaltma) şekli bir hayli değişiyordu. “Peki bu kadar insana ne oldu?” sorusu, bu yazının konusu değildir. Ama en azından, “Biz Latin Amerika’dan farklıyız, bizde ihtilalden kısa zaman sonra parlamenter demokrasiye geçildi” diyenlere, bu –8,06’lık azalmanın ne ifade ettiği konusunda hafif bir beyin cimnastiği yapması önemle tavsiye edilir.
Devam edelim; politizasyonla ters orantılı olarak işleyen ‘seçime katılım oranı’ 1987 seçimlerinde, bundan sonra pek de kolay yakalanamayacak bir oran tutturuyor ve rekor kırılıyordu: %93,2. Öte yandan, ‘eksi’lerde olan seçime katılma oranı %23, 5 artışla tarihin en yüksek artışını yaşıyordu (-8 de eklersek,%30’u geçiyor. Hatırlatalım; daha seçme yaşı 18’e inmemiştir). Ki bu da bize, eğer, son dört sene içinde seçmen ‘üreme’ manyaklığı içine girmemişse, bu ara kaybın bir saklambaç oyunundan ibaret olup olmadığı sorusunu bize sorduruyordu. 1960, 70 ve 80’den sonra ilk defa bir ‘on’lu yıla ‘normal’ giren memleket, 1991 seçimlerine %83.9, 1995 seçimlerine de %85.2, 1999 seçimlerine de %86.2 oranlarında icabet ederek, dosta düşmana, bundan böyle ‘içinde siyaset olsun olmasın’, politika ile olan ilişkisini tamamen seçime indirgediğini gösteriyordu. Derken bir şeyler oldu ve vatandaş, 2002 ‘genel seçimlerini’ %76.6 ile karşılayarak, memleket üzerine artık bir yargıya varmak isteyen sosyal bilimciye, yine bir bacak arası yaptı.
1980’lerden sonraki seçimlerde, %23.5’lik seçmen artışı ile 83’ü dengeleme misyonu taşıyan 1987 seçimlerini saymazsak, seçmen artış oranı düzgün bir dengeye kavuştu.
Özetle; Mevzuu demokrasi olduğunda (içine hangi kavramları koyarsanız koyun), memleket karnesi yirmi senelik iki dönem(1960-1980 arası, 1980-2000 arası) özelinde karşılaştırıldığı zaman, ortaya şöyle bir durum çıkıyor. Kıyaslama ne kadar mânidar, ne kadar değil, bu tartışılır. Lakin, rakamlarla elde edilen toplumsal tahliller ne kadar anlamlı ise, böylesi bir kıyaslama da o kadar ilgiye değer:
1960 ile 1977 arası dönemdeki seçimlere katılma oranı (toplamda): %71.2
1983 ile 1999 arası dönemdeki seçimlere katılma oranı (toplamda): %88.2
2002 seçimlerindeki deki oranı hatırlatalım; % 76...
Hadi durumdan vazife çıkaralım;
Demokratikleşiyoruz mu ne?
Son söz yerine; 1960 ve 1970’deki siyasi müdahalelere rağmen 4 senelik seçim trafiğine müdahale edilmemişken; 1980 müdahalesi, seçimleri yapılması gereken tarihten iki sene sonrasına, yani 1983’e ertelemiştir.
1960’tan sonraki ilk seçimde, bir önceki seçime katılım oranına göre %5’lık bir artış olmuşken, 1970’den sonraki ilk seçimde, yükselme sadece %2,5’ta kalmıştır. Peki 1980’deki darbeden sonra, bir önceki seçime göre artan seçmen oranı kaçmış, tekrarlayalım: %20.2.
Hadi durumdan bir vazife daha çıkaralım; Demokrasi eşittir seçimlere katılma oranının yüksekliği mi? Yoksa tam tersi mi? İstatistikler ortada. Ekleyelim, toplum-bilim, matematik değildir. Yine de, arada bir rakamlarla oyalanmak iyidir.