12 Ocak 2011Taraf Gazetesi
Sadece şu son çeyrek asırda bile, üzerinde yaşadığımız toprakların altına çok fazla acı gömüldü. Toprağın altı huzursuz ölülerle dolu! Ölülerin huzursuzluğu, biz onları unutmaya meylettikçe daha da artıyor. Belki de o huzursuzluğun asıl sebebi, bizim onları unutmaya çalışmamız. Unutmanın mümkün ve kolay olduğunu sanıyoruz. “Hafıza-i beşer nisyanla maluldür” diye buyuran deyişlerimiz, “unutmak kolay mı deme, unutursun...” diye başlayıp giden türkülerimiz, bu inancımızı yansıtıyorlar. Ama yanılıyoruz! Unutmak kolay değil, hatta çoğu zaman mümkün değil!
Geçmiş, hafıza ve hatırlama konularında çok önemli eserler vermiş değerli bilim insanı Aleida Assmann, bu durumu şöyle açıklar: “Unuttuğumuz pek çok şey ebedî olarak yitip gitmez; yalnızca geçici olarak erişim alanımızın dışına çıkar. Unutma olarak adlandırdığımız durum, aslında şifresini kaybettiğimiz bir bölmenin içeriğiyle ilişkilidir. Bu bölmede, güncel bağlamları ve bağlantıları ortadan kalkmış ya da kaldırılmış olaylar yer alır. Bu şifre beklenmedik bir anda geri dönebilir ve o bölmede yer alan yaşanmışlıkların hafızanın yüzeyine çıkmasını sağlayabilir.”Nietzsche, aynı döngüyü başka ifadelerle tasvir eder: “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylara bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, bir yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider –birden yeniden insanın kucağına geri döner. İşte o zaman insan ‘hatırlıyorum...’ der...”
Önce Hizbullah tahliyeleri, sert bir şamar gibi indi suratlarımıza. Hunharca katledilen, tarifsiz eziyetlerle veya diri diri toprağa gömülen yüzlerce insanın huzursuz ruhu, bir karabasan gibi semalarımızı sardı. Kızdık, öfkelendik, sorumlular aramaya koyulduk! İşaret edilen her sorumlu, bir başkasını suçladı!
Doğrudan sorumluluk bahsinde, hükümetin de yargının da alnı ak değil! Lakin bütün sorumluluğu bu iki adrese havale etmek de çok fazla kolaycı, hatta kurnazca bir davranış olmaz mı? Bir bütün olarak bu toplumun, tek tek her birimizin hiçbir günahı yok mu? Bugün tahliyelere tepki gösterenlerin çoğu, o vahşetler yaşanırken sessiz kalmamışlar mıydı? Daha da ileri gidip, Hizbullah, PKK’yı yok ediyor diye sevinmemişler miydi? “Dinsizin hakkından imansız gelir” diyerek ellerini memnuniyetle ovuşturmamışlar mıydı? Birkaç zaman sonra, sanki bütün bunlar yaşanmamış ve o zulmün kurbanları hiç yaşamamışlar gibi yapmadık mı hep birlikte? Bu toprakların altı çok huzursuz! Bakın, daha geçen gün Bitlis’in Mutki ilçesinde çöplük olarak kullanılan bir arazide kazılar yapıldı. Cumhuriyet savcısının kararıyla dört noktada başlatılan kazıların ilkinde 12 insana ait kemiklere rastlandığı belirtiliyor. Bir “toplu mezar”la karşı karşıyayız.
Daha önce de başka yerlerde kazılar yapılmış, “toplu mezarlar” çıkarılmamış mıydı? Sahi “asit kuyuları”yla ilgili çalışmaların akıbeti ne oldu?
Bu toprakların bir bölümü “ölüm tarlası”na dönüştürülmüş. “Ölüm tarlaları” hazırlanırken, kimilerimiz havaya bakıp ıslık çaldı, kimimiz zil takıp oynadı. Ama işte toprak sakinleşmiyor, ölüler huzur bulmadıkça. Ayağımızı bu topraklara huzurla basamıyoruz o zaman. Altında binlerce insanın huzursuz yattığı toprakların üstünde de huzur olamaz!
Peki, ne yapabiliriz ölüleri huzura, toprağı sükûnete kavuşturmak için? Bu tecrübeleri yaşamış toplumların denedikleri ve epeyce de başarı elde ettikleri bir yol var: Hakikati arayıp bulmak! “Ölüm tarlaları”nı yaratan sistemin nasıl işlediğini, o tarlaya ölü taşıyanların kimler olduklarını; kimi nerede ne zaman nasıl katlettiklerini; bunları yaparken kimlerden emir aldıklarını, kimler tarafından korunup kollandıklarını ortaya çıkarmak!
Bunun için Hakikat Komisyonu diye bilinen bir model var önümüzde. Toplumsal barışı hakikat ve adalet temelinde kurma arayışlarından doğan ve bu amaca ulaşmada önemli katkıları olmuş bir model!
Aslında biraz da mecburiyetlerin ve çaresizliklerin yarattığı bir çare olarak da düşünebiliriz hakikat komisyonu modelini. Devlet terörüne maruz kalmış ya da kitlesel şiddet deneyimi yaşamış toplumlar, bu dönemlerin ardından, geçmişteki ağır insan hakları ihlalleri ve vahim suçlarla uğraşmak istediklerinde, klasik/geleneksel hukuksal araçların (zamanaşımı, delillerin karartılmış olması, yargı organlarının isteksizliği ve ataleti gibi) çeşitli nedenlerle yetersiz kaldığı veya işlevsel olmadığı gerçeğiyle karşılaştılar.
Türkiye için somut bir hakikat komisyonu modeliyle ilgili çalışmalar yapıyorum. Bu çalışmaların sonuçlarını bazen bu köşede de aktaracağım. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, hakikat komisyonu, yargılama imkânlarını bir kenara bırakmayı gerektirmez; tam tersine, geçmişteki suç ve ihlallerle ilgili görevini ve işlevini yerine getirmesi için yargıya destek olur, çoğu zaman da onu zorlar. Hakikat komisyonu, ancak kararlı bir siyasi irade ve güçlü bir toplumsal talep olursa kurulabilir ve işlevlerini yerine getirecek şekilde işleyebilir. Bu konuda parlamentoya büyük bir sorumluluk düşüyor. BDP, bu yöndeki taleplerini somut çalışmalarla destekleyerek kamuoyunun ve parlamentonun gündemine taşıdı. Şimdi sırada AKP ve CHP var!
Toprağın altına huzur, üstüne barış getirmek için daha fazla beklemeyelim!