Znet / The New Stateman; 15 April 2004
Dört yıl önce Irak’a gitmiş St.Matthew’in mezarının bulunduğu Kürt topraklarını, Mezapotamya’nın kalbini, Bağdat’ı ve güneydeki Şii bölgesini gezmiştim. Doğrusu, çok az ülkede kendimi o kadar güvenli hissettim. Birgün, Bağdat’ta Kral Edward döneminden kalma kemeraltında bulunan sahafa gitmiştim. Genç bir adam, Amerika ve İngiltere’nin dayattığı ambargodan dolayı ailesinin yaşadığı zorluklar sebebiyle bana bağırdı. Oradan geçmekte olan bir adam hemen elini omuzuna atarak onu sakinleştirmeye çalıştı; bir diğeri de benim yanıma geldi. ‘Onu affet’ dedi, bana güven telkin etmek istercesine. ‘Biz Batılı insanları, hükümetlerinin politikalarıyla yargılamayız. Başımızın üstünde yerin var. ‘
Iraklıların en şahsi eşyalarını haraç mezat satmaya geldikleri o hüzünlü akşam pazarlarının birinde, pazara iki bebeği ile gelen bir kadına rastladım. Birkaç kuruşa sattığı bebek arabasına bakıyordu...15 yaşından beri güvercin yetiştiren bir adam, elindeki son kuşu ve kafesi ile gelmişti ve bu insanlar bana ‘başımızın üstünde yerin var’ diyordu... Saddam Hüseyin’den nefret edenve anavatanlarında maruz kaldıkları ekonomik kuşatmaya ve Anglo-Amerikan işgaline karşı çıkan o Iraklı sürgünler de böylesi bir erdeme ve onura sahip. Saddam karşıtlarının binlercesi geçen yıl, savaş kışkırtıcılarını hayal kırıklığına uğratarak, Londra’da savaşa karşı yürümüştü.
Bu seyahati Irak’ta bugün yapacak olsam, muhtemelen sağ salim dönemem. Yabancı teröristler buna sebep oldular. Milyonlarca doların satın alabileceği en ölümcül silahlarla, kovboy generallerinin tehditleriyle ve askerlerinin panik içindeki vahşetiyle 120.000den fazla işgalci, Irak’taki tarihin yok edilmesine izin verince, Saddam Hüseyin yıllarını yaşamış bir millet uykudan uyandı. Böylece asla sahte bir demokrasi vaat etmeyen bir zorbanınkileri aşanveher gün tekrarlanan kanlı vahşet olaylarını Irak’a getirmiş oldular.
Uluslararsı Af Örgütü bir raporunda, Amerika’nın yönettiği bu askeri güçlerin, gösteri yapan Iraklıları vurduğunu, onlara işkence yaptığını, hapisanelerde çok kötü koşullarda tuttuğunu, insanları keyfi olarak tutukladığını ve onları süresiz olarak alıkoyduğunu, toplu bir ceza vermek ve intikam almak maksadıyla evlerini yıktığını bildirdi.
Psikopat sözcüleri tarafından ‘kusursuz’ olarak nitelenen Amerikan deniz piyadeleri, Felluce’de, hastanelerin bildirdiğine göre, 600 kadar insanı katletti. Bunu, dört Amerikalı lejyonerin öldürülmesine karşılık intikam almak için, uçaklarla ve kentsel alanlarda ağır silahlar kullanmak suretiyle gerçekleştirdiler.
Felluce’de ölenlerin çoğu kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı.
Sadece Arap televizyonları özellikle de El Cezire kanalı, bu suçu gerçek anlamıyla yayınladı. Anglo Amerikan medyası ise Beyaz Saray’ın ve Downing caddesinin yalanlarını mübalağa ederek yayınlamaya devam etti.
Tony Blair, Başkan Bush’la bu hafta yapacağı zirve öncesi Observer’a ‘özel’ bir yazı yazdı. "Tony Blair Amerikan’ın Irak’taki taktiklerine tam destek verdi" diye sevinçle yazıyordu Britanya’nınliberal gazetesi 11 Nisan’da. "Direnişçilerin ve teröristlerin çabalarına rağmen hükümetimiz ‘tarihi mücadelesinden‘ vazgeçmeyecektir."
Bu ‘özel’ haberin bir parodi olarak yayınlanmaması, iki yıldır Bush’un ve Blair’in kitle imha silahı ve El Kaide bağlantılarıyla ilgili yalanlarını tırmandıran propagandacıların, hala hizmette olduğunu gösteriyor. BBC’nin haber bültenlerinde Blair’in ‘teröristleri’ hala geçer akçe. Bu terim hiç bir zaman terörizmin sebeplerine ve kaynaklarına, yani Uluslararası Af Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşların rakamlarına göre şu ana kadar en az 11.000sivili öldüren yabancı işgalcilere atfedilmez. Iraklı askerlerin de buna katılmasıyla, ölü sayısının 55 bine ulaşmış olduğu tahmin ediliyor.
Irak’ta, çoğu eski rejime karşı çıkan en azından on beş büyük grubu birleştirecek milliyetçi bir direnişin çıkacağını, Washington ve Londra yalancı sözcükler uydurarak bir yıldır örtbas ediyor ve basın organlarında da bu şekilde yayınlıyor, tıpkı CNN gibi. Irak, modern dünyanın kök saldığı meşru bir tarihten yoksun bırakılırken ‘eski rejim yanlıları’, ‘kabileler’ ve ‘köktenciler‘ hakimiyet kurdular. ’Birinci yıl dönümü hikayesi’ ile ilgili olarak Iraklıların yarısının işgalden sonra daha iyi durumda olduğunu iddia eden komikbir anket de dikkate değer. ‘
BBC ve diğerleri, her şeyi görmezden geldi. Gerçekleri öğrenmek isterseniz, size Bağdat’ta İnsan Hakları Gözlemcisi olarak görev yapan Jo Wilding’in web sitesini öneririm. (www.wildfirejo.blogspot.com)
Direnişin yayıldığı şu günlerde bile gerçeğe yönelik tepkiler muğlak: bu milli bir kurtuluş savaşı ve düşman da ‘biziz’. İşgal yanlısı Sydney Morning Herald gazetesinde yazılanlar bunun tipik bir örneği. Şiilerle Sünnilerin birleşmesinden dolayı ‘şaşkınlığını‘ ifade eden gazetenin Bağdat muhabiri, daha sonra ‘büyük endüstri zorbalarının Iraklı arkadaşlarıyla nasıl düşman olduklarını’, kendisinin ve şoförünün Amerikalılar tarafından nasıl tehdit edildiğini anlatıyor. ‘Seni derhal buradan kovacağım’ demiş bir asker kendisine. Ne var ki, bununIraklıların kendi ülkelerinde her gün maruz bırakıldığı bir terör ve aşağılamanın sadece göze görünen kısmı olduğu açığa kavuşturulmuyor. Bu gazete zaten, binlerce masum kadını, erkeği ve çocuğu ‘kovan’ bir işgalciye yakınlık duyulması için Amerikan askerlerinin ağıtlarını tatlı bir dille yansıtan fotoğrafları da basmıştı.
‘Sömürgeci Batı’da bizim düzenli olarak yaptığımız şey, kendini beğenmişlik ve tehdit altındaki tek yönlü ahlaki ve hukuki Batı değerlerinin propogandasını yapmak, böylece sonu olmayan bir şiddet kampanyasına onay vermek’ diye yazıyor Richard Falk, Princeton üniversitesinde Uluslararsı İlişkiler Profesorü. ’Bu yüzden batının uyguladığı devlet terörü artık yok olmuştur ve ne kadar vahşi olursa olsun ‘bizim’ suçlarımızı azaltmak veya haklı çıkartmak, batı gazeteciliğinin ilkesi haline gelmiştir.’ Bizim ölülerimiz sayılıyor, onlarınki sayılmıyor. Bizim zaferlerimiz değerli, onlarınki değil.
Bu eski bir hikaye. Daha önce de pek çok Irak oldu. Ya da ‘direnişçilere ve teröristlere’ karşı yürütülen pek çok ‘tarihi mücadele ‘oldu- Blair’in deyimiyle. 1950’lerdeki Kenya’yı ele alın. Onaylanmış yorum Batı tarafından hala el üstünde tutuluyor- önce basında sonra sinemada herkesin anlayacağı şekle sokuldu ve tıpkı Irak gibi o da yalandı. ‘Ahlaki ve sosyal açıdan çok ilkel bir düzeyde olan bu insanları, uygarlaştırmak bizim görevimizdir.‘ diyordu Kenya’nın 1955’teki Başbakanı. Asla milliyetçi olarak tanımlanmayan binlerce milliyetçiyi katletmek, Britanya hükümetinin politikasıydı. Kenya’yı işgal etmek için yaratılan efsane de Mau Mau’nun kahraman beyaz yerleşimcilere yönelttiği ‘şeytani terör’dü. Aslında Mau Mau sadece 32 Avrupalıyı öldürmüştü. İngilizler ise yaklaşık 10.000 Kenyalıyı öldürdüler. İngilizlerin yönetimindeki toplama kamplarında yaşam koşulları o kadar berbattı ki, bu kamplarda sadece bir ayda 402 kişi öldü. İşkence, dayak, kadınlara ve çocuklara yönelik taciz alışılmış olaylardı. Emperyal tarihçi V.G. Kiernan şöyle diyor: "Bu özel hapisaneler, hemen hemen Nazi kampları veya Japon yerleşimleri kadar kötüydü." Bunların hiç biri basında yer almadı. ’Şeytani terör’ tek yönlüydü: Siyahlardan beyazlara. Irkçı mesaj yanılmazdı.
Vietnam’da da aynısı oldu. 1969’da My Lai köyünde ortaya çıkarılan Amerikan katliamı, Newsweek dergisinin kapağında ‘Bir Amerikan trajedisi’ olarak yer buldu, bir Vietnamlı trajedisi olarak değil. Aslında My Lai gibi pek çok katliam vardı ancak hiç biri, o zaman basına yansımadı.
Emperyal bir işgali yöneten askerlerin gerçek trajedisi de örtbas edildi. Vietnam’da 58.000 den fazla Amerikan askeri öldürüldü.
Gazi Derneklerinin yaptığı bir araştırmaya göre, bir o kadar asker de evine döndükten sonra intihar etti. Amerikan ordusunda fizikçi olan Dr. Doug Rokke 1991’deki Körfez İşgali sırasında kullanılan seyreltilmiş uranyum yüzünden, pek çoğuradyoaktif kirlenmeden kaynaklanan hastalıklardan olmak üzere 10.000 den fazla Amerikan askerinin öldüğünü söylüyor. Ona kaç Iraklı’nın öldüğünü sordum. Gözlerini kaldırarak bana baktı, kafasını salladı ‘Seyretilmiş uranyum mermilerde kullanıldı.’dedi. ’Binlerce Iraklı - kadın, erkek, çocuk – zehirlendi.’ 90’lı yıllar boyunca, uluslararası sempozyumlarda Iraklı görevlilerin Pentagon’daki ve Savunma Bakanlığı’ndaki meslektaşlarına yaklaşıp toprağı bu zararlı maddelerden arıtmak için yardım istediklerine, onlara adeta yalvardıklarına şahit olurdum. Uranyumu kullanan Iraklılar değildi. Uranyum, Iraklılar’ın silahı değildi.
Memleketlerinde meydana gelenölümleri ve korkunç tahribatları anlatırlardı. Sonra da onların terslendiğine, reddedildiğine şahit olurdum. İçim parçalanırdı. Geçen yıl başlayan işgal süresince Amerikan ve İngiliz güçleri yine uranyumlu mermiler kullandılar. Her yeri radyasyonla o kadar ‘ısıttılar‘ ki ancak özel giysiler giymiş askeri tetkik takımları bu topraklara yaklaşabilir. Iraklı sivillere hiç bir yardım yapılmıyor. Bu topraklarda hiç bir uyarıcı levha yok. Binlerce çocuk, buralarda oyun oynuyor. Rokke’un ‘facia’ olarak nitelediği bu durumu açığa çıkarması için Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun uzman göndermesine ise ‘Koalisyon’ izin vermedi.
Haberciliği düzgün bir şekilde icra etmesini beklediğimiz basın organları, bu faciayı ne zaman dürüstçe yayınlayacak? BBC ve diğerleri, suçları ispatlanmadığı halde Amerikan toplama kamplarında işkence gören 10.000 Iraklı tutuklunun içinde bulunduğu koşulları ve ağıla kapatılır gibi tel örgülerle çevrilen bütün Irak köylerini ne zaman araştıracak? Irak’ta egemenliğin 30 Haziran’da devredileceğini söylemeyi ne zaman bırakacaklar? Böyle bir devir gerçekleşmeyecek ki... Yeni rejimde yardakçılar görev başında olacak, tüm bakanlıklar Amerikalı görevliler tarafından kontrol edilecek, yardakçı ordu ve yardakçı polis Amerikalılarca yönetilecek. Kamu sektöründe çalışanlara sendika kurma hakkı vermeyen bir Saddam yasası ise yürürlükte olacak.
Saddam’ın adı çıkmış gizli servisinin, ‘Muhabarat’ ın önde gelenleri, CIA’in emri altında ‘devlet güvenliğinden’ sorumlu olacak. Amerikan Silahlı Kuvvetleri, dünya üzerinde 750 üsse ev sahipliği yapan diğer ülkelere dayattıkları ‘yabancı birliklerin statüsü’ anlaşmasını burada da dayatacak. Irak tıpkı Haiti gibi bir Amerikan sömürgesi olacak. İsrail’in Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesi projesinde oynadığı birincil rolü gün ışığına çıkartmak için gerekli olan mesleki cesareti, gazeteciler ne zaman kendilerinde bulacaklar?
Bir kaç hafta önce Virginia’da küçük bir gazetenin, Free-Lance gazetesinin genç köşe yazarlarından biri, Rick Mercier, işgalin sürdüğü bir yılboyunca hiç bir gazetecinin yapmadığı bir şey yaptı. Irak’taki işgalle ilgili olarak yaptıkları haberlerin kepazeliğinden dolayı okurlarından özür diledi. ‘Kanıtlanmamış iddiaların, yazılarımızı yönlendirmesine izin verdiğimiz için özür dileriz’ diye yazdı. ’Kendi çıkarlarına hizmet eden birkaç Iraklı’nın bizi aptal yerine koymasına izin verdiğimiz için özür dileriz. Colin Powell’in Birleşmiş Milletler’de icra ettiği gösteriye kandığımız için özür dileriz.Belki bir sonraki savaşta işimizi daha iyi yaparız.’
Aferin sana, Rick Mercier. Ancak Atlantik’in her iki tarafındaki meslektaşlarının sessizliğine de kulak ver. Kimse Fox’un veya Wapping’in veya DailyTelegraph’ın merhamete gelmesini beklemiyor. 1956’da Mısır’ın işgaline ve ona eşlik eden yalanlara karşı çıkan David Astor’un gazetesine, liberalizmin kutup yıldızı Observer’a ne oldu? Observer, bu kanundışı işgali desteklemekle kalmadı, Blair’in suçunu şüphe uyandırmadan atlatması için gerekli olan, yalanlarla örülmüş bir ortamın yaratılmasına da yardımcı oldu. Observer’in şöhreti ve ancak gerekli durumlarda yatıştırıcı yazılar bastığı gerçeği, yalanların ve efsanelerin meşruiyet kazanması anlamına geliyordu. İlk sayfadan yayınladıkları bir hikaye, Amerika’ya yapılan Şarbon saldırılarının arkasında Irak’ın olduğuna dair sahte iddiları tetikledi. Ve isimsiz bazı Batılı aklı evvellerin, bütün o kukla adamların etkisinde ve bütün o ipuçları ile ‘Irak Bağlantısı’ manşeti atılmış David Rose’a ait iki sayfalık ‘araştırmayı’ okuyanlar, pekala 11 Eylül 2001 saldırılarında Saddam’ın parmağı olabileceği kanaatine varıyordu.’Tarihte öyle olaylar vardır ki, güç kullanmak hem mantıklıdır hem de yerindedir.’ diyor Rose. Bunu 11.000 ölü sivile anlatın Bay Rose!
Britanyalı askerlerin şimdilerde Amerikalı yoldaşlarının Irak’taki taktiklerini ‘korkunç’ buldukları söyleniyor. Hayır,savaşın kendisi korkunçtur zaten. Britanyalılar tarafından öldürülen 13 Iraklı’nın ailesi Britanya hükümetini mahkemeye verdi. Onlar da bu yargıya katılacaktır. Eğer Britanyalı askerler sömürgeci tarihlerinin ipuçlarını anlayabilirlerse, en azından 83 yıl önce Irak’ta yaşadıkları kanlı geri çekilme olayını anımsayabilirlerse, ataları, Downing Caddesi 10 numarada* bulunan küçük Wellington- Palmerston’un** kulağına şunu fısıldayacaktır:
‘Onlar sizi kovmadan, siz oradan derhal ayrılın’
_________________________
* Downing Caddesi 10 numara,İngiliz Başbanlık konutunun adresidir. Kabine toplantıları çoğunlukla burada yapılır. ‘Downing Caddesi ‘ deyimi genelikle Britanya hükümetini kast etmek için kullanılır.
** Arthur Wellesley Wellington (1769-1852): İngiliz General ve Başbakan (1828-1830), Waterloo’da Napolyon’a karşı kazandığı zaferle tanınmıştır. Bir asker olarak yetenekliydi ancak bir politikacı olarak uzlaşmacı değildi.
Henry John Temple Palmerston (1784-1865): İngiliz Dışişleri Bakanı ve Başbakan ( 1855-1858,1859-1865).Bir İngiliz vatandaşının uğradığı haksızlığın öcünü almak amacıyla 1850 ‘lerde Yunanistan’a saldırmış ve yenilgiye uğramıştı.
Çeviren: Işıl Şimşek