Ömer Madra: Merhaba Halil, hoş geldin.
Halil Turhanlı: Teşekkürler. Bugün biraz gerçeküstücülükten bahsedeceğiz. Eski programlarda da söz etmiştik ama bir programa, iki programa sığdırılacak gibi değil. Bizim öyle bir iddiamız da yok zaten. Köşesinden, kıyısından biraz dokunduruyoruz. Bugün tekrar dönmemizin bir nedeni geçtiğimiz aylarda Breton’un kişisel koleksiyonunun satışa çıkarılmak istenmesi, bunun için büyük bir kampanya başlatılmıştı, biraz oradan kalkarak istersen tekrar konuşalım.
Sürrealizm, gerçeküstücülük sadece modernist estetiğin içindeki en radikal eğilimi temsil etmekle kalmıyor, aslında politik etkileri de olan bir şey. O kadar ki situasyonistleri mesela doğrudan etkilemiş, kendileri her ne kadar eleştirel açıdan yaklaşsalar ve Breton’u komünist partilerindeki öyle partiden üyeleri ihraç eden parti komiserlerine benzetseler de, çok etkilemiş. Walter Benjamin’in bir sözü var 1920’lerde, 1930’larda, o tarihlerde söylemiş olduğu bir şey: “Avrupa’da Bakunin’den bu yana özgürlük düşüncesini böylesine gerçeküstücüler kadar tutkuyla savunan birisi çıkmadı” diyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir şey var. | Mikhael Bakunin 1814-1876 |
HT: Ben de kesinlikle altına imzamı atarım. Herhalde Bakunin’in iktidar düşüncesinden uzak olmuş olmasından ötürü söylüyor. Bakunin’in de bir çok hataları var. 1840’larda söylemiş olduğu şeylerin bugün hepsinin geçerli olduğu söylenemez. Pan-slavist bir yönü var. Bu da az bir şey değil. Ama dediğimiz gibi özellikle vasiyet türünde bir sözü vardır, ben çok severim onu. Hatta hayatının bir döneminde şiddete yatkın şeyler de söylemiş olmasına rağmen, “Bütün devrimleri yozlaştıran darağaçları ve giyotindir” der. Cellatın elinin soğumasından yakınır ya da giyotinin hızlı çalışmamasının devrimleri felce uğrattığı söylenir, oysa “Gerçek bunun tam aksidir” der Bakunin. Bu son sözlerinden bir tanesi, hayatının sonuna doğru söylediği ve vasiyet kabul edilecek sözlerden bir tanesidir bence.
Benjamin’in söylediğinin bir anlamda devamı sayılabilecek bir de Herbert Marcuse’nin sözü var. Marcuse de 1968 Paris olaylarına bakarak “bu kitleselleşmiş bir gerçeküstücülüktür” diyor. 1960’larda California Üniversitesi’nde gerçeküstücülük konusunda dersler veriyor ve Amerikan yeni solunu da gerçeküstücülükle tanıştırıyor bir anlamda. Hatta 1-1.5 sene kadar önce senin elinde gördüğüm bir kitap vardı. Paul Puhle’in kitabı. Paul Puhle o zaman Radikal Amerika diye bir derginin editörü. Demokratik Toplum İçin Öğrenciler hareketinin en sol kanadını temsil eden bir dergi bu. Marcuse ile tanışıyorlar ve Marcuse’nin o dergiye katkıları var ve mektupları var ve o derginin gerçeküstücü hareketle yakından ilişkisi var.
ÖM: Geçen yüzyılın en önemli sanat ve politika hareketlerinden biri, belki de birincisi olduğunu söyleyebiliriz.
HT: Evet, hiçbir sanat akımı bu kadar politik düzeyde yansımasını, yankısını bulmuş değil. Marcuse o sözünü ettiğim derslerinde, kültürel radikalizmle politik değişim arasındaki bağları vurgularken gerçeküstücülerin programının hâlâ geçerli olduğunu söylüyor 1960’larda.
ÖM: Olacak iş değil.
HT: Tek Boyutlu Adam’da anahtar kavramlardan birisi vardır: Büyük reddediş, büyük yadsıma. Marcuse üstüne çok önemli bir inceleme yazmış olan Douglas Kellner, Marcuse’nin bu kavramının kaynaklarını, kökünü Andre Breton’da bulduğunu söylüyor. Büyük yadsıma insanları tek boyutlu olmaktan kurtaracak, her türlü yabancılaşmadan kurtaracak. Daha doğrusu, burada tek boyutlu insan dediği hemen anlaşılacağı üzere mediokrat insan. Hayata sorgulayıcı olmaktan çıkmış, eleştirel bakışını yitirmiş...
ÖM: Sürüye katılmış.
Konformizme karşı, Eros'un ahlakı
ÖM: Evet. Otoritenin dayattığı herşeyi kabul eden insan. Herbert Marcuse, bundan tek çıkış yolunun büyük yadsıma olduğunu söylüyor. Douglas Kellner’e de bakacak olursak büyük yadsıma köklerini Andre Breton’da buluyor. Bir şey daha söylüyor bu derslerde: Niçin hâlâ geçerli gerçeküstücülerin programı? Çünkü toplumsal devrimde düş gücünün önemini kavramışlardı, düşün toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir silah olduğunun altını çizmişlerdi gerçeküstücüler, diyor. İstersen, bir şiiri var Andre Breton’un.
Andre Breton 1896-1966 ÖM: Andre Breton’a bir günaydın diyelim, sesiyle L’Union Libre... (...) ÖM: Evet, gerçeküstücülüğün kurucu babalarından, en önemli simalarından -belki de en önemlisi- Andre Breton’un L’Union Libre adlı şiirini kendi sesinden dinleme fırsatı bulduk, Cuma Adlı Adamlar’da. HT: Evet, gerçeküstücülere ne kadar yakın olduğunu, onların getirdiği sadece estetik alandaki yıkıcılıklarını değil, politik alanda da ne kadar devrimci düşünceler ileri sürdüklerini vurguladığını söylemiştik Herbert Marcuse’nin. Bir ortak noktaları var. Marcuse, batının humanist ahlakının biraz iki yüzlü olduğunu söylüyor, konformist ve sonuçta özünde baskıcı olduğunu. Bunun yerine bir şey öneriyor: Eros’un ahlakı.
Bu Andre Breton’un da, gerçeküstücülerin de savundukları bir düşünce. Belki aynı kavram değil, Eros Ahlakı sözcüğünü kullanmamakla birlikte, ama kaynağı da Fourier.
Geçtiğimiz programlardan birinde yaklaşık 1,5 sene kadar önce gerçeküstücülerden söz ederken Andre Breton’un Charles Fourier’ye yazdığı şiirinden de bahsetmiştik. Aslında o şiiri balayı sırasında yazıyor, 1945 tarihinde. Ama daha önce Arcane 17 dergisinde Challe Fourier’den tabii ki söz ediyor, onun ahlak anlayışından. Batının o ikiyüzlü ahlakına getirmiş olduğu yeniliklerden, radikal bakış açısından söz ediyor. Challe Fourier, Amerika’da balayı sırasında Hopi Kızılderililerinin arasına gidip onların yaşam koşullarını yakından incelediğinde Charles Fourier’in savunduğu görüşlerle onların yaşam biçimi arasında bir paralellik buluyor Andre Breton. İşte orada “Colorado’da Büyük Kanyon’dan selam Charles Fourier” diye de şeyi var.
Ama bütün ütopyacı sosyalistler arasında çok ayrıntılı bir yeri olduğunu söyler Fourier’nin. Toplumun yeniden örgütlenmesinde haz ilkesinin önemini kavramış birisi olarak altını çizer. Ama tabii, falanjlara, yeniden insanları örgütlemeye bir merkezi otoriteye ihtiyaç duymasının sakıncalarını da, bütün bürokratik sosyalizmin, Sovyet Marksizminin temelini de orada görür. Herbert Marcuse ile ilgili olarak, California’da geçirdiği dönemde daha da radikalleşti ve düşüncelerinin Charles Fourier’ye yaklaştığı söylenir. Herbert Marcuse’nin Marx’tan etkilendiği kadar Heidegger’den de etkilendiği söylenir ve Heidegger sanıyorum öğretmeni. Sol Heidegger’ci olduğu söyleniyor son zamanlarda yapılan araştırmalarda.
Benim dikkatimi çeken bir şey var: Marksizmden hiçbir zaman kopmamakla birlikte, Bakunin olduğunu söylememekle birlikte Bakunin ile bu kadar yakın bir adam da bulmak mümkün değil hakikaten.
ÖM: İlginç. Bir müzik dinleyelim. Le Tigre’den “Au de bedroom dancing.” Nasıl yorumlanacağını bilemediğim bir şarkı adıyla devam ediyor programımız...
(...)
HT: Marcuse’nin gerçeküstücülerle ilgili söylediği bir şeyi daha söylemek istiyorum. 1968’le ilgili bir sözü var: “Komünün yarıda bırakmış olduğu projeyi tamamlama fırsatı doğmuştu,” diyor ilk ayaklanmaların, isyanların...
ÖM: Paris komününden bahsediyorsun, 1871.
"Sürrealizm Chicago'da tutmaz"
HT: Evet. Hemen de ekliyor, “Gerçeküstücülük kitleselleşti,” diyor. Chicago gerçeküstücüleri -ki Herbert Marcuse’nin onlarla çok yakın ilişkisi var, onlarla mektuplaşmaları var- çok coşkuyla onları selamlıyor. Tabii ki onlardan yaşlı 1960’larda. Onlar da 1968 o Chicago, demokratik toplantısındaki hareketlerin bir tür gerçeküstücülük olduğunu söylüyorlar, 1968’den 1999 Seattle’daki hareketin de bir tür gerçeküstücülük olduğunu söylüyorlar Chicago gerçeküstücüleri.
ÖM: Bu Abbie Hoffman’ın yippy hareketi.
HT: Evet. Burada bir şey var; direnişin, toplumsal muhalefetin estetize edilmesi ya da muhalefetin tiyatrallaştırılması. İlk bakışta “Protestolar niye tiyatrallaştırılsın, tiyatro mu oynanıyor protestoda?” diye soruluyor. Bunu önümüzdeki programlarda daha ayrıntılı ele alma olanağı buluruz sanıyorum.
Judith Malina’nın anılarını okurken aklıma geldi. 1950’lerde Amerika’daki atom bombasını protesto gösterilerine katılıyorlar insanlar. O gösteriler sırasında Katolik İşçi Dergisi’nin de önemli bir temsilcisi barış hareketinin de çok önemli bir ismidir. Dorothy Day ile tanışıyor Judith Malina. Malina, “Dorothy Day’den hem tiyatro anlayışımızı kaptım living theatre’ın hem de protestoların nasıl tiyatrallaşabileceğini anladım orada,” diyor. Tiyatrallaşmak şurada önemli, “Nerede seni durdurmak isteyen insana karşı sen de ona şiddetle başvurabileceğini, hareketin kontrolünü eline almak bakımından çok önemli” diyor. Bu Malina’nın söylediği kadar önemli midir bilmiyorum ama, ilk bakışta yadırganacak, eleştirilecek bir şeyin önemini vurgulaması bakımından, tiyatrallaşması bakımından ben çok anlamlı buldum. Demin de senin hatırlattığın gibi Abbie Hoffman da bunun bir tiyatro olduğunu söyler. Televizyonlar da çeksinler, görsünler polisin, Ulusal Muhafızların uyguladığı şiddetti.
ÖM: Evet, hiç bitmeyen bir çizgi devam ediyor. Senin de demin sözünü ettiğin Seattle’da ilk örneğini gördüğümüz bu kitle hareketlerinin, sonradan da bu barış hareketiyle 15 Şubat’ta doruğa çıkan, çok ince bir çizgi hepsinde devam ediyor, onların hepsini birbirine bağlayan bir çizgi.
HT: Gerçeküstücülüğün Amerika’ya girişiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Bir doğudan giriyor, bir de Chicago’ya giriyor, orta batıya; orta batıya biraz daha geç 60’larda giriyor. Hatta Nelson Algreen, Chicagolu yazar, burada “bu şehirde gerçeküstücülük falan olmaz” diyor. “Boksörlerin, kabadayıların şehri, siz yanlış yerde gerçeküstücülük yapmaya çalışıyorsunuz” diyor Chicago gerçeküstücülerine; kendisinden daha genç olan sanatçılar. New York’a, doğuya girmesi büyük ölçüde Marcel Duchamp’ın sayesinde oluyor ve 1930’lar. | H.Marcuse, Freie Universitaet Berlin (1968) |
İlk etkilediği az sonra sanat objeleri üzerine yorumunu dinleyeceğimiz olan Man Ray. Aslında Man Ray moda fotoğrafçısı olarak tanınıyor, Harpers Bazaar’ın fotoğrafçısı olarak biliniyor ama hiç de öyle değil. New York’ta kurucuları arasında Emma Goldman’ın da olduğu Modern Okul diye bir alternatif eğitim sistemi var. İspanyol Francesco Farrer’in “Dogmalar öğrenmenin özündeki en büyük engeldir” sözünden esinlenerek kurulmuş bir okul bu. Burada hem atölye çalışmalarına katılıyor Man Ray hem de Emma Goldman’ın editörlüğünü yaptığı Mother Earth dergisinin illüstrasyonlarını yapıyor. Ve daha sonra Harpers Bazaar için de fotoğraflar çektiği zaman, yani moda fotoğrafçısı olarak tanındığı zamanda da bu düşüncelerini, 1930’da Francesco Farrier okulunda savunduğu düşüncelerini hiç bir zaman terketmiş biri değil. New York’a girdiğinde Marcel Duchamp’ın düşünceleri hemen anarşizmle kaynaşıyor. Ama bugün artık New York sürrealistleri diye bir şey anılmıyor pek. Chicago’dakiler gibi değil.
Chicago’dakileri anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce. Oradakiler Dünyanın Endüstri İşçileri ile bağlantılarını kuruyorlar ve dahası siyah kültürle bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Sadece bir edebiyat, sanat akımı olarak değil de, tıpkı Bakunin’in 1848’lerde söylediği gibi politik avantgard, politik eylemcilikle birleşmiş bir avantgard olarak yeniden tanımlamaya çalışıyorlar. Dediğim gibi; New York’a girdiğinde başta Man Ray olmak üzere bir avuç sanatçı da onu sadece bir sanat akımı olarak değil radikal, politik bir proje olarak da kavrıyorlar.
Gerçeküstücü hareket işçi sınıfıyla bağ kuruyor
ÖM: Evet, şimdi Man Ray’in kendisiyle yapılmış bir mülakata yer vereceğiz, bakalım neler söylüyor.
Man Ray: An object is result of looking at something which itself has no quality or charm. I pick something whichin itself has no meaning at all. I disregard completely the hysteric quality of the object. I am against craftsmanship. I say the world is full of wonderful craftsman but a very few practical dreamers. In the early days in Paris, when I first came over and I passed by hardware shop and I saw an iron in the window. I say there is an object which is almost invisible, maybe I could do something with that. What could I do? To add something in it, that was provacative. So I got a box of tax, I glued on the .......tax to it, to make it useless as I thought. But nothing is really useless. You can always find the useness even for the most extravagant object.
ÖM: Evet, objelere bakış, nesnelere bakışını anlatıyor ki bence çok özlü ve etkili bir biçimde de sunuyor. Yani bir objenin kendi içinde estetik değer taşıması söz konusu olamayacağını söylüyor Man Ray, sürrealist, gerçeküstücü fotoğrafçı ve sanatçı. Başka yönleri de var. Şeyi de anlatıyor, dünya zanaatkârlarla dolu ama pratik düş kurma yetisine sahip olan çok az insan var. Zanaatkârlığa inanmadığını söylüyor ve sonunda da Paris’te dolaşırken vitrinde gördüğü ütüyü alıp onu provokatif, kışkırtıcı bir şeyle çiviler üzerine koyarak meşhur çivili ütüsünü... yani tamamen anlamını değiştiriyor, zaten “anlamı yoktur” diyor objenin. Başka bir hale soktuğunu ve tümüyle işe yaramaz hale getirdiğini söylüyor ama, “işe yaramaz obje de yoktur” diyor estetik anlayışı olarak.
HT: Aslında söylediklerinde büyük ölçüde Marcel Duchamp’ın düşüncelerinden esinlendiği belli. Onun da formüle ettiği düşünceler, diyelim istersen. En önemlisi bence Man Ray’in fotografik minetizmi dönüştürmesi, böyle karşılığını bilinçaltının derinliklerinde bulan imgelere dönüştürmesi.O çok çok önemli bir şey.
Marcel Duchamp (1947)Dediğim gibi; moda fotoğrafçısı olarak bilinmesine rağmen ya da moda fotoğrafçılığı yaptığı zamanlarda dahi gerçeküstücü olmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş birisi ve hatta radikal düşüncelerinden de vazgeçmemiş birisi. Gerçeküstücülüğün New York’tan Chicago’ya girdiğini ve biraz daha geç girdiğini söylemiştik. Chicago’lu gerçeküstücüler, gerçeküstü hareketin işçi sınıfıyla bağlarını kuruyorlar. Daha yerel bir yorumunu yapıyorlar. Paris’teki gerçeküstücülerin olduğu gibi uzantısı değiller. Buradaki gerçeküstücülük köklerini Haymarket ayaklanmasından alıyor ya da demin söylediğimiz gibi IWW, Dünyanın Endüstri İşçileri. O örgütlenme, sendikal hareket aslında çok farklıdır Avrupa’daki işçi örgütlenmesinden. Hatta bence İspanya’daki anarko sendikalist hareketten de farklı Dünyanın Endüstri İşçileri. İfade özgürlüğünün gelişmesi için çok büyük katkıda bulunmuşlar.
O soup box filozofları; hepsi sandığın üzerine çıkıp işçi hakları için, genelde herşey için, özgürlükler için konuşma yapıyorlar. Pek çok yerde de hapse girdiklerinde kendi şarkılarını söylerlermiş.
Gerçeküstücüler arasında Joe Hill’i de sayıyorlar, siyah müziği de sayıyorlar Chicago gerçeküstücüleri. Hatta diyorlar ki cazdaki doğaçlamalarla gerçeküstücülerin yaptıkları otomatik yazı arasında bir benzerlik var, blues’daki o karanlık mizah gerçeküstücü imgelerle doludur, diyorlar. Chicago gerçeküstücülerinin önemli yazarlarından bir tanesi tarihçi, şimdi ismini hatırlayamıyorum (David Roeder), kitap onun mu bilemiyorum: Robin Kelly, onun bir kitabı var ya da onların çok sevdikleri bir kitap. Ama kitabın ismi şöyle: Beyazlığın Kaldırılması - The Abolition of Whiteness. Beyazlık sadece deri rengi değil, hayata bakış açısı. Siyah kültürde onu buluyorlar. Cinselliğe daha açık, daha fazla özgürlükçü olduğunu, beyazlıkta bir baskıcılık, Marcuse’nin de dile getirdiği bir konformizm olduğunu söylüyorlar. Köklerini siyah kültürde, işçi sınıfı kültüründe de bulan bir gerçeküstücülük yorumu yapıyorlar kısacası Chicago gerçeküstücüleri.
Ruhumuz zenci
ÖM: Evet, bu beyazlık meselesini Malcolm X’e atfedilen de bir söz vardır. “Bize renkli diyorsunuz” diyor, “ben siyah doğdum, siyah yaşadım ve siyah olarak öleceğim” diyor “oysa doğduğu zaman pembe beyaz olan, sonra öfkelendiği zaman kızaran, soğuktan moraran ve öldüğü zaman da bembeyaz bir şey olan; asıl renkli sizsiniz” diyor. “Biz siyahız” diyor. Toplumsal bir bakışı da gösteriyor, Malcolm X’in tam söyleyip söylemediğini bilmiyorum ama ona atfedilen bir söz bu. Bir de bir şey daha söyleyeceğim. Bu gerçeküstücülüğün çok çok derin tarihi kökenleri olduğunu da söylemek lazım, Yunus Emre’nin daha geçenlerde inanılmaz derecede güzel işlenmiş bir gerçeküstücü eserinin bundan 500 yıl önce yazılmış olduğunu da söylemek lazım.
HT: Doğru. Chicago gerçeküstücüleri de bilseler, onları da soy kütüğüne yazarlar herhalde. Soyağaçlarına John Brown’ı eklemişler, siyah köleleri özgürleştirmek için silahlanan John Brown’ı. Curtis Mayfield’ın bir sözü var: “Renkler arasında seçim yapma şansın olsa hangisini seçerdim kardeşim?” Cevabı da belli Curtis Mayfield’in...
ÖM: Evet, devam edelim mi bir şey daha çalarak? Modern Lovers’dan senin bir hayli gerçeküstücü sözleri olduğunu biraz önce söylediğin Hospital adlı parçayı dinliyoruz şimdi.
(...)
ÖM: Hospital adlı parça, biraz da böyle akıl sağlığı hastanesine bir gönderme olduğu da tahmin edilebilir, “Gözlerine geri al beni” diye bitiyordu...
Ben bir tek şeyden bahsetmek istedim kısaca, o da bundan aşağı yukarı çeyrek yüzyıl önce çıkmış olan Gergedan kültür dergisi. Yeni nesil pek bilemeyecektir ama, onun özel sayılarından ilkiydi ya da ikincisiydi, hâlâ sahaflarda koleksiyoncu değeri taşıdığı söyleniyor. Gerçeküstücülük üzerine orada Andre Breton ile Troçki’nin de birlikte kaleme aldıkları manifesto gibi bir metin vardı. Onu da hatırlatayım, dedim.
HT: Gergedan dergisini çıkaranlardan, editörlerinden biriydin. Gençler bilmiyor değiller, sahaflarda en çok aradıkları, koleksiyonlarını tamamlamak istedikleri dergilerden bir tanesi. Bir iki tane de özel sayısı oldu.
ÖM: İşte özel sayıydı zaten sürrealizm, gerçeküstücülük. Özenli hazırlanmıştı hatırladığım kadarıyla.
HT: Evet, evet. Ben de iyi biliyorum, doğru. Deminki şarkı da belki herkese o kadar gerçeküstü gelmeyebilir ama, benim en çok hoşuma giden en sona sakladığı sözler: “Ara sıra metroya binip banliyöye gidiyorum ve senin eski sevgililerini hâlâ kıskanıyorum.” En çok hoşuma giden yeri odur, birkaç kişi daha söyledi bunu, onlar da gizli gizli bu bölümü dinlerlermiş, bu şarkının en son bir iki dizesini çok severlermiş. Jonathan Richman hastanede ve sevgilisiyle yakınırken biraz da bizi karanlık, ağlamamızı kolaylaştıran sokaklardan söz ederken... Kitabı okumadım ama not almışım, benim aklıma gelmeyen tarihçi David Roeder -Beyazlığın imhası, kaldırılması- 1994 yılında yazılmış ama James Boldwin de bundan daha önce 1950’lerde benzer şeyleri söylemiş: Beyazlık yalanından, beyaz ırkın kendi baskısını, sömürüsünü kolaylaştırmak ve meşrulaştırmak için bir mit | Le Violon d’IngresMan Ray (1924) |
uydurduğunu ve bu mite dayanarak ayrıcalıklar talep ettiğini, bu çok tehlikeli mitin bir an önce de yıkılması gerektiğini söylemiş.
ÖM: Evet, bu konuda son zamanlarda çıkmış olağanüstü ilginçlikte bir kitaptan da bahsetmenin tam zamanı tekrar, Aptal Beyaz Adamlar üzerine Micheal Moore’un yazdığı... ve çok çok satılıyor oysa olağanüstü radikallikte ve beyazın ifade ettiği bütün anlamları derinlemesine deşiyor, çok tavsiye edilecek bir kitap doğrusu.
HT: Chicago gerçeküstücülerin çıkardığı bir dergi de var, bir ara çıkarmışlar, şimdi artık kapanmış: Race Traitor. Beyaz ırka ihanet insanlığa sadakattir alt başlığıyla çıkardıkları bir dergi. Ama dediğim gibi, burada beyaz olmak sadece derisinin rengiyle ilgili bir şey değil, hayata karşı bakış ve bütün siyah insanları damgalamak.
Eylemlilik biçimi olarak gerçeküstücülük
ÖM: Micheal Moore da tamamen bunu kastediyor hiç şüphesiz. Beyazlığın lağvını savunmuyor belki ama ona gidebilecek pek çok teorisi var, bütün dünyadaki sorunlara da çözüm getiren bir kitap zaten.
HT: Gerçeküstücülüğü tekrar devrimci bir akım olarak canlandırmak istediklerini söylemiştik Chicago gerçeküstücülerinin. Burada çok önemli bir isim var, Franklin Rosemont az önce de isminden söz etmiştim. Babası da bir işçi, Dünyanın Endüstri İşçileri ya da kısaca Wobbly’lerden bir tanesi. Oldukça militan, grevleri örgütlemiş ve babasının tanıdıklarından birisi de Lucy Parsons. Lucy Parsons, hatırlatayım burada Albert Parsons’un karısı. Haymarket şehitlerinden bir tanesidir ve siyah bir kadınla evlenen ilk beyazlardan bir tanesi herhalde.
ÖM: Beyazlığın lağvına girişmiş biraz herhalde.
HT: Evet, 1910’larda tanımış Lucy Parsons’u, Franklin Rosemont’ın babası. Chicago sürrealisteri çok örgütleyiciler aslında, 1960’larda hepsi “Demokratik Toplum için Öğrenciler” hareketinin içersinden geliyorlar ve onun radikal kanadını temsil eden kişiler. 1960’larda pek çok yerde de grevlerin örgütlenmesinde aktif olarak yer almışlar, göçmen işçileri örgütleme konusunda da. Gerçeküstücülüğü sadece şiir yazmak, sanat yapmak olarak da görmüyorlar, dediğim gibi avantgard bir akım olarak 1848’lerde Bakunin’in söylediği şekilde, sadece avantgard bir sanat akımı olarak değil de bir eylemlik biçimi olarak kavrıyor Bakunin. İlk kullananlardan bir tanesi odur zaten. Bir de Saint Simon ve onun takipçilerine atfedilir. Doğru, onlar da kullanmışlar. Ama Bakunin daha militan bir şekilde avantgarddan söz ediyor. O köklerine döndürmeye çalışıyorlar avantgardı. Yani kurumlaşmış, sistem içerinde asimile olmuş, sistemin bir parçası olmuş bir avantgard değil de politik, sokaklardaki, kaldırım taşlarından barikat kuran avantgardı, ona o ruhu tekrar kazandırmaya çalışıyorlar Chicago gerçeküstücüleri.
ÖM: Evet, çok ilgi çekici tabii.
HT: Bir parça daha çalalım belki de ekleriz. Sonra bir hikayeyle bitireceğim.
ÖM: Evet, şimdi o zaman Sonic Youth’la devam edelim. Superstar.
(...)
ÖM: The Carpenters’ın ünlü parçası tanınmaz hale getirilmiş.
HT: Evet, programın da yavaş yavaş sonlarına yaklaşıyoruz. Demin Franklin Rosemont’ın babasından bahsettim, işçi olduğunu söyledim, annesinden de bahsedeyim, haksızlık etmeyelim. Annesi de, içki yasağının olduğu dönemlerde kaçak içki satılan yerlerde piyano çalarak caz müzisyenliği yaparmış. Speakeasy deniliyor galiba o yerlere. Öyle bir anne babanın oğlu. Chicago gerçeküstücülerinin Hollanda’daki provo’larla falan da bağlantıları var.
Bütün gerçeküstücülerinin diğer bir ortak noktası da Charles Fourrier’ye olan bağlılıkları. Onun günümüzdeki devrimci mücadelede hâlâ önemini yitirmediğini, çok önemli olduğunu vurguluyorlar. Bir de tabii diğer gerçeküstücülerle bir başka ortak noktaları düş ile gerçek arasındaki o boşluğu kapatmak. Akıl ile düşgücü arasındaki o kopmuş olan mesafeyi kapatmak. Yani hayatın içersinde çatlaklar açarak hayatın şiirselliğini yakalamak. Bunun için çok büyük şeyler de gerekmiyor aslında. “Birden ayağa kalkıp toplumu radikal bir şekilde dönüştürmek de gerekmiyor” diyor hayatın şiirselliğini yakalayabilmek için Franklin Rosemont. Bir örnek vermiş. 1964 yılındaki yerel bir gazeteden kesmiş olduğu bir gazete küpuründen yola çıkıyor. Halstead sokağının otobüsüyle ilgili bir yazı. Halstead sokağıyla ilgili bir şey daha söyleyeyim; Carl Sandburg’un bir şiiri vardır, Halstead Sokağı Tramvay” başlıklı. Orada anlaşılıyor ki yoksul insanların gidip geldikleri uzun sokaklardan bir tanesi.
Gerçekten de çok uzun bir sokak, iyi bir yürüyüşçü 2,5 saatte yürüyebilir.
ÖM: Ona sokak demeyiz artık.
Halstead sokağı otobüsü bir gün mutlaka...
HT: Evet ama, o sokak diye geçiyor, çok büyük bir sokak. Orda düşleri yitirmiş, hayatı boşalmış insanlardan söz eder Carl Sandburg. Burada da kestiği küpürde bir haber bu. 1964 yılında Halstead sokağında artık tramvaylar işlemiyor, otobüs var. Otobüsün şoförü, o işi uzun yıllardır yapmakta olan şoför, artık her gün otobüse binen, işlerine giden insanları tanıyor. Bıkmış o uzun sokakta gidip gelmekten. Bir gün, bir sabah dönmüş yolcularına: “İşte her sabah gidip geliyorum, sizleri de tanıdım, sizler de aynı şeyi yapıyorsunuz. Bıkmış olmalısınız. Bu sabah sizi Florida’ya götürmek istiyorum, ne dersiniz?” demiş. İşlerine gitmek isteyen, işinde terfi etmek isteyen bir iki kişi arabadan derhal inmişler. Bir ikisi merak etmiş, “Hakikaten götürecek misin?” demiş. “Şaka yapmıyorum, götüreceğim” demiş: “Siz inecek misiniz, yoksa kalacak mısınız? Ona karar verin” diye sormuş. Diğerleri de “Biz de işe gitmek istemiyoruz, Florida’da olmak istiyoruz” demişler. Halstead sokağı otobüsünün şoförü kırmış direksiyonu Florida’ya ama bir kaç saat sonra İndiana Eyalet polisi sınırda durdurmuş.
ÖM: Neden?
HT: Herhalde bir yasak var. Ben hangi yasaya dayanarak onu durdurdular bilmiyorum ama durdurmakla da kalmamış Halstead sokağı 36 no’lu otobüsün şoförünü tutuklamış. Yolcular derhal İllinois eyaletine teslim edilmiş otobüsle. Franklin Rosemont “Lanet olsun İndiana polisine” diyor, “bir avuç insanı gördükleri güzel düşten uyandırdıkları için...”
ÖM: Yolcular aslında polise karşı koymalıydılar biz bugün Flori’daya gitmek istiyoruz diye.
HT: Evet, ama “üzülmesinler” diyor Franklin Rosemont, “Halstead sokağı otobüsü bir gün mutlaka Florida’ya gidecek, yeter ki otobüse binenler bütün düşlerin gerçekleşme potansiyeli taşıdığına inansın. O zaman, Halstead sokağı otobüsü Coney Adası’na da gidebilir, Paskalya Adası’na da gidebilir, Eden (Cennet) Bahçesi’ne de gidebilir. İnsanlar yeter ki her düşün geçekleşebilir olduğuna inansınlar. Bir gün bizleri düşlerimizden uyandıracak İndiana eyalet polislerinin olmadığı bir dünya mutlaka kurulacak” diyor.
Ben de nisan ayında Lincoln Avenue ile bu Halstead sokağının kesiştiği yerde otobüse bindim. Rüzgarlı şehrin çok soğuk sabahında, benimle birlikte bir kaç kişi daha bindi.
ÖM: Şoföre baktın mı?
HT: Bakmaz olur muyum? Orta yaşlı siyah bir kadın, çok güler yüzlü. Herkese teker teker “Günaydın, nasılsınız?” dedi. Herkes arabaya bindi, ben de yerime geçtim. Ellerimi ovuşturdum. Galiba, bu sabah bu şoför bizi Florida’ya götürecek, dedim.
ÖM: Anlamamışlardır ama olsun.
HT: Ben kendi içimden söyledim. Neyse; iki durak sonra Milwaukee Avenue’de bir yere gitmek için indim ama olsun. O umudu taşımak önemli. Bir gün mutlaka Halstead sokağı otobüsü Florida’ya gidecek.
ÖM: Evet, süper bu gerçeküstücülük üzerine, tabii bu umman konu üzerine, onun anarşist kökleri ve herşeyi üzerine biraz geyik muhabbeti yapmaya çalıştık. Cuma Adlı Adamlar da bitiyor ama bitiş için seçilen, anında yetiştirilen parça da buna son derece uygun, hem grubun hem de parçanın adı açısından. Bent Leg Fatima ile bitiriyoruz Mouse, Crow, Elephant adlı parçasıyla. Çarpık Bacaklı Fatima Fare’yi söylüyor. Hepinize günaydın.
(Açık Radyo’da Cuma Adlı Adamlar programında yayınlanmıştır.)
Deşifre eden: Sanem Karacan