27 Eylül 2010
15 Eylül 2010. Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın geçen yıl vermeye başladığı Hrant Dink ödülleri, Hrant'ın 56. yaşgününde, Türkiye Vicdani Ret Hareketi ve İspanyol savcı Baltasar Garzón Real ile buluşuyor. Tarihi bir an. Zamanında "sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkûm edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor" diyen Hrant Dink'in ismi, suskunluğa mahkum edilen, görmezden, duymazdan gelinen vicdani ret hareketinin sesi oluyor, birlikte çıkış yolu arıyorlar.
Bu ödül Türkiye'nin vicdani ret kavramıyla tanışmasının 20. yılına denk geliyor. 1990'da Sokak dergisi Tayfun Gönül ve Vedat Zincir'in vicdani ret açıklamalarını yayınladığında bu kavram kimsenin sözlüğünde yok. Neden mi? Vedat Zincir'in vicdani ret açıklaması bu gecikmeyi anlamamıza yardımcı olacak pek çok ipucu veriyor:
Adım Vedat Zencir. Hayatımı şiddetten uzak ve her tür emir komuta zincirinden uzak yaşamaya kararlıyım.... Yirmi yaşımdan beri, kendimi ne zaman bir asker olarak düşünsem, mideme kramplar giriyor. Emir komuta zinciri altında yaşamak benim karakterime ve duygularıma tamamen aykırıdır. Dahası, kendimi insan öldürmeye hazırlamayı (insan öldürmek için eğitilmeyi) düşünemiyorum bile. Bilmiyorum. İnsan bana göre kutsaldır fakat dini nedenlerden ötürü değil. Dini bağlamının tamamen dışında olarak her bir insan hayatının kutsal olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle kendimi insanları öldürme üzerine kurgulanmış hiçbir kurum veya yapı içinde düşünemiyorum. Kendi değer yargılarıma göre bir hayat sürdürmek benim doğal hakkımdır. Üstelik benim değerlerim çok basittir. Ben şiddet istemiyorum. Emir komuta zinciri altında yaşamak istemiyorum.
Her türlü şiddete karşı duran seküler bir vicdan dilinin Türkiye tarihinde pek bir karşılığı yok - ne hakim siyaset, ne de muhalif siyasi söylemler ve yapılanmalar nezdinde. Siyaseti ve hayatı emir-komuta zincirinden bağımsız düşünmek kolay değil. Bir tür şiddeti kullanmayan veya meşru görmeyen siyasi duruşlar tarihsel olarak "marjinal", "naif", "hayalperest" algılanagelmiş. Dilimizde vicdani ret kadar yeni bir kavram olan "militarizm" de genellikle "ötekinin" militarizmini tanımlamak için kullanılıyor. Kimileri için "PKK terörizmi", kimileri için "Türk militarizmi" sorun teşkil ediyor. Oysa vicdani retçiler tam 20 yıldır "silah kuşanıp askere de gitmeyin, silah kuşanıp dağlara da çıkmayın" diye sesleniyorlar vicdanlara (bkz. İnci Ağlagül, www.savaskarsitlari.org, 4 Temmuz 2006).
İnsan öldürmeye dayalı her türlü siyaseti, yapıyı, kurumu, söylemi reddeden bu "marjinal" duruş pek çokları tarafından "kolaycılık" veya "pasifizm" olarak yaftalanarak öteleniyor. Oysa bu duruş ne kolay, ne de "pasif" kalmaya dayalı. Aksine, her türü ezberi bozarak herkesi rahatsız etmeyi, her an mücadele etmeyi, akla gelmeyecek bedeller ödemeyi içeriyor: Osman Murat Ülke, Mehmet Tarhan, Mehmet Bal, Halil Savda gibi aylarını, yıllarını kışla-askeri cezaevi-askeri mahkeme üçgeninde geçirmeyi ve bu süreçte her türlü kötü muameleye tabi tutulmayı; kimlik kartı, ehliyet, pasaport çıkaramamayı; yurtdışına çıkamamayı; yurtiçinde seyahat etmekte zorlanmayı; banka hesabı açamamayı; kira kontratı yapamamayı; çocuğunu kendi adına nüfusa kaydettirememeyi; yasal koşullarda istihdam edilememeyi; iş kuramamayı; sigortadan, devlet hastanelerinden ve diğer kamu olanaklarından faydalanamamayı; adalet mekanizmalarına başvuramamayı; her türlü jandarma ve polis aramasında kalp çarpıntısı yaşamayı; geleceğe dönük hiçbir plan yapamamayı; sevdiklerine hiçbir söz ve güvence verememeyi içeriyor Türkiye'de vicdani retçi erkeklerin hayatı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin deyimiyle bir çeşit "sivil ölüm" bu.
Vicdani retçi erkekler 20 yıldır sivil ölümü öldürmeye yeğliyorlar. Bunu da sayıları 1990'larda yüzbinlere ulaşan "asker kaçakları"ndan farklı olarak dile dökerek, siyasete dökerek yapıyorlar. Vicdani retçilerin derdi kendilerini kurtarmak değil, militarizme teslim olmuş, şiddeti meşrulaştıran siyasi tahayyüllerin ötesine geçen "başka" bir siyaset, yaşam, dünya hayal etmek, bunu da tüm engellere rağmen hayata geçirmek.
Vicdani reddin Türkiye'deki tarihi çok uzun değil ama dünyadaki vicdani ret hareketine önemli katkıları var. 2004, 2005 ve 2006'da İstanbul, İzmir ve Ankara'da düzenlenen ve kentin militarist mekanlarında yapılan çeşitli etkinliklerden ve protestolardan oluşan Militurizm festivalleri veya vicdani retçi pilav günleri buraya özgü yaratıcı aktivizm örneklerinden bazıları. Ama Türkiye vicdani ret hareketinin belki de en önemli ayırdedici özelliği, daha ilk günlerinden başlayarak kadınların aktif katılımıyla şekillenmiş olması ve 2004'ten bu yana "kadın vicdani retçileri" de içinde barındırması. Ferda Ülker'in 2005'te İzmir Militurizm Festivali sırasında yaptığı ret açıklaması kadınların vicdani reddinin ne anlama geldiğini çok iyi özetliyor:
Vicdani ret hareketi, yalnızca 'zorunlu askerlik hizmeti'ne karşı yürütülen bir mücadele değildir... Biz kadınların bu harekette 'destekçi' konumundan daha fazlasına dair sözümüz ve duruşumuz var. Vicdani ret militarizme ve onun bütün yüzlerine karşı doğrudan bir karşı duruşun adıdır. Militarist düşünce sadece 'askeriye'nin sınırları içinde kalmayıp, günlük hayatın içine de yedirilen 'militer' bir dünya kurgular. Ki bu kurguda; kadınlık aşağılanır, kadınlar genellikle görmezden gelinir, yok sayılır.... Hele bu coğrafyada yaşayan kadınlar için militarizm, hayatın her ayrıntısında, çağrısız ve arsız bir misafir gibi hep 'mevcut(lu)'dur. Sokakta, evde, işte, ilişkilerimizde, mücadele alanlarımızda... ve her yerde. Dün olduğu gibi bugün de, elimden geldiğince, gücüm yettiğince, militarizmin gizli - açık, her türlü görüntüsüne karşı mücadele edeceğimi ve mücadele eden herkesle dayanışma içinde olacağımı ilan ediyorum.
Vicdani reddi zorunlu askerliğin reddiyle sınırlamayıp militarizmin gizli-açık yüzleriyle mücadeleye dönüştüren bu yaklaşım, militarizmin toplumsal cinsiyet hallerini görünür kılıyor; önemli bir direniş alanı tanımlıyor. Kadın vicdani retçiler bize şunu gösteriyorlar: Toplumsal cinsiyete bakmadan, kadınları ciddiye almadan ne militarizmin tam olarak nasıl işlediğini anlayabiliriz, ne de kapsamlı, hayata değen antimilitarist bir mücadele geliştirebiliriz.
Bu mesaj yalnızca Türkiye'de yankı bulmuyor, aynı zamanda dünyanın en eski antimilitarist oluşumlarından biri olan War Resisters International (Uluslararası Savaş Karşıtları) tarafından da ciddiye alınıyor. Türkiye'den Ferda Ülker ve Hilal Demir'in katkıda bulundukları ve Avrupa, ABD, Kore, Paraguay, Kolombiya, Eritrea ve İsrailli kadın retçilerin hikayelerinden oluşan Kadın Vicdani Retçiler Antolojisi (Women Conscientious Objectors: An Anthology) bu alandaki ilk kitap olarak 2010'da basılıyor.
