FANATİK - KOYU - HASTA - İYİ: HANGİSİ?
Çocukluğumda, yeni tanıştığım çoğu erkek bütün insanların (ister büyükler olsun, isterse akranlar) bana kaçınılmaz olarak sordukları üçüncü soru bu olurdu genellikle -- ismimden ve genellikle yaşımdan sonra. Kırsal alanları bilmem, ama benim yaşayıp büyüdüğüm büyük şehir kültüründe ve onun uzantılarının hissedildiği yerlerde bu soru, kesinlikle coğrâfi bir anlam içermezdi.
Doğduğunuz yerle, “memleket”inizle ilgili değildi; dolayısıyla siz de bir “yer” adı belirtmezdiniz (aklınıza bile gelmezdi bu) ve dolayısıyla, dördüncü olarak o pek meşhur “içinden mi?” sorusuna muhatap olmazdınız.
Bu soruyla sizin aidiyetiniz araştırılıyordu tabii. İnsanların dünyada en meraklı oldukları konu, kendilerinin -- ve diğerlerinin -- nereye ait olduğu meselesi oluyor nedense. (Son iki yüz yıldan beri de bu merakın odağını milliyet ve milliyetçilik oluşturuyor maalesef.)
Ama, işin garip yanı, benim çocukluk yıllarımda, bu aidiyet araştırmasında öncelikle merak edilen şey, hangi futbol takımını tuttuğunuzdu. “Nerelisin?” sorusundan murat edilen şey tastamam buydu. İftiharla “Galatasaraylıyım,” diye cevap verirken, hiçbir başka alan, bölge, millet gelmezdi aklıma. Öncelikle oralıydım ben, gerisinin de pek bir önemi yoktu zaten. İlkgençlik yıllarımda, durup dururken birdenbire GS-FB maçı yapılmasına karar veriliverirdi pattadanak ve her Allah’ın günü yapılan mahalle maçlarının normal gerilim ve hırs katsayısı birdenbire on katına çıkardı. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde misâli, kimliğiniz de o saat değişiverirdi: Mahallenin iyi kötü kabul |
Yaz tatillerinin geçirildiği güzel sahil kasabasının o korkunç öğle sonrası güneşi altında kavrulmuş, tuz kristallerinin yer yer elmas gibi parıldadığı aldatıcı ve haşin kırmızı toprak sahada, son dakikalarda gol yiyip takımın adına leke sürmektense, demir zımparasından kesinlikle farksız zemin üzerine kayarak topa müdahale etmeyi yeğler ve bunun sonucunda baldırınızda boydan boya açılmış üçüncü derece yanığa benzer kocaman kanlı bir yaranın katlanılmaz acısıyla eve dönerdiniz. Ama, özellikle yenmişseniz, bu yarayı neredeyse bir şeref madalyası, daha doğrusu şampiyonluk kupası gibi taşıyarak...
Aidiyet böyle birşeydi işte. Mazoşizmle karışık bir “desperado”luk durumu. İllâ günümüz deyimiyle söylersek: Fanatiklik.
* * *
Biraz daha sonraki dönemlerde, yaşımın ilerlemesinin verdiği “yetki” ve “tecrübe” duygusuna dayanarak, o üçüncü sorudan sonra, başka bir soru sorulmasına meydan vermeden, sanki sorulabilecek en doğal soru oymuş ve işte o sorulmuş gibi davranarak: “Kendimi bildim bileli,” derdim. “Kendimi bildim bileli Galatasaraylıyım ben.” “Doğma büyüme İstanbulluyum,” der gibi...
Şimdi, ağır dinozor gözüyle bakınca, içiçe geçmiş iki muazzam iddia olduğunu görüyorum burada: Birincisi, aradan ne kadar çok zaman geçerse, sanki taraftarlığın değeri de altın gibi artarmış, ya da --militer bir yaklaşımla-- zaman içinde taraftarlık “rütbesi” yükselirmiş düşüncesi. Bir tür “kıdemli Galatasaraylılık” durumu yani. İkincisi – ve asıl trajikomiği – de, insanın “kendini bilmesi”nin mümkün olabileceğine dair boş ve budalaca inanç! İşin ilginç yanı, hasbelkader Socrates’e kulak dolgunluğu ile âşina olduktan, hatta Doğu bilgelerini de iyi kötü tanıdıktan sonra da sürdürdüm ben bu söylemi. Kendimi bilir-miş gibi |
Zaman, herşeye rağmen, büyük bir iyileştirici aslında. Onun insana kesinlikle rütbe ya da kıdem kazandırdığına inanmıyorum artık (ve zaten, iflâh olmaz bir “sivil” olarak, böyle militer metaforlara da asla yüz vermiyorum). Ve gene zaman, insanın kendini tanımasına yol açmıyor elbette; bunu biliyorum. Socrates’in istediği, imkânsız birşey. Ama, zamanın, bilgelik olmasa da, bir tür “sükûnet” getirdiği söylenebilir insana, bir tür sağduyu. En azından, kendim için ve çevremdeki bazı Galatasaraylı dostlar için söyleyebilirim sanıyorum bunu.
Tam 14 yıl boyunca şampiyon olamayan Galatasaray’ı hiç eksilmeyen karşılıksız bir sevgi ile desteklediğim(iz)e bakarak ve biraz da kendim(iz)e şaşarak söylüyorum bunu öncelikle. 14 yıl! Modern Çağ’da, sür’at asrında, bir ömür demek. Ama bir ömür içinde sabır öğrenilebiliyor işte: “Renk aşkı” büyük bir sınavından geçmiş oluyor zamanın: Anormal tutkulardan, onların zorlaması ile oluşabilecek potansiyel şiddetten arınıyor; intikamlardan, küçük hesaplardan sıyrılıyor usulca. Ve bağnazlıktan! İnsan, ister istemez sistemli düşünmeye, sistemli çalışmaya, empati’ye ve en önemlisi, tolerans’a “alışıyor”. Para-şöhret-başarı üçgeninin, sonsuz kudret ihtirasının ötesinde bir noktaya bakmasını, tek standartlı olma etik ilkesini “öğrenebiliyor” – aşmayı yani.
İçimi çok burkan tek bir husus var, o da şu: O kahırlı 14 yıl boyunca bekleyip, takımın nihayet şampiyon olduğunu göremeden hemen önce hayata gözlerini yuman gerçek talihsizler olmuştur bu dünyada mutlaka. Acı kader. Ama, eğer ilâhi adalet diye de birşey varsa eğer bu kâinatta, o kardeşlerimiz de, asıl o şampiyonluktan sonra yeryüzünün bu köşesinde yaşanan harikulâde serüveni gökyüzündeki mekânlarından mutlaka seyrediyorlardır, gülümseyerek... işte böyle düşünüyorum ve böyle düşününce de içimdeki burkulma kanatlanıyor, uçup gidiyor. Ben de bu yazıyı onlara adıyor ve göklere doğru usulca üflüyorum...
Çünkü, bütün o olup bitenin uzun aradan sonra kavuşulmuş bir sevgili meselesinden, bir Türkiye lig şampiyonluğundan, güzel ve fakat “mahalli” bir “vuslat hikâyesi”nden ibaret olduğunu sanmak, hataların büyüğü olur. Mesele, 14 yıl meselesi değil, bir “devrim” meselesidir bence: “Galatasaray Devrimi”. 14 yıl sonundaki şampiyonluk, o kalkış sürecinin ilk belirtisi sayılabilirdi olsa olsa. Belki hiçbirimiz farkında değildik, ama yerkürenin “bize uzak” noktalarına doğru bir |
Bana sorarsanız, bu mâcerayı en somut şekilde simgeleyen müthiş sahne ekranlarda şöyle belirir: Altyapıdan gelip uzun ve inişli çıkışlı kariyerinin sonlarında mucizevi bir şekilde “ikinci hayatı”na başlamış Kaptan Bülent...UEFA final maçında omuzundan çıkan kolunu bedenine raptedip oyuna dönüyor, sakat bedeniyle korakor savaşını sonuna kadar sürdürüyor ve sağlam kolunda yükseltiyor kupayı... Görüntü donar.
İşte böyle bir perspektiften bakıldığında da, bütün öteki “tartışma”ların önemi birden buhar olup uçuveriyor: Avrupa liginde Türkiye’den kim, kaç maçta daha çok puan çıkardı... rakipler zayıf mıydı... şansın, hakemlerin, şâibelerin rolü neydi...tribünlerdeki aşağılamaların intikamı alınmalı mıydı ... formaları irili ufaklı yıldızlarla mı donatmalıydık... Federasyon başkanı kiminle telefonda konuşmuştu... Hepsi, hepsi evet -- buhar olur.
* * *
Şimdi artık kendime bir minik “taraftarlık kronoloji”si çıkartmayı deneyebilirim belki:
Evet, bir zamanlar -- hadi ona "tarih-öncesi" dönemi diyelim -- fanatik bir Galatasaraylıydım: Kendini ve hasmını tahrip etme eğilimlerini bağrında barındıran bağnaz biri. Ardından, “hasta Galatasaraylı” olduğum dönem geldi. Rakip ya da hasımlarıma zarar verme potansiyelimin giderek ortadan kaybolduğu bir dönemdi bu. Ama, pek çok hastalıkta olduğu gibi, kendim ve dolayısıyla “hasta yakınları”m için üzüntü kaynağı olmayı sürdürüyordum. Ardından, “koyu Galatasaraylılık” dönemi geldi. Neyin koyu, neyin açık olduğunu belirleyecek objektif bir renk paleti sözkonusu olamayacağı için, kendim dahil kimsenin kolay kolay anlamdıramayacağı bir belirsizlik durumu da denebilir; ama, en azından “kâr-zarar” hesabı bakımından bir dengenin kurulduğu da söylenebilirdi. Bu dengeli ama renksiz, adı üstünde belirsiz dönem, ne zaman geldi, ne zaman gitti orası pek belli olmadı doğal olarak.
Ama epey bir süredir “iyi Galatasaraylı”lık dönemindeyim. Fanatik, koyu, ya da hasta değilim; Açık Radyo’daki programlarımda öteki her kurum ya da kişinin insanlık hallerine ne kadar şaşkın ve gülümseyerek bakmaya çalışıyorsam aklım sıra, Galatasaray’ınkilere de öyle bakmaya çalışıyorum. Neyse o. Onun için, Fenerbahçe dört yıl aradan sonra şampiyon olduktan sonra, bir Galatasaraylı olarak bu konuda kapsamlı bir program yapmama şaşırdığını söyleyen Fenerli dostların şaşırmalarına da ben şaşırıyorum ve gülümsüyorum, sevecenlikle. “İyiyim” dedim ya.
(Galatasaray Dergisinin No: 2, Ağustos 2002 sayısında yayımlanmıştır.)