Mithat Sancar Açık Gazete’de, 12 Eylül’de yapılan anayasa değişikliği halk oylamasında Türkiye’deki “sol” kesimin tavrını, 12 Eylül 1980 darbesinin Türkiye toplumun tamamı üzerinde, ama özellikle sol kesim üzerindeki ‘kolektif travma’ etkisine dikkat çekerek değerlendirdi.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 25 Mb.
15 Eylül 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Açık Gazete’nin ve Açık gazete içinde yer alan Meo Voto köşesinin podcast servisine ulaşmak için tıklayın.
Ömer Madra: Bugün biraz toplumsal psikoloji hakkında konuşalım. Gerçekliği algılamama ve kabullenmeme duyguları nasıl şekilleniyor? Referandumda alınan sonuçlardan sonra, özellikle ‘hayır’ ve ‘boykot’ şeklinde ifade edilen tavırların altında ne olabilir? Onun psikolojik temelleri üzerinde birazcık konuşalım demiştik.
Mithat Sancar: Travma kavramı etrafında bunları biraz açalım.
ÖM: Neden travma?
MS: 12 Eylül 1980 zaten bir travma olarak yaşandı. 12 Eylül darbesinin Türkiye’de toplumun önemli bir kesimini açık veya örtülü, doğrudan veya dolaylı bir şekilde travmatize ettiği biliniyor, bu konuşuluyor. Zaten bu tür şiddet deneyimlerine kolektif şiddet deneyimleri ya da travmatik şiddet deneyimleri deniyor. Diktatörlük, cunta, iç savaş ya da devletler arası savaş gibi olayların yarattığı durum travma kavramıyla açıklanabiliyor. Bunlar ‘kolektif şiddet deneyimi’ olarak da adlandırılıyor.
12 Eylül de Türkiye’de özellikle sol için bir travmaydı, sol bunu kabul ediyordu zaten, bir travma, ağır bir şiddet deneyimi yaşandı; özellikle de solu hedef aldığı da biliniyor. Çünkü o tarihten sonra sol her yöntemle yok edilmek istendi ve bunda da büyük ölçüde başarılı olundu. 12 Eylül yönetimi 11 Eylül’e kadar ciddi bir kitleselleşme yaşamış, siyasal hayata ağırlığını koymuş, genel olarak ‘sol’ olarak adlandırdığımız hareketleri şiddetle, baskıyla, propogandayla, eğitimin yeniden şekillendirilmesiyle, medyanın kullanılmasıyla falan tasfiye etti. Travmatik olaylar hem bireyler üzerinde hem de topluluklar üzerinde çok önemli etkiler doğurur. Bunların başında bir içe kapanma durumu gelir, buna depresyon da diyebiliriz. Travmanın en önemli sonuçlarından biri de bireyin ve topluluğun algısını çarpıtmasıdır, gerçeklikle ilişkisini bozmasıdır. Travmayla başedecek yöntemler geliştiremezseniz o travmanın sonuçlarını aşacak bir sürece giremezseniz gerçeklikle ilişkinizi normal bir şekilde kurmanız zorlaşır.
ÖM: Depresyon ve dışarıya konuşamama durumu yani?
MS: Evet, içe kapanma ve muhtemelen kendi içine konuşma. Bireysel travmayı bir kenara bırakırsak, böyle bir olayla karşılaşan topluluklar kendi içlerine doğru yaşamaya başlarlar. Dil de kendi içlerine doğru oluşmaya başlar, yani birbirlerine konuşmaya başlarlar. Bireylerin bu travmalarla başetmelerinde özellikle yaşadıkları olayı hikâye edip anlatmaları önemli rol oynuyor. Topluluklar kendi içlerine kapanınca muhtemelen bu anlatıyı bir yöntem, bir sağaltma, bir tedavi yöntemi olarak kullanıyorlardır ama travmayı aşabilmek için bireyin sadece kendi içine, topluluğun da sadece o topluluk üyeleri arasında konuşmasından ibaret bir yöntem yetersiz kalır. Travmayı aşmak için –kolektif travma açısından tekrar vurguluyorum- en önemli yöntem ya da en önemli yol bu travmayı yaşamış topluluğun anlatısını geniş toplulukla, toplumla paylaşabilmesi ve toplumun da bu acıyı tanıması kabullenmesi ve ona saygı duyması gerekiyor. Sol Türkiye’de bu tedavi sürecini, bu rehabilitasyon sürecini yaşayamadı çeşitli nedenlerle. Solun travmasının temelinde şöyle bir durum var; 11 Eylül 1980 itibariyle, gerçekten kitleselleşmiş, sokaklarda yüz binleri yürüten, dergiler çıkaran, sendikalar kuran, örgütleri olan bir hareket var karşımızda. Gecekondularda örgütlenmiş, mahalleler kurtarmış, hatta bazı yerlerde şehirler kurtarmış bir hareketten söz ediyoruz. 13 Eylül günü arkasında hiç kimsenin olmadığı kadrolar kendilerini çok yalnız hissetmişlerdir. Çünkü birdenbire cuntayla silahlı güçle karşı karşıya kalmışlar ve sokaklarda hiç kimse yok hatta tam tersine toplumun genelinde belli belirsiz bir memnuniyet seziliyor. Çünkü yoğun çatışmalar, iç savaş benzeri bir durum vardı ve ‘biz anarşiyi, terörü bitireceğiz’ diye geldiler, sahiden de 13-14 Eylül itibariyle sokak çatışmaları bitmişti. Bunu açıkça böyle yorumladılar diyemem, ama yazılanlardan, çizilenlerden, tartışılanlardan hareketle, solun o dönem kadrolarının arkalarında hiç kimsenin olmadığı yalnız insanlar hissiyle bu süreci geçirdiklerini söyleyebiliriz. Bu bir travmadır, hem şiddet travmadır hem de bu yalnızlık hissi bir travmadır. Bu travmayla başetmek için gerekli yöntemler bulunamamıştır demiştim, çünkü giderek esas suçlunun halk olduğu, halkın aslında vefasız olduğu, topluma güvenilemeyeceği gibi bir duygu derinlere işlemiştir. Bu toplum ya da halk kavramına ya da bir özne olarak halka ya topluma duyulan bu güvensizlik, aslında Türkiye modernleşmesinin temel ideolojisi olan Kemalizm’le de çok kolay buluşabilmiştir. Çünkü Kemalist rejim de tepeden devrim olarak adlandırılan bir uygulamayla hayata geçirildi, toplumun geneline bir güvensizlik duyuluyordu, toplum yeniden biçimlendirilecek, sıfırdan alınıp sıfır hafızayla yeniden yaratılacak, yoğurulacak bir hamur gibi görülüyordu Kemalistlerin gözünde. Bunu pek çok örnekten biliyoruz ve açıklamaya da gerek yok. Giderek sol kendi içine konuştukça, “toplum bizi anlamıyor” şikâyetleri daha fazla duyulmaya başlandı. “Ne yaparsak yapalım bu halk kendisini kurtarmak için bu kadar çaba sarf etmemize rağmen bizi anlamıyor, bu halk cahil ve vefasız ya da bu halk dar görüşlü, çıkarcı.”
ÖM: “Ya da aptal” dendi sonunda.
MS: Aptal da tabii, kendi çıkarlarının farkında olmayan bir topluluğa da aptal denebilir, böyle bakmışlardır. Zaten öyle yazılar, öyle konuşmalar görebiliyorduk ki, bırakın sıradan insanı, aslında okumuş, yazmış insan bile anlamakta zorlanıyordu. Kendine özgü bir dil yaratıldı neredeyse, özel bir dil var ve sol bunu konuşuyor. Sonra meydana çıkıyor ki bir grup ya da ne bileyim 100, 500, 1000 her neyse insan, sloganlar atıyor, dergiler çıkarıyor ama kimse ilgi göstermiyor. “Halk bizi anlamıyor,” demeye başlıyorlar. Bunun bir başka boyutu daha var aslında, 12 Eylül edebiyatı ve sineması dediğimiz olguya baktığımızda -ki 82-83’te başladı, 90’ların sonlarına kadar sürdü- bu 12 Eylül edebiyatında ve sinemasında ana eğilim kendini acındırmaktı. Şöyle bir dil kurulmuştu; “Biz çok haksızlığa maruz kaldık, biz çok acı çektik, işkenceler, cezaevleri falan ve çok mağduruz.” “12 Eylül sadece bize karşı yapıldı” gibi bir dil çıktı ortaya. Bunu izleyen ortalama bir insan “Yahu aslında 12 Eylül kötü değil, bunlara karşı yapılmışsa iyi olmuş” demeye başladı. Bu da travmayı derinleştiren birşey. Çünkü eğer sizin yaşadığınız toplumun geneli sizin acınıza kayıtsız kalıyor, hatta buna reva, buna müstahak olduğunuzu imâ ediyorsa daha çok travmatize olursunuz.
