Hemşerim!

-
Aa
+
a
a
a

Hemşerim!..

 

Doğduk;

aynı şehrin yaslandığı aynı dağdan fışkıran o ulu suyla yıkadılar bebek bedenlerimizi.

Aynı oyalı yazmalarıyla, aynı ninnileri söyleyen analarımızın, aynı sevecen kucaklarında büyüdük.

Aynı oyunları oynadık akasya ağaçlarının gölgelediği o tozlu sokaklarda.

Aynı güneşin altında büyüdük,

Aynı türküleri söyledik, aynı rakıyla ilk tanışmamızda:

“Malatya, Malatya bulunmaz eşin...”

Aynı halayla oynadık  omuz, omuza.

Ne çare, omuzlarımız ayrıldı; ama türküler ayrılmadı.

Aynı türkü, Erivan’daki aynı Malatya’da da söylendi, söyleniyor.

Çünkü iki ayrı ağacın, aynı toprakta birbirine dolanmış kökleriyiz biz.

Dallarının, yapraklarının, yemişlerinin anlamından habersiz ve uzak...

Ve gün oldu, su küstü, o ulu ağaç kurudu; tek bir yaprağı kaldı aynı deli borana, aynı ölümsüz düşmana direnen.

O tek yaprak da düşüp kaldı işte.

Anadolu’nun taşından, toprağından yontulmuş bir heykeli andıran o babayiğit, o yakışıklı beden düşüp kaldı, bir İstanbul kaldırımına.

Bir güvercin tedirginliği ile sağına, soluna bakınırken ensesinin kökünden vuruldu.

Ve sadece bir ses kaldı geriye;

Kaldırım boyunca hışırdayan kanın sesi...

Ve o ses sanki bir mucize gibi yayıldı, yankılandı ve yüzbinlerce Hrant o kurumuş ulu ağacın köklerini ararcasına, gürül gürül akıp gitti mezarına doğru,

aynı toprakta kazılmış.

Ve geriye o aynı, mecalsiz umut kaldı,

bir tek senin erkekçe söylediğin.