HSYK üzerinde ideolojik kavga

-
Aa
+
a
a
a

18 Nisan 2010Star

 

Geçen haftaki yazımda, AK Parti milletvekillerince sunulan anayasa değişikliği teklifinin, Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin hükümleri üzerinde durmuştum. İlginçtir ki, teklifin HSYK’ya ilişkin hükümleri üzerindeki çatışma, Anayasa Mahkemesi’ne ilişkin tartışmalardan da daha yoğun ve ateşlidir. Bu teklifle, yargının kuşatılacağı, fethedileceği, siyasi iktidarın hizmetine sokulacağı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılmış olacağı iddia edilmektedir.

 

Yargının bağımsızlığının, demokrasilerde korunması gereken temel bir değer olduğunda kuşku yoktur. Ancak bu bağımsızlığı, sadece kurum olarak yargının, yasama ve yürütme organları karşısında bağımsızlığı olarak değil, aynı zamanda birey olarak her hâkimin, sadece bu siyasi organlardan değil, yargının kendi içinden veya toplumun diğer çevrelerinden gelebilecek baskılara karşı da bağımsız olması anlamında anlamak gerekir. Bu konudaki Avrupa normlarının neler olduğunu tespit edebilmek için, Avrupa Konseyi’nin iki önemli kuruluşu olan Venedik Komisyonu ve Avrupa Hâkimleri Danışma Konseyi’nin raporlarından hareket etmek yerinde olacaktır.

 

Vendik Komisyonu’nun 11-12 Aralık 2010 tarihli toplantısında kabul ettiği “Yargı Sisteminin Bağımsızlığı Hakkında Rapor: Bölüm I: Hâkimlerin Bağımsızlığı” başlıklı raporunda, “yargının kendi içindeki iç bağımsızlık, uluslararası metinlerde dış bağımsızlık sorununa kıyasla daha az ilgi çekmiştir. Bununla birlikte, ondan daha az önemli gibi görünmemektedir” denilmektedir (para. 66). Gene aynı rapora göre, “iç yargısal bağımsızlık ilkesi, birey olarak her hâkimin bağımsızlığının, hâkimler arasında bir tâbîlik ilişkisiyle bağdaşamayacağı anlamına gelir” (para. 70). Aynı konuda Avrupa Hâkimleri Danışma Konseyi (CCJE) de, “yargı bağımsızlığına karşı bir iç yargısal hiyerarşiden gelebilecek potansiyel tehdit”e değinmekte ve “yargısal bağımsızlık sadece uygunsuz dış etki karşısında hürriyet değil, aynı zamanda bazı durumlarda diğer hâkimlerin tutumundan kaynaklanabilecek uygunsuz iç etki karşısında da hürriyet” anlamına gelir demektedir (para. 67).

 

Yargının iç bağımsızlığı

 

Türkiye’deki tartışmalarda sadece dış bağımsızlık üzerinde durulup, iç bağımsızlıktan hemen hemen hiç söz edilmemekte olması ilginçtir. Esef verici Kayasu ve Sarıkaya kararlarının, HSYK’nın yürütmeyi temsil eden üyeleri tarafından değil, hâkim üyeleri tarafından alındığı hatırlardadır.

 

Hâkimin iç bağımsızlığı, onun tarafsızlığı sorunu ile de yakından ilgilidir. Tarafsızlık, sadece psikolojik bir durum, bir ruh haleti sorunu olarak ikinci plana atılabilecek bir kavram değil, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin çeşitli maddelerinde yer verilen hukukî bir kavramdır (aynı yönde, Taha Akyol, “Yarsav Başkanı Hanımefendi,” Milliyet, 2 Nisan 2010). Aslında bağımsızlığın başlıbaşına bir amaç olarak değil, tarafsızlığın bir aracı olarak önem taşıdığı da söylenebilir. Gene Venedik Komisyonu’nun anılan raporuna göre, “bağımsız hâkimler olmaksızın, hak ve hürriyetlerin doğru ve hukuki uygulanması mümkün olmaz. Dolayısıyla, yargının bağımsızlığı, kendi başına bir amaç değildir. Bu, hâkimlerin kişisel bir ayrıcalığı olmayıp, hâkimlere, halkın haklarının ve hürriyetlerinin koruyucusu olma rollerini yerine getirebilmelerini sağlama ihtiyacıyla haklılık kazanmaktadır” (para. 6).

 

Bütün bu düşünceler bir yana, yargının dış (yani yasama ve yürütme organları karşısındaki) bağımsızlığının da büyük önem taşıdığından elbette kuşku duyulamaz. Bunun nasıl sağlanacağı konusunda, Venedik Komisyonu’nun 2007 tarihli “Yargısal Atamalar” başlıklı raporunda belirtildiği gibi, Avrupa’da tek bir model yoktur. Eski demokrasilerde bazen yürütme organı, yargısal atamalarda “belirleyici bir etkiye sahipse” de, “uzun bir dönem içinde oluşmuş bulunan hukuk kültürü ve gelenekler bu yetkileri sınırlandırmakta” ve “bu sistemler uygulamada iyi işleyebilmektedirler.” Buna karşılık komisyon, bu gibi gelenekleri geliştirememiş olan yeni demokrasilerde, “oluşumu, yetkileri ve özerkliği anayasal güvencelerle donatılmış bir yargı konseyinin kurulmasını, yargı bağımsızlığını garanti edecek uygun bir yöntem” olarak görmektedir (para. 44-49).

 

Bu konseylerin oluşum tarzına gelince, komisyona göre, “yargı konseyi üyelerinin önemli bir bölümü veya çoğunluğu, yargı organı tarafından seçilmelidir. Yargı konseyinin demokratik meşruluğunu sağlamak için, diğer üyeler parlâmento tarafından, uygun hukukî niteliklere sahip kişiler arasından seçilmelidir. Yargı organı içinde korporatizmin olumsuz etkilerinden kaçınabilmek için, bir yanda yargı bağımsızlığı ve kendi kendini yönetim ile öte yanda yargı organının zorunlu hesap verirliği arasında denge kurulmalıdır” (para. 50, 51).

 

Görülüyor ki, Venedik Komisyonu, yargı konseyinin demokratik meşruluğunu sağlamak amacıyla bir kısım üyelerinin parlamentolar tarafından seçilmesini gerekli görmekte, yargı organınca seçilecek üyelerin çoğunlukta olmalarını bile şart koşmamaktadır (önemli bir bölümü veya çoğunluğu”). Venedik Komisyonu bu görüşünü, 2010 tarihli raporunda da tekrarlamıştır: “Her durumda konsey, çoğunluğu olmasa bile önemli bir bölümünün hâkim olduğu, çoğulcu bir yapıya sahip olmalıdır. Tabii üyeler hariç olmak üzere, bu hâkimler, eşitleri tarafından seçilmeli veya atanmalıdır” (para. 32).

 

Karma bir yapı olmalı

 

CCJE de, 10 numaralı görüşünde, konseyde, “diğer hâkimlerce demokratik şekilde seçilen önemli bir yargısal temsil”in bulunması gerektiğini, konseyin ya sadece hâkimlerden oluşabileceğini veya “hâkimlerle hâkim olmayanlardan oluşan karma bir yapı”ya sahip olabileceğini belirtmektedir. CCJE’ye göre, “her iki halde de, kendi çıkarına çalışma, kendini koruma ve kayırmacılık algılamalarından kaçınılmalıdır...

 

CCJE’ye göre böyle karma bir yapı, hem kendi çıkarına çalışma, kendini koruma ve kayırmacılık algısından kaçınmak, hem toplumdaki değişik görüşleri yansıtarak, yargı organına ek bir meşruluk kaynağı sağlamak avantajlarına sahip olacaktır” (para. 16, 19).

 

Adaleti kim denetleyecek?

 

Venedik Komisyonu’nun 2007 tarihli “Yargısal Atamalar” başlıklı raporunda da bu hususlara ek olarak şu tespit ve tavsiyelerde bulunulmaktadır: a) Yargı konseylerinin disiplin kararlarına karşı bağımsız bir mahkemeye başvurma yolu açık olmalıdır (para. 25). b) Yargı konseylerinin, yargısal sistemin tüm yönetimini üstlenmesi şart değildir ve bu, Adalet Bakanlığına bırakılabilir (para. 26). c) “Genellikle yargı konseyleri, yargı mensubu olmayan ve diğer iktidar dallarını ya da akademik veya profesyonel sektörleri temsil eden üyeleri de içlerine alırlar. Böyle bir oluşumu haklı kılan şey, adaletin kalite ve tarafsızlığının denetiminin, belli bir hâkimin çıkarlarının ötesine geçen bir şey olmasıdır. Konseyin bu denetimi gerçekleştirmesi, vatandaşların, yargının yönetimine olan güvenlerinin artmasına neden olur. Üstelik yargısal üyelerin ezici üstünlüğü, ‘korporatist yönetim’ risklerine ilişkin kaygılar uyandırabilir” (para. 30). d) “Böyle bir organın oluşumuna, yasama organının katılımı, ayırt edici bir niteliktir. Demokratik ilkelerle yönlendirilen bir sistemde, Yargı Konseyinin, Parlamentoca ifade edilen halk iradesiyle ilişkilendirilmesi, mâkul görünmektedir” (para. 31).

 

Üye çoğunluğu hakimlerde

 

Bu Avrupa normları nazara alındığında, anayasa değişikliği teklifindeki HSYK’ya ilişkin hükümlerin niçin bu derece fırtına yarattığını anlamak güçtür. Teklifin 22. maddesi, yürürlükteki Anayasanın 159. maddesinin şu şekilde değiştirilmesini öngörmektedir: “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yirmi bir asıl ve on yedek üyeden oluşur: üç daire halinde çalışır. Kurulun başkanı Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı kurulun tabii üyesidir. Kurulun, dört asıl üyesi, nitelikleri kanunda belirtilen; yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri, üst kademe yöneticileri ile avukatlar arasından Cumhurbaşkanınca; üç asıl ve iki yedek üyesi, Yargıtay üyeleri arasından Yargıtay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi, Danıştay üyeleri arasından Danıştay Genel Kurulunca, bir asıl ve bir yedek üyesi, Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulunca kendi üyeleri arasından, yedi asıl ve dört yedek üyesi, birinci sınıf olup birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve savcıları arasından adlî yargı hâkim ve savcılarınca, üç asıl ve iki yedek üyesi, birinci sınıf olup birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş idari yargı hâkim ve savcıları arasından idari yargı hâkim ve savcılarınca dört yıl içinde seçilir.”

 

Görülüyor ki, teklif kurulun karma yapıda olması, fakat üye çoğunluğunun hâkimlerde bulunması yönünden, yukarıda özetlenen Avrupa normlarına tamamen uygundur. Gerçekten, 21 üyeden ancak ikisi (Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı) yürütme organı mensubudur. Yürürlükteki düzenlemede bu iki tabii üyenin toplam yedi kişilik bir grupta görev yaptıkları düşünülürse, şimdi yirmi bir kişilik bir kurulda bu etkinin çok daha sınırlı olacağı açıktır. Kaldı ki, önerilen düzenlemede kurulun üç daire halinde çalışması ve Başkanın (Adalet Bakanı) daire çalışmalarına katılamayacağı öngörüldüğüne göre, Adalet Bakanı’nın rolünün büyük ölçüde temsili ve sembolik olacağı anlaşılmaktadır. Kurulun toplam yirmi bir üyesinden on dördü hâkimler tarafından (dördü Yargıtay ve Danıştay, onu adlî ve idarî yargı hâkim ve savcıları) seçilen hâkim ve savcılardan oluşmaktadır. Bu, yaklaşık üçte ikilik bir çoğunluk teşkil etmektedir. Üstelik bu üyeler, şimdi olduğu gibi Yargıtay ve Danıştay Genel Kurullarınca önerilen üçer aday arasından Cumhurbaşkanınca değil, anılan kurumlar tarafından doğrudan doğruya seçilmektedir. Böylece, üyelerin seçiminde Cumhurbaşkanının rolünün kaldırılmış olması, olumlu bir değişikliktir. Gene olumlu bir değişiklik, yüksek mahkemelerce seçilecek üyelerin bu mahkemeler tarafından, adli ve idari hâkimler ve savcıların da gene adli ve idari hâkim ve savcıları (yani Avrupa normlarına uygun olarak, “kendi eşitleri”) tarafından seçilmeleridir.

 

HSYK kast olmaktan çıksın

 

Böylece, teklife göre HSYK, sadece iki yüksek mahkemenin kendi seçtikleri üyelerden oluşan kapalı bir kast sisteminden, ya da korporatif bir yapı olmaktan önemli ölçüde uzaklaştırılmış, daha temsili ve çoğulcu bir yapıya kavuşturulmuş olacaktır. Kurulun yapısında adlî ve idari yargı hâkim ve savcılarının seçtikleri üyelere toplam 10 asıl ve 6 yedek üyelik gibi belirleyici bir yer sağlanmış olması, kurulun sadece iki yüksek mahkemeyi değil, yargının tümünün temsilini gerçekleştirmesi açısından çok olumlu bir reform olacaktır. Bunun dışında, kurulun kendi sekretaryasının olması, müfettişlerin Adalet Bakanlığı’na değil, kurulun kendisine bağlı bulunması, kurul kararlarının yargı denetimine açık olması gibi, yıllardır başta yüksek yargı mensupları olmak üzere çeşitli çevrelerin dile getirdikleri temenniler de yerine getirilmiş olmaktadır.

 

Düzenlemenin eleştirilebilecek yönleri konusunda ise, Anayasa Mahkemesinin oluşum tarzına ilişkin eleştirilerimde de (Bir Kaşık Suda Yargı Fırtınası,” Star, Açık Görüş, 11 Nisan 2010) belirttiğim gibi, TBMM’ne hiç rol tanınmamış ve yapılacak seçimlerde ancak bir aday için oy kullanılabileceğinin öngörülmüş olması eleştirilebilir. Bu son nokta, kendi kurumunun veya camiasının pek az desteğine sahip kişilerin HSYK üyesi olmalarıyla sonuçlanabilir. Keza, HSYK kararlarının sadece meslekten ihraçla değil, diğer disiplin cezalarıyla ilişkili olanlarının da yargı denetimine tâbi tutulması, yükseköğretim kurumları öğretim üyeleri arasından seçilebilecek üyelerin münhasıran hukuk dallarından gelmeleri, “üst kademe yöneticiler” kategorisinin tümüyle kaldırılması temenni edilirdi.

 

Bu gibi bazı teknik kusurlarına rağmen, teklifteki HSYK ile ilgili hükümlerin, Avrupa normlarıyla tamamen uyumlu olduğunda ve demokratikleşme sürecimiz açısından olumlu bir adım teşkil ettiğinde kuşku yoktur. Bu önerilerin yargı bağımsızlığını ve kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracak nitelikte olduğunun ileri sürülmesi, hukuki ve bilimsel gerekçelerle değil, ancak Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu siyasi kutuplaşma atmosferi ile açıklanabilecek bir husustur. Öyle görünüyor ki, bazı çevrelerin gözünde yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı, kuvvetler arasında “medeni bir işbölümü” değil, yargının yasama ve yürütme karşısında mutlak ve kayıtsız şartsız üstünlüğüdür. Bunun da uluslararası literatürdeki adı, çoğulcu veya anayasal demokrasi değil, “jüristokrasi,” ya da “hâkimler hükûmeti”dir.