Var olmak ya da yok olmak, insanın temel ikilemlerinden birisi olmuştur. Tıbbın temel yöntemi, temel bilgi edinme ve bilgi geliştirme yöntemi, yok olmuşlardan sonuç çıkarmaktır. Otopsi adıyla bilinen bu “postmortem” yöntem, tıbbı geliştiren, 19 uncu yüzyılda ortaya çıkmış olan en önemli tekniktir. Tıptan esinle insanlık tarihine de baktığınızda yok olmuş belli türlerin ortadan nasıl kalktığını anlamak, belki yok olmamak için neler yapılabileceği hakkında bize fikir verebilir.
Hakkında çok şey duyduğumuz Neanderthaller, yaklaşık 80 bin yıl kadar önce, bize daha yakın olan Homo sapienslerle bugün bulunduğumuz topraklarda Neanderthaller Avrupa’dan, Homo sapiensler de Afrika ve Ortadoğu üzerinden gelerek ilk kez karşılaştıklarında, bir süre beraber yaşadılar. Daha sonra Homo sapiensler Neanderthallerle birlikte fazla barınamadılar ve geldikleri topraklara Ortadoğu, Mezopotamya ve hatta Afrika’ya kadar geri çekildiler, Bir sonraki karşılaşma yaklaşık 40 bin yıl kadar sonraydı. Bugünden 40 bin yıl kadar öncesindeki bu karşılaşmada Homosapiens’lerle Neanderthallerin beraberliği yaklaşık 10 bin yıl sürdü. Günümüzden 30 bin yıl önce, atalarımız Homo sapiensler hayatlarına devam ederken, Neanderthaller yok oldular, ortadan kalktılar. Bugünkü araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlara bakılırsa, Neanderthaller ile Homo sapiensler, yani bizim atalarımız olan insansıları ayırt eden en önemli özellik, Homo sapienslerin planlama ve strateji geliştirebilme becerilerine sahip olmasıdır. Bu konuda birkaç kanıt var; örneğin, atalarımızın bir sonraki kuşağın ihtiyaçlarını düşünebilme yetilerinin olduğunu biliyoruz.
Homosapienslerin - Neanderthallerden farklı olarak birkaç adım sonrasını düşünebilme becerisinin varlığını düşündüren bir başka örneği, Neanderthallerin hayatta kalmak için kullandıkları av teknolojisinde bulabiliriz. On binlerce yıl içerisinde Neanderthal’lerin kullandığı mızrak uçlarında temelde bir değişiklik yok. ‘Hiçbir şey değişmeyecek, olduğu gibi kalacak’ düşüncesinin bir eğilimi olarak, Neanderthal’lerin bize bıraktıkları kalıntılardan, ‘bugünü idare diyoruz, üç-beş mamut öldürüyoruz, birkaç dinozor avlıyoruz, karnımızı çok şükür doyuruyoruz’ şeklinde yaşayan bir tür olduğunu bugün çıkarsayabiliyoruz.
Diğer yandan, insanoğlunun ta kendisi olan Homo sapiens’in, “böyle gelmiş, ama, ya böyle gitmezse?” sorusunu akıl ettiğini görebiliriz. Bu kaygılı, dert eden tür olmanın hayatta kalmayı sağlayan ve kalıcı, sürdürülebilir bir yaşam getirmeyi sağlayan unsur olduğu düşünülebilir.
Bu bağlamda, stratejiyi, bugünden geleceğe dönük bir tasarım, bir hayali gerçekleştirmek üzere bir eylem planı oluşturmak olarak formüle edebilirsiniz. İnsanoğlunu diğer canlılardan, bir planı oluşturmak ve hayata geçirmek için gerekli komutları verebilecek beyin yapısını geliştirebilmiş olmanın ayırdığını görüyoruz. Çünkü bazen “böyle devam et iyi gidiyorsun”, bazen de “bu böyle gitmez, değiştir” düşüncesi insanoğlunun tercihlerinden birisi olabilir. Burada, bir çeşitlilik, bir tercih mönüsü, seçenekler arasından seçebilme şansının oluşması önemlidir.
Bir insanın kafatasını ve bir Neanderhalin kafatasını karşılaştırdığınızda, ehil olmayan gözlerin fark etmesi için zor olsa da, göz çukurlarının üzerindeki alanlara dikkatlice bakıldığında, insanoğlunda bir bombeyi, diğerinde ise oldukça düz bir şekildeki alanın geriye doğru, içinin boş olduğunu yansıtacak biçimde kavissiz olduğunu görebilirsiniz.
Burada, ‘geçmiş’ ve ‘gelecek’ kavramlarını, sadece ‘şimdi’yi değil, hem geçmişi hatırlamayı hem de geleceği de düşünebilmeyi sağlayan beyin işlevlerini sağlayan ‘frontal’ alan için insan kafatasında ayrı bir hacim açılmış olduğunu görmek, stratejik düşünme alışkanlığının, becerisinin insana özgü olduğunu söylemek açısından gereklidir. Biraz önce değinilen, ‘frontal’ alan, tamamen insana özgüdür, orangutanda vs. çok az, işlevi ve biçimi daha sınırlı olarak vardır. Bu alandan ve onun sağladığı becerilerden yoksun Neanderthal’lerin neden farklı olduğunu, bir çok beceriye sahip oldukları, bir dönem insanlara üstünlük sağlamış oldukları halde neden yok olduklarını öğrenebiliyoruz.