Türkiye'deki vicdani ret hareketi yalnızca antimilitarist ve feminist hareketler arasında organik bağlar kurmakla kalmıyor, aynı zamanda LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transseksüel) hareketiyle de ilişkileniyor. Bu ilişki vicdani retçileri homofobi ve transfobiyle yüzleşmeye zorlarken, LGBTT bireyleri ve oluşumları da vicdani ret ve antimilitarist mücadele ile tanıştırıyor. 2004'te İstanbul'da düzenlenen Militurizm Festivali çerçevesinde "devlet destekli gey porno arşivine sahip yegane kurum" olarak tanımlanan Gülhane Askeri Tıp Akademisine yapılan ziyaret bu ilişkinin somut adımlarından biri oluyor. Tabii, bu ilişkinin kurulmasında ve gelişmesinde Mehmet Tarhan'ın kendisini gey bir vicdani retçi olarak tanımlaması ve her iki alanda mücadele ediyor olması önemli bir rol oynuyor.
Yıllarca askeri cezaevi ve mahkeme kapılarında Mehmet'i bekleyen, ona bu zorlu mücadelede sevgi, ilham ve cesaret akıtan annesi Hatice Teyze ve ablası Emine geçen hafta Cemal Reşit Rey salonunda yüzlerce kişiyle birlikte Mehmet'in şu sözlerine kulak veriyorlardı:
Kısacası sözümün özü şudur komutanlar. Ben vicdani ret hakkı diye bir bilgiye sahip oldum. Onu kullanıyorum. ...ve şunu da bilin size karşı da olsa, elime silah almayacağım. Bu yazdıklarımın size birer mermi gibi işleyeceğini biliyorum çünkü. Öldürmektense ölmeyi tercih ediyorum. Ben burdayım, buyrun..." 5 Ağustos'tan bu yana, işkenceleriyle ünlü İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi'nde bulunan İnan Suver ret deklarasyonunu bu sözlerle bitiriyordu. Hrant gibi "biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce" yaşamayı seçmiş, Hrant gibi burada olmakta ve burada kalmakta iyimser bir inada bağlanmış vicdani retçiler adına bu ödülü almak onur ve cesaret verici. Uluslararası Hrant Dink Ödülü Komitesi ve jüriye teşekkür ederim. 20 yıldır bu ülkede vicdani retçiler cezaevi-kışla-askeri mahkeme kıskacında bir kısır döngüye mahkum ediliyor, tutuklu değillerse bile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tanımıyla "sivil ölüm"e mahkum ediliyorlar. Aslında diyorlar ki bize: ya susun-vazgeçin, ya size vereceğimiz "çürük" raporuyla damgalamamıza izin verin, ya evinize kapanın kendi cezaevinizi inşa edin ya da gidin bu ülkeden. "Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık," diyor ya Hrant; işte bunu söyleyebilenlere karşı bir sorumluluk hissinden güç alarak devam edebiliyoruz. Retlerini açıklayarak "oyun"un kurallarını tamamen değiştirip hatta oyunu kaldırarak yeni bir ilham veren kadın retçilerden güç alarak devam edebiliyoruz. Görmezden gelmemekte ısrar eden, mücadelemizi görünür kılabilmek için elini taşın altına koyanlardan güç alarak devam edebiliyoruz. Her vicdani ret deklarasyonu militarizme karşı mücadele etmek, barışın dilinde konuşmak için kişisel bir taahhütnamedir. Bu ödül ile artık Hrant'a da söz vermiş oluyoruz. Borcumuz borç Hrant.
15 Eylül 2010'da Hrant Dink ödülü alan Türkiye vicdani ret hareketi, aynen Hrant Dink gibi, Türkiye siyasetinin pek çok ezberini aynı anda bozuyor. Militarizmi cinsiyetçilik ve heteroseksizmle şekillenmiş her türlü erkeklik ve kadınlık halleriyle birlikte sorunsallaştıran; ölümün karşısına yaşamı, şiddetin ve savaşın karşısına barışın dilini yerleştiren bu hareket hepimizi zor bir soruyla başbaşa bırakıyor: Vicdani retçilerin "itaatsizlikte ısrarı" bizlerin "itaat etme" halleri hakkında ne söylüyor?
Ayşe Gül Altınay'ın yazısının kısaltılmış hali, 26 Eylül 2010 tarihli Radikal İki'de yayımlandı.