İçimizdeki ve dışımızdaki mültecilik

-
Aa
+
a
a
a

22 Haziran 2011Taraf Gazetesi

20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü’dür! Bu dünyada, neredeyse her olaya bir gün tahsis edilmiştir. Takvim, tıka basa doludur; bazı sayfalar birden fazla “gün”e işaretlenmiştir. Ne işe yarar bu “günler” ya da bir işe yarar mı sahiden?

Bu “günler”e, en fazla, kutlama ya da anma/hatırlama işlevi yüklenir. Başka şeyler de vardır herhalde, ama en yüzeyde ya da en gözde olanlar bunlardır.

“Kutlama” konusunda emin değilim, lakin “hatırlama”nın bir şeye yaradığına inanırım. Esasen kutlama dediğimiz şey de, bir yaşanmışlığa/hatıraya açık bir gönderme değil midir? Daha da öteye gideyim: Sevinç halleri, mutluluk gülüşleri, eğlence merasimleri de, ancak “hatırlama” dolayımıyla imkân ve anlam evreninde bir yer bulabilirler kendilerine. Bu yüzden, Luis Buñuel’in şu sözleri, hiç abartılı gelmez bana:

“Hafızanın yaşamlarımızı yapan şey olduğunu fark etmek için, parça parça da olsa, hafızanızı yitirmeye başlamanız gerekir. Hafızasız yaşam, yaşam değildir... Hafızamız; tutarlılığımız, aklımız, duygumuz, hatta eylemimizdir. Onsuz birer hiçiz...”

Peki, neyi hatırlatır bana Dünya Mülteciler Günü ya da neyi hatırlatmalı bize? Önce isimden başlayalım!

Mülteci deyince; yollara düşünmüş, belki kamyonlara, belki ilkel tekneler doluşmuş perişan insanlar, kamplar, kaçaklık gibi manzaralar gelir çoğu kişinin aklına. Kanıksanmıştır bu görüntüler; fazla bir kıpırtı yaratmazlar başkalarının duygu dünyasında. Günlük dilde, terimin teknik ayrıntıları bir üzerinde durulmaz; hepsine birden “mülteci” ismi verilir.

Suretleri, hayat tasavvurları, etnik aidiyetleri, ırkları, dinleri, siyasal tercihleri birbirinden çok farklıdır elbet; ama onları birleştiren bir nokta var: Yeşerdikleri ve yaşadıkları toprakları, hayatı birlikte kurup paylaştıkları insanları, öykülerinin sıcak kaynaklarını, güç bela birikmiş yarına dair umutlarını terk etmek zorunda kalmış olmak!

Hannah Arendt’in belirttiği gibi, büyük kalabalıklar oluştursalar da mülteciler, her şeyin yolunda gittiği bir dünyada bir anomali, bir sapma olarak görülürler. Sanki kendi kaçışlarına yol açan nedenleri kendileri yaratmışlar; savaşı, savaşlarda kullanılan silahları; zorbalığı, zorbaların kullandığı zulüm yöntem ve araçlarını; açlığı ve açlığa sebep sömürüyü kendileri icat etmişler gibi! Sanki bütün bunlar bu dünyanın normalliği değilmiş gibi! Bunların hepsi hafızadan kovuluyor; bilgisayar çağı insanının kolaycılığıyla bir tuşa basıp çöp kutusuna yollanıyor! Unutuverdik mi, herşey daha kolay! Sonrası hakikaten kolay: Biz “normal” insanlar hiçbir şeyden sorumlu değiliz! Bütün kabahat başkalarında, hatta bizzat kurbanların/mağdurların kendisinde; mülteci dediğimiz bu anormal insanlarda...

Dünya Mülteciler Günü, evvela bu unutturma melanetine ve onun kötülük dallarından biri olan sinizme karşı çıkmak için vesile kılınabilir, kılınmalı.

Hatırlanacak, hatırlatılacak ne çok şey var bu “gün”de. Burnumuzun ucundaki taze acı mesela; Suriye’deki zulümden ya da zulüm veya ölüm korkusundan kaçıp “sınırlarımız”a dayanan, sonra da içeri buyur edilen binlerce insan!

O insanların iç dünyalarında kopan fırtınaları görmeyi bir kenara bıraktım, onların çıplak varlığını ne kadar görebiliyoruz acaba? Angelina Jolie gelmezse, haber değeri bile taşımayacaklardı neredeyse?

Bir de “sınırlar” meselesi var! O insanların, zulümden veya korkudan kurtulmak için aştıkları sınırın nedir hakikati; nerelerimizden geçer o hat?

Sınırlar demişken; kendi içimizde, yaşadığımız toprakların dününde ve bugününde çizdiğimiz sınırlar, o sınırlarla parçaladığımız hayatlar düşüyor aklıma. 1915’te başlayan büyük sürgün ve korkunç kıyım, bu sınırların ve parçalanmışlığın temelinde yer alıyor.

O tarihte olup bitmedi herşey; büyük, çok büyük bir yara kaldı o dehşet günlerinden bugüne. Ermenilerin yüz binlercesi, hayattan koparılıp toprağın altına, köklerinden koparılıp başka topraklara “tehcir” edildiler! Lakin bu toprağa, yani köklerine tutunanlar, “burada” kalanlar da oldu. Kaldılar ama, benliklerinden sürgün edilme pahasına. İsimlerinden, dinlerinden, dillerinden sürüldüler; başka isimlere, dinlere, dillere mülteci edildiler. Ve bu toplumun “normal” insanları, ya bunu hiç bilmediler ya bilmezlikten geldiler ya da bilip reva gördüler

Hepsi birbirinden kötü! Zira bu zulmün etkisi öyle derin ki; bu toplumun hafızasını iğdiş etmiş, benliğini parçalamış ve dolayısıyla vicdanını kirletmiştir.

Bu topraklarda isminden, dilinden, dininden sürülen diğer insanları hatırlatmaya yer kalmadı. Bugün artık hepimiz biliyoruz kimler olduklarını bu içimizde yarattığımız iç dünya mültecilerinin!

Mültecileri ve mülteciliği hatırlatmak, “normal” dünyanın “normal” insanlarını huzursuz eder, öfkelendirir. Bu hâl; sakın mülteci denen “anormaller”in varlığında ve hafızasında vücut bulan aynanın, normallerin normallik saydıklarının içindeki bütün kirleri göstermesinden kaynaklanıyor olmasın?

Hatırlama, aynı zamanda bir eylem çağrısıdır. Bu kirden kurtulmak için, iyi bir eylem şekli biliyorum, Murathan Mungan’ın dizelerinden süzülen:

sorgulamak kendimizi

öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi

öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini...