Chuck Klosterman Görünür Adam çev. Sevinç Kayır İthaki Yayınları, 2012, 252 s. |
“Sana göre, görünmeyen herkes görünmezdir. Fakat gözümüzün önünde görünmeyen insanlar var, Victoria. Dünyanın çoğunluğu görünmez. Ben görünür adamı görmek istedim. Burada olan şey bu. Gerçekten de bu.”
Aslında elimizdeki kitap, bir taslak! Çok kalabalık bir müşteri listesine hiçbir zaman sahip olmasa da, yirmi bir yıl boyunca lisanslı terapist ve analist olarak görev yapmış olan Victoria Vick’in yazışmalarını, notlarını, ses kayıtlarının dökümlerini okuyoruz Görünür Adam’da. Victoria Vick’in kariyeri boyunca karşılaştığı en zeki, kendini en iyi ifade eden hastalardan biri olarak tanımladığı Y_ ile ilgili olanları... Kendisine muazzam bir içsel dünya inşa etmiş, ahlak yoksunu, süper kahramana dönüşen dahi bilim insanı rolünü üstlenmiş olarak görüyor Y_’yi Victoria Vick. Oysa ki Y_ insan doğasının hakikkatini anlamak derdinde olduğunu iddia söylüyor. İnsanları gerçekten “tanımak” istiyor. “Yalnız yaşadığını hayal et. (...) Şehrin kenar mahallelerinden birindeki tek odalı bir dairede, sakin, münzevi bir yaşam sürdüğünü hayal et. Şimdi, başka birinin de bu dairede olduğunu hayal et. Bir yabancının senin evine girmeyi başarıp, orada sessizce oturarak seni gözlediğini hayal et. Bu yabancı senin aslında kim olduğuna dair oldukça fazla şey öğrenirdi, değil mi? Sahtelikten arınmış bir ortamda, senin hakkında ancak senin tecrübe edebileceğin derinlikte şeyler öğrenebilirdi. Toplum arasındaki kendi versiyonunu yaratmakta kullandığın tarif her neyse, onun hammaddelerini öğrenebilirdi.” Tanımakla da yetinmeyip, onların kendilerinde görmeyi reddettikleri potansiyeli görmelerini sağlamak derdinde kahramanımız...
Y_’nin insanları tamamen oldukları gibi nasıl görebildiğini ise az çok tahmin etmek mümkün. Kitabın isminden yola çıkarak, kapak fotoğrafına dikkatli bakarak ya da romanın ilk sayfalarında geçen “negatif kırılma indisi” kavramı hakkında biraz internette dolaşarak nasıl bir hikâyeyle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkacaktır. Açıkçası Chuck Klosterman, insan doğası ve toplumsal yaşamı irdelemek noktasında ilginç bir damar yakalamış; hatta biraz daha derinleşebilirdi diye düşünmemek elde değil.
Etgar Keret Nimrod Çıldırışları çev. Avi Pardo Siren Yayınları, 2012, 158 s. |
Etgar Keret, artık yabancısı olduğumuz bir isim değil; İstanbul’u yakın bir zaman önce ziyaret etmiş olmasının da bunda payı büyük elbette. Kitapları da düzenli olarak çevriliyor; hatta Nimrod Çıldırışları Türkçedeki dördüncü kitabı (daha önce de aslında Parantez Yayınları’ndan çıkmıştı bu kitap. Bir başka deyişle, elimizdeki bir yeniden basım. )Etgar Keret’in ilk dönem, kısa hikâyeleri bir araya getirilmiş Nimrod Çıldırışları’nda; bir hayli “tuhaf” hikâyeler olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bir yandan da, yazarın diğer kitaplarını, örneğin Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ya da Buzdolabının Üstündeki Kız’ı okuyanlar için de bu “ters köşeler” daha tanıdık gelecektir. Hazır bu şekilde bahsetmişken (Keret’in daha önce Türkiye’yi ziyaretine değinmişken) yeniden İstanbul’da olacağının haberini de vermiş olalım şimdiden yazarın.
Bildiğiniz gibi bir süredir İstanbul’da, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali düzenleniyor. Başlarda TÜYAP Kitap Fuarı’yla eşzamanlı ve paralel olarak ilerliyordu bu festival ama bu sene TÜYAP’tan bir hayli önce 1-4 Ekim tarihlerinde düzenlenecek. Hatta 4-7 Ekim tarihlerinde de Ankara, İzmir ve Hatay'a taşınacak. Festivalin bu yılki teması “Şehir ve Korku” olarak belirlenmiş: “Korkuyu edebi bir tür, bir kip, bir roman kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alacak olan tartışmalar, bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında ifadesini bulan ortak korkulara da değinecek.” İşte Etgar Keret de bu festivale konuk yabancı yazar olarak katılacak isimlerden biri. (Festivalle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.itef.com.tr/)
Ayşe Erbulak Çok Şekerli Ölüm: Hafiye Karılar Lâl Kitap, 2012, 262 s. |
Yeni bir yerli polisiye serisiyle karşı karşıyayız… Çok Şekerli Ölüm, Ayşe Erbulak’ın Hafiye Karılar ismini verdiği serinin ilk kitabı. Başarılı, işleri yolunda görünün iki genç işadamının tekneleriyle yaptıkları tatil sırasında geçirdikleri bir kazayla açılıyor roman. Bir anda fırtınanın patlak vermesiyle bu işadamlarından biri tekneden düşmüş; diğeri de zorlukla kurtarılmıştır. Sonrasında başka karakterler de devreye giriyor; hatta kalabalık bir karakter kadrosu olduğunu söyleyebiliriz Çok Şekerli Ölüm’ün. Ama elbette, hikâyenin merkezinde, Erbulak’ın “hafiye karılar” olarak adlandırdığı Meral ve Zeynep ikilisi yer alıyor. Aşağı yukarı aynı yaşlarda ama farklı özelliklere sahip bu iki kadın, yaklaşık bir yıldır birlikte bir detektiflik bürosu (Medcezir Dedektiflik Bürosu) işletiyorlardır. Meral, özellikle bilgisayar konusunda ileri düzeyde bilgi sahibidir, Zeynep’in ise Meral’e göre daha değişken ve girişken bir kişiliği vardır; kısacası, birbirlerini tamamlayan özelliklere sahipler.
Çok Şekerli Ölüm, “hafif” bir polisiye… Ancak bunu bir eleştiri olarak kabul etmemek gerekiyor; daha çok “bestseller”lık kalıplarına yakın olduğunu belirtmek için kullandım bu tabiri. Sonuç olarak bu kalıplara sahip romanlar da polisiyenin içinde var olan, üstelik göz ardı edilemez sayıda var olan romanlar; dolayısıyla Çok Şekerli Ölüm de türün takipçilerinin gözünden kaçmayacaktır. (Bu arada Hafiye Karılar serisi Çok Şekerli Ölüm’ün ardından Limonî Ölüm kitabıyla devam edecek…)
Ernst Wilhelm Heine Mozart’ı Kim Öldürdü? Haydn’ın Kafasını Kim Kesti? çev. Melik Öztürk Can Yayınları, 2012, 83 s. |
Görüldüğü gibi Ernst Wilhelm Heine’ın kitabı, bir hayli dikkat çekici bir isme sahip; içeriğinin de ismi kadar dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Çok kabaca söylemek gerekirse kitapta Mozart, Haydn, Paganini, Çaykovski, Hector Berlioz ve modern dansın ilahesi olarak kabul edilen Isadora Duncan gibi ünlülerle ilgili sırlar ifşa ediliyor. Ama burada sözünü ettiğimiz sırlar, pek de magazinel değil, daha çok kriminal, polisiye sırlardan bahsediyoruz. Yazarın kendi cümleleriyle: “Bu vakalar, bir polisiye yazarı tarafından uydurulmadı. Söz konusu olan, müzik tarihinde gerçekten yaşanmış hikâyelerdir. Soruşturma yargıcı da, müfettiş de sizsiniz, sevgili okur. Bize düşense sizlere olguları sunmak. Gelin, bu esrarengiz vakaları ve cinayetleri elbirliğiyle çözmeye çalışalım. Şimdi, iki yüz yıl gibi bir sürenin ardından kanıt bulunamayacağını söylemenin sırası değil. Mantık denen şey, ne zaman ne de mekân olarak sınır tanır. (…) Gelin, bütün bu vakaları bir hesap işleminin karşısındaymış gibi tarafsızca ele alalım. Vakaların her biri tek tek ele alındıkça, görünürdeki bütün tezatların sadece tek bir anlama çıktığına ilişkin görüş güç kazanıyor. Ancak matematikte çok bilinmeyenli bir denklemin çözümü tek bir yolla mümkün olduğunda, buna doğru yanıt derler. Gelelim sorularımıza: Mozart’ı kim öldürdü? Haydn’ın kafasını kim kesti?”