4 Haziran 2006Radikal Gazetesi
Erken seçim dedikoduları, Cumhurbaşkanlığı üzerinde dönen tartışmalar ve son olarak da Danıştay üyelerini hedef alan saldırı, Türkiye'de siyasetin parametrelerinin neler olduğuna dair ipuçları barındırıyor. Bu parametreler üç temel odak üzerinde şekilleniyor.
Gurur siyaseti: Faşizm Odaklardan birincisi faşizm. Faşizmin gürültülü sesi ve onu tanıyanların çok iyi bildiği popüler yüzü, bir kez daha gündemimizde. Faşizmi çalışan, onun sesini, görüntüsünü, kokusunu görür görmez tanıyanlar, bu olgunun bugün Türkiye siyasetinin yükselen yıldızı olduğunun pekala farkındalar. Faşizmi bilmek, insana her şeyden önce, siyasette, aşağıdan yani halkın seçimiyle gelen her hareketin demokratik olmadığını düşündürür. Faşist siyaset, popüler kültürden beslenen bir siyaset. Kitle iletişim araçlarını en maharetle kullanan siyasal partiler tarihte hep faşist partiler oldu. Faşizm, insanların duygularına, yüreklerine, kanlarına canlarına hitap eden bir ideoloji. Gözleri dolduran, yürek çarpıntılarını hızlandıran bir duygu girdabından besleniyor. Bugün Türkiye'de, Murat Belge'nin de Radikal'de işaret ettiği gibi, 1920'ler Almanya ve İtalya'sını hatırlatan bir siyasal atmosfer var (28/05/2006). Almanya'da faşistler, iktidara talip olduklarında, 1789 Fransız Devrimi ile ilintili ve ona dair olan her şeye karşı olduklarını söylüyorlardı. Fransız Devrimi'nin simgelediği akıl, muhakeme gibi olgulara uzaklardı. İnsanın başını döndüren bir duygu girdabından besleniyorlardı. Bu duygu girdabının temelinde de l. Dünya Savaşı'nın sonunda, Alman tarafının imzalamak zorunda kaldığı Versay antlaşması karşısında duyulan gurur incinmesi vardı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, işte bu gururu incinmiş olan Almanlara hitap ediyordu. Faşizan siyaset, gurur üzerine inşa edilen bir siyaset. Son dönemde yapılan milliyetçilik araştırmaları, gurur adı verilen duygusal olgudan ülkemizde bol miktarda olduğunu gösteriyor. Bugün Türkiye'de bu olgu üzerinden siyaset yapan iki temel parti var. Bunların birincisi "esas adamlar" olan MHP. İkincisi de, MHP'nin oylarının bir kısmına, yürekleri hoplatan, gözleri yaşartan bir duygu seli kampanyası ile talip olan, son çıkışını "adam gibi adam" imajı ile yapan Mehmet Ağar'ın DYP'si. İşin ilginç tarafı, esas adamlar daha "devletlu" bir görüntü içindeler; duygu seli ortamlarından biraz daha uzak görünüyorlar. Bundan sonraki seçimlerde, bu faşizan yapılanmanın Meclis içinde yer alması kuvvetle muhtemel. Bu tür bir siyasete soyunmuş olan yapılanmaların kendi içlerindeki didişmeleri de herhalde hararetli olacaktır. Ne de olsa, esas adamlar ile adam gibi adamların çekişmesinin nasıl olacağını hayal etmek zor değil. Elbette, "kimin daha has milliyetçi olduğu" üzerinden yapılan siyaset dalgası, siyaseti aklın ve usulün uzağına taşıyacağı için tehlikelidir. Türkiye'de demokratikleşme adına atılmış birçok adım bugün faşizan siyaset tarafından baltalanıyor. Kürt meselesi, Ermeni kıyımı, daha genel olarak da azınlık haklarına ilişkin tartışmaların, AB ile zorlu ilişkilerin, Kıbrıs konusunda atılan adımların hemen hepsi dönüp dolaşıp faşizan duvara çarpıyor. Bu konularda ağzını açıp bir iki açılıma işaret edenler, vatan haini konumuna düşüyor. Çığlık çığlığa bir duygu nöbeti içinde bağıranlar, aklın sesini, olsa olsa kendi söylediklerini eleştiren bir başka ses olarak algılıyorlar. Faşist ideoloji yüreği, aklı temsil eden beynin önüne yerleştiriyor. Faşizan siyaset, milliyetçiliği tekeline alarak, baş koyduğu (ya da yürek koyduğu mu demeliyim) yolda muzaffer adımlar ile ilerliyor. Faşizmi bir ideoloji olarak değil de, bir rejim tipi olarak ele alınca, son kertede bir siyasal partinin devleti ele geçirdiği, onu yeyip yuttuğu bir rejimden söz ediyoruz. Türkiye'de herhangi bir siyasal partinin devleti yeyip yutması öyle kolay bir iş değil. Devlet oldukça büyük bir lokma. Dolayısıyla, daha ziyade devletin siyaseti yutması mümkün olabiliyor. İşte tam bu noktada, Türkiye'de siyasetin ikinci odak noktası olan devlet ile karşılaşıyoruz. Bu noktadan çıkarak yapılan siyaset, her ne kadar gurur olgusuna atıfta bulunsa da, aslında "korku" üzerinden yapılan bir siyasete işaret ediyor. Bu siyaset, Osmanlı'dan bu yana varolan ve devletin muhafazasına kilitlenmiş bir siyaset odağı. Bugün, Türkiye'de devletin muhafazasını öne çıkaran ve bu amaçla halkı görevlerine sahip çıkmaya davet eden siyasal parti CHP'dir. Deniz Baykal, Radikal gazetesinden Murat Yetkin'e yaptığı açıklamada, "Cumhuriyet'i savunmak kurumlara terk edilemez. Eski yanlışları tekrarlamayalım. Cumhuriyet'i şimdi kurumlardan çok toplumun savunmasını sağlamak zorundayız... Yeni siyaset anlayışımız, siyaseti toplumsallaştırmayı, sivilleştirmeyi ve Cumhuriyet'i, demokrasiyi savunmayı herkesin işi, görevi haline getirebilmeyi amaçlıyor" diyor (27/05/2006). Burada "görev"e yapılan vurgu önemli. Baykal, askeri darbelere mahal vermemek için, adeta "gelin bu işi askerler yerine biz yapalım" der gibi, ters bir mantık ile sivil ve demokratik siyaseti kucaklamaya çalışıyor. Bu siyaset fazlasıyla "korku" odaklı. İnsanlara, "bak eğer sahip çıkmazsan kaybedeceksin ona göre" diyen bir korku siyaseti. Ancak yüzünü kitle ruhu yerine devlete döndüğü için ona faşizan yerine otoriter demek daha doğru oluyor. Bu demokratikleşme savı ise ancak askeri üniforma üzerine giyilmiş bir fötr şapka kadar inandırıcı.
İnanç siyaseti: Muhafazakârlık Siyasetin üçüncü odağında ise AKP ve muhafazakâr siyaset var. Bu muhafazakâr siyaset de zaman zaman milliyetçi dalgadan beslenmeye çabalıyor. AKP'nin son dönemde siyasal kadrolaşma yolu ile yüzünü devlete döndüğünü de görüyoruz. AKP odaklı siyasetin temelinde "inanç" var. Eğer AKP gerçekten bir muhafazakâr parti olarak yoluna devam edecek ise hukuk devleti ilkesine bağlı olması gerekir. Tarihte muhafazakâr partileri faşist partilerden ayıran en önemli olgu, hukuk devletine olan bağlılıkları oldu. Bugün AKP gurur ve korku siyasetinin dinamiklerine bigane kalamıyor, faşizan ve otoriter siyaset arasında gidip geliyor ve bu durum muhafazakâr bir parti olma iddiasını gölgeliyor. AKP, faşizan ve otoriter siyasetin karşısına dindar ancak İslamcı olmayan bir muhafazakâr parti olarak çıkabilmek için hukuk devleti ilkesini içselleştirdiği konusunda şüphe bırakmamak durumundadır. Türkiye'de bugün siyasetin üç temel ekseni faşizan bir gurur, otoriter, devlet eksenli bir korku ve inanç eksenli bir muhafazakârlıktır. Siyaset son kertede birbirinden oy kaçırmak olduğuna göre, bu odak noktaları, birbirlerini etkileyecek, faşizanlık, otoriterlik ve muhafazakârlık genelleşmeye yüz tutacaktır. Siyasetin böyle dinamikler arasında cereyan ettiği bir coğrafyada AB ile ilişkilerde hız kesileceği oldukça açık görünüyor. Gurur, korku ve inanç eksenli siyaset odaklarının ortak yanı, son derece erkeksi olmaları. Türkiye giderek, 'Kurtlar Vadisi' tipli "ağır" adamların kol gezdiği, devlet elden gidiyor korkusunun siyaseti gölgelediği, dindar bir yaşam tarzının zaman zaman becerilerden daha önemli kabul edildiği bir ülke haline geliyor. Bu ülkede hele bir de böylesi korkulara prim vermeyen, gururlu olmaktansa aklı selim sahibi olmayı yeğleyen, bireyselliğine önem veren, kendi konumunu sadece aile içinden tanımlamayan kadınlardan biri iseniz eğer, işiniz daha da zorlaşıyor. Siyasetin bütün odaklarından erkeksi bir koku çıkıyor. Sizi korkutan, gururlu ya da inançlı erkekler. Ağır ağır ve adeta nefes almanızı engellercesine siyaset yapıyorlar. Bir kez daha "ne yapmalı" sorusu karşımızda duruyor. Ben şöyle düşünüyorum: Gurur, korku ve inanç odaklı siyaset, aslında hiçbir tarafı tutmadığınız bir spor müsabakasını izlemeye benziyor. Bu izlemede, şöyle yan gözle bakarken "aman ne bileyim işte, kim kazanırsa kazansın" dedirten bir dışarıda kalmışlık hissi var. Ama yine de, en azından müsabakanın sürmesini talep etmek gerekiyor. Oynayan tarafların hiçbiri cazip olmasa da en azından oyunun kendisinin kurallara uygun olarak oynanmasını talep etmek ve çekip gitmemek önemli. Siyaset, gurur, korku ve inanç dinamiklerine terk edilemeyecek kadar önemli bir alan. Demokratikleşme, yukarıdan devlet eliyle veya aşağıdan kitlelerin hezeyanı ile değil, her şeye rağmen siyasete sahip çıkarak ivme kazanabilir.