Ben solda 12 Eylül’ün en derin etkilerinin bu olduğunu düşünüyorum; içe kapandı, gerçeklik algısını kaybetti, toplumla konuşabileceği bir dil oluşturamadı, dilini kaybetti. 90’larda artık daha belirginleşmeye başlayan bu kopuş, gerçeklikle ilişkinin bozulması hali solda çok ciddi bir siyasal savrulma da yarattı. Bu topluma küsme, toplumu küçük görme hali aslında Kemalizm’le kolay buluşabilen bir hal. Emperyalizm teorilerinin de sorgusuz sualsiz kullanılmasını kolaylaştırıyor, çünkü kendinizi yalnız hissediyorsunuz sol olarak, böylece, bir grup olarak, Türklük ve vatan kavramları çerçevesinde yalnız hissedenlerle buluşmaya gidiyorsunuz. Onlar da diyorlar ki, “Efendim emperyalizm bizim ülkeyi sömürgeleştirecek, kültürümüzü talan edecek, kimliğimizi yok edecek” diye bir siyasi dil oluşturuyorlar, böyle bir mücadele başlatıyorlar. Yalnızlık, yalnızlaşma, Türk’ün Türk’e konuştuğu, sadece Türk’ün Türk’e dost olduğu bir dünya tasavvuruyla farkında olmadan buluşabildiler. Bakın bütün sloganları budur şimdi o sol grupların. Mesela en son kurulan güya geniş ittifaka, Halkevleri, EMEP, ÖDP, TKP ittifakına baktığınızda, sürekli olarak Avrupa ve ABD emperyalizmi, dış güçler vs. söylemini görürsünüz. Türkiye milliyetçiliği zaten böyle bir depresif yapıya sahip, “Bize bizden başka dost yoktur” dili var zaten klasik milliyetçilikte. Sol da çok kolay eklemlenebildi bu süreçte daha önce savaş halinde olduğu milliyetçi kesimlerle.
Avi Haligua: Eklemlenmekten öte aslında söylem olarak da iyice kaynaştı. Bilmiyorum okudunuz mu bu ittifakın propaganda malzemelerini. “Bu topraklar ‘geldikleri gibi gidecekler’ diyenlerin topraklarıdır” vs. diyen metinleri var. Eklemlenmeden öte gayet kaynamış bir kemikten bahsediyor olabiliriz.
MS: Çok doğru diyorsun, ben çok yumuşak söyledim galiba, çünkü bu tür konuları konuşurken biraz insanların duygularını incitmeme gibi bir bilinçli de olmayan birşey dil oluşabiliyor ifademizde. “Faşistleştiler” filan gibi bunu banalleştirmek de mümkün, böyle yapanlar da var. Şöyle diyelim; rahatça buluştular aslında, belki de kaynaştılar. Bunun ne kadar farkında olduklarını da bilmiyorum, daha doğrusu yeterince farkında olduklarını söyleyemem. Çünkü bu gerçeklik algısındaki çarpılma, gerçekliği algılama yeteneğinin, kapasitesinin çok düşmesi, gerçekten bunların yaptıklarını sorgulama imkânlarını da ellerinden alıyor. Yani kendileri şimdi büyük solcu, büyük devrimci olarak düşünüyorlardır kendilerini. Travma bu nedenle burada açıklayıcı bir kavramdır diyorum, yani bunun üzerinden birşeyleri anlamaya çalışalım diye öneriyorum. Tabii bugüne kadar devam ediyor bu, sürekli olarak böyle bir hem kendi içine kapanmış, toplumun daha büyük bir kısmına mesafeli veya yukarıdan bakan ya da onu aşağılayan bir topluluk var, hem de dünya toplumundan izole edilmiş bir başka toplulukla buluşuyor,, yalıtılmış bir ideoloji temelinde yaklaşıyor. Burada gerçekten hem politik bir sorun var, ama bana göre sadece politik değil, aynı zamanda psikolojik bir sorun var. Zaten politikayla psikolojinin, politikayla psikanalizin çok içiçe geçtiği yerler bunlar. Frankfurt Okulu da bize politikayı da psikanalizle birlikte okumayı öğretti. Bu açıdan böyle salt ve saf bir psikolojik tahlil, “hadi gel seni şu divana yatıralım da çocukluğundan başla” tarzında basit bir psikolojik tahlil çabası değil bizimki şimdi yaptığımız.
12 Eylül 2010, 30 yıl sonra. Ben buna da travma diyorum, yani ‘sol’ ve Kemalist kesim bir kez daha travmatize oldu. Birdenbire, “gelmekte olan büyük tehlike, -şeriat vs.- halkın büyük bir kısmı tarafından görülmüyor, buna ‘evet’ diyor halkın büyük bir kesimi ve aralarında bizim de olduğumuz zındık aydınlar da aymazlık içindeler, durumun farkında değiller, hatta teşvik ediyorlar,” gibi bir değerlendirme yarattı bunlarda. Bir kez daha gerçeklik algısı bozuldu ve katmerli bir bozulma artık bu. Nereden çıkarıyoruz? Mesela siz önceki gün yayında Birgün’ün manşetini tartıştınız? Ne diyor Birgün? “Türkiye’de sağ oylar %60’ta sol oylar %40’ta sabitlendi.” Aşağı yukarı böyleydi yanlış hatırlamıyorsam. Hani bizler biraz tebessüm ediyoruz bunu okurken de, bunu yazarken nasıl farkında olmuyorlar diye de şaşırıyoruz. Çünkü ‘hayır’ oylarının tamamını sol sayan otomatik bir algı söz konusu, yani %40 AKP’ye karşı, demek ki AKP’ye karşı olan herkes sol gibi bir denklem bu.
AH: Ki bunun içinde MHP de var.
MS: Elbette, MHP çok militan bir “hayır” kampanyası yürüttü, ve ordu severler, cunta severler, vesayet severler, say da sayabildiğin kadar. Öyle bir cephe var ki karşımızda, Ergenekon, MHP ve bu gruplar hepsi birden %40 sol oy olarak görüldü. Ben bunu gerçekliği görememe, gerçeklik algısının bozulmuş olması diye açıklıyorum. CHP’de de aynı durum söz konusu; “Bizim oylarımız yükseldi, %42 başarıdır,” diye çıkıyor ortaya mesela. Bu daha önce de gördüğümüz birşey, ama bu sefer biraz daha tuhaf bir durum var ortada. Hatta Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya da diğer kesime bir örnektir bu açıdan. O da diyor ki, “Anayasa değişse bile bizim tutumumuz değişmeyecektir, biz yargı bağımsızlığına sahip çıkmaya devam edeceğiz,” yani “biz eskiden beri yapmakta olduğumuzu sürdüreceğiz” diyor.
ÖM: “Hukuku dinlemeyeceğiz” diyor.
MS: “Aslında biz değişikliği dinlemeyeceğiz, hukuku dinlemeyeceğiz,” diyor, bir de “Halkı önemsemeyeceğiz” diyor, ya da “Toplumun büyük çoğunluğunun tercihini de önemsemeyeceğiz” diyor. Hani buna gücün yeter mi, o ayrı mesele, ama zaten yetkin yok! Bu nasıl bir gerçeklik bozulmasıdır? Şimdi tabii bu gerçeklik çarpılınca, böyle bozulunca, dil de şiddet ifadeleriyle dolmaya başlıyor. Bir defa “demonlaştırma” dediğimiz, yani karşı tarafı şeytanlaştırma, mutlak kötünün timsali olarak görme gibi bir eğilime giriyorsunuz. Çünkü kendinizi sorgulamaktan kaçtığınız ölçüde bütün suçu başkasına atıyorsunuz. Travmanın bir önemli etkisi de özellikle kolektif travmada, günah keçisi aramaktır. Sorunların sebebi olarak kendini görmeyen, hep başka bir suçlu arayan bir yapı yaratıyor, böyle bir yapıyı teşvik ediyor bu travma. Şimdi bizde de aynı şey oldu; “işte AKP mutlak kötü, hiç birşey konuşulmaz onunla ilgili, yani kötünün timsali başka birşey değil. Ona mensup olmadan destek olanlar ise şaşmış, dönek, satılmış, sadece çıkarlarıyla veya sadece bilmem başka hesaplarla hareket eden kişiler” gibi algılanıyor. Dolayısıyla bir tartışma imkânı olmuyor, tartışma imkânı olmayınca, yine bu grup kendi içine konuşmaya başlıyor. Türk Solu dergisi çevresinin ilk açıklamasını okudum, dehşet içinde kaldım; çünkü cahil halktan bahsettiği gibi, “Hukuk zemininde AKP ile mücadele imkânı kalmamıştır” diyor.
ÖM: Yani silahlı mücadele?
MS: Açıkça bunu söylemeye yöneliyor, hani okusaydınız ilk günkü bildirisini Türk Solu dergisinin baş yazarının, “Artık legal zemin AKP’nin eline geçmiştir, bunların eline geçmiştir, legal zemine şimdiye kadar bağlı kaldık, bundan sonra bağlı kalmayacağız” diyor. Hatırlarsanız MHP kurultayında da “Yaşasın illegalite” diye slogan atılmıştı. Don Kişot’u tenzih ederim çünkü o çok büyük bir figürdür- ama halk arasında “Don Kişotvari mücadele” denen şey var burada; hoş Don Kişot’un da yeni doğmakta olan dünyayı, 1500’lerin Avrupasını, 1500’lerin dünyasını algılamakta sıkıntısı vardır, ama dediğim gibi Don Kişot çok güzel bir figürdür onu kullanmayalım, yazık ederim ben onu kullanırsam burada, ama aslında bir düşman yaratıyorlar ve bu düşmanla mücadele diye kendi kendilerini yok eden şeyler yapıyorlar. Bu da bir başka çarpılmadır gerçeklik algısında.
AH: Aslında öyle düşünmüyorlar bence, çünkü mesela demin bahsettiğiniz Türk Solu ekibinin referandumdan hemen önce “Apo’yu asalım!” diye uzun süren bir kampanyası oldu Taksim’de, orada da kaliteli eserler paylaşıyorlardı standlarında. Türk Sosyalizmi diye bir eserleri var mesela, okuduğunuz zaman bu bahsettiğimiz şeyin bir çerçevvesi olduğunu ve bunun sosyalist bir akım olduğunu düşündüklerini görebiliyorsunuz rahatlıkla. “Türk sosyalizmi” diye birşey de var.
MS: Evet evet. İşte şimdi bu çerçevede uzun süredir sosyalleşmesini, siyasallaşmasını birlikte yaşadığı insanların büyük bir kısmıyla konuşma imkânları da çok azalmış durumda.
ÖM: Tarhan Erdem’in referandumdan sonraki Radikal’deki ilk yazısında ilginç bir gözlemi de vardı, tam bu doğrultuda olduğu için aktarıyorum;, diyor ki; “Genellikle benim yaşam alanımı paylaştığım dostlarımdan bir kesimi gerçek olmayan, tamamen 7-8 yıl öncesinde oluşmuş kuşkulara bağlı olarak önyargılar geliştirdiler. Gerçek olaylara dayanmayan görüşlere saplandılar ve getirilen anayasa değişikliğine karşı çıktılar. Olayları ve gelişmeleri yeniden gözden geçirip yeni baştan görüş sahibi olmalarını kendilerinden bir kardeşleri olarak istirham ediyorum. Bugün yeni bir gündür, yeni bir başlangıçtır, Türkiye iyi ve şerefli bir yöne doğru gitmektedir.”
MS: Büyük bir zevkle imzamı atarım altına, zaten okumuştum yazıyı da. Çok bilgece bir paylaşım olmuş, tam da Tarhan Erdem’e yakışan bir bilgelikle ifadesini bulmuş bu bizim anlattıklarımız orada. Gerçekten buna ihtiyaç var, belki şunu da söyleyebilir bazıları, “Acaba yanılan siz olmayasınız? Bu kadar nasıl emin olabilirsiniz?” Ben bu konuşmamızın hiçbir yerinde mutlak kesin bir yargı olduğunu düşünmüyorum, yani bir teşhis koyma, bir anlama çabası olarak değerlendirmek gerekiyor. Eğer konuşacaksak bunları, eğer gerçekten birbirimizle iletişime, yine dostluk arkadaşlık veya medeni ilişki çerçevesinde devam edeceksek bir sorgulama gerekiyor. Argüman olmadan, gerekçesiz, malzemesiz, küfürle, karalamayla, sloganla tartışmayla bunu beceremeyiz, bu yolla bir yere varma imkânımız olamaz. O nedenle hem toplumun gidişini hem Türkiye toplumunun genelini hem de kendimizin buradaki yerini daha serinkanlı bir şekilde tartışmamız, konuşmamız, sorgulamamız, ister karşılıklı, ister tek başımıza, ister kendi gruplarımız içinde yapmamız gerekiyor bunu.
ÖM: Çünkü hata yapılabilir olduğunu görmeden yola devam edilemez, bu bambaşka, yeni problemlere de yol açar gibi geliyor insana.
ÖM: Peki çok teşekkürler.
MS: Ben teşekkür ederim.