Strateji oluşturma becerisinden eksik, yoksun ve sadece ‘günü yaşayan’ bu akrabalarımız, ‘günü yaşayarak’ on binlerce yıl idare edebilmişler. Diğer yandan, bırakın, bir sonraki kuşakları, yüz binlerce yıl sonraki kuşakları düşünebilmenin, Homo sapiensi ‘Homo sapiens’ yaptığını görüyoruz.
‘Şimdi’ içinde olduğumuz an, her zaman için en güçlüdür. Duygusal sistemimiz, Homo sapienslerde on binlerce yıl önceden bu yana, hayatta kalmaya ve tehlikeleri savuşturmaya yönelik eylemleri tetikleyen şekliyle ortaya çıkıyor. Bu sistem, tabii ki ‘şu anda’ olan ve ‘şu anda’ canımızı tehdit eden şeylere yanıt vermeyi, bırakın birkaç yıl sonrayı, birkaç saat, birkaç gün sonra olacak olana tercih eder. Dolayısıyla, her tehlike elbette tehlikedir, ama ‘şimdi’ olan tehlike, her zaman için bizim mevcut rasyonel mekanizmalarımızı zaman içerisinde kazanmış olduğumuz, Neanderthal ve diğer canlılara üstünlük sağlamamıza neden olmuş geleceğe dönük, stratejik mekanizmaları geçici olarak susturur.
Herkesin ‘tehlike’ saptama mekanizması aynı değildir. Hepimizin bireysel yaşamındaki risk saptamayı sağlayan, çevremizdekilerden ‘kim bizim için riskli, kim değil?’; ‘kim tehlikeli, kim tehlikesiz?’; ‘kim emin kişi, kim değil?’ sinyallerini algılamamızı belirleyen kritik bir beyin parçası anterior cingulate cortex (ACC) adıyla tanınır. Elbette, nasıl hepimizin burnu, kulağı bir diğerimizinki ile aynı değilse, beynimizin riski algılamayla ilgili parçalarının da bu şekilde bir değişiklik göstermesi mümkündür. Burada enteresan olan, bu beyin parçasının dokusunun değişkenliği ölçüsünde, insanların risk saptama, riski belirleme becerilerinde, yetilerinde, hassasiyetlerinde farklılıklar gözleniyor olmasıdır. Risk algılama eşiklerimizin farklılığı, bu işleve hizmet eden beyin bölgelerinin farklılığı oranında değiştikçe, birimizin tehlike olarak gördüğünü diğerimiz tehlike olarak görmeyebiliriz. Birimizin çok temkinli hareket ettiği bir durumda, diğeri oldukça atılgan davranabilir. Bu atılgan kişiye –işler yolunda giderse- ‘gözü pek’ diyoruz, işler yolunda gitmezse de ‘gözü kara’ diyoruz. İkisinde de bir “göz” durumu var. Bu göz meselesi, aslında insanoğlunun hem şimdi hem gelecek hem de geçmişi bir arada düşünme becerisinde hep yer almıştır. Türkçemizde ‘eli işte, gözü oynaşta’ diye bir deyim var ve bu deyim aynı anda birden çok işlemi bir arada yapabilme, bir arada, birbiriyle sürtüşmeden, çelişmeden birkaç tilkiyi birlikte beyninizde oynatabilme becerisine atıfta bulunuyor.
“Böyle mi gidelim, yoksa yolumuzu mu değiştirelim?” veya “frene mi basalım, gaza mı basalım?” seçenekleriyle karşı karşıya kaldığımız durumlar, birden çok ve eşzamanlı işlem gerektirir. Beynimizin bir bölümü geniş kapasitesi gereği, iki farklı durumu aynı anda masaya koyup birbiriyle karşılaştırabilme, (paralel işlem yapabilme) ve daha doğru karar verebilme yetisine sahip olabiliyor.
Geleceğe yönelik stratejik bir karar verebilmek açısından geçmiş, şimdi ve geleceği eş zamanlı değerlendirebilme gereğinden bahsetmiştim.
Bir yandan geçmişi daha doğru değerlendirip, aynı anda, şu anda içinde bulunduğumuz koşulların, bize bir çeşit dikte ettiği, bazen de adeta zorladığı, alışkanlıklarımız yönünde, genellikle içten geleni yapma eğilimini kontrol etmek kolay değildir.
Bazen içimizden bir şey kuvvetle, bir zorunluluk gibi gelir; bunu tutmamız oldukça zordur. Bunu sınayan bir deneyi aktarayım. Siz beyin işlevini ölçme amacıyla kullanacağımız aygıtın (MR Cihazı) içindesiniz ve size deniliyor ki ‘önünüzdeki 30 saniye içerisinde aklınıza sakın maymun getirmeyin!’ Bu komuta uymaya çalışırken ve kendinizi tutmaya çalışırken, yani ‘şimdi’nin etkisini kontrol etmeye çalışırken, beynimizin aktif olan bölgeleri birbirinden farklı yönlerde çalışıyor.
Kendimizi tutmakla meşgulken, ‘şimdi’nin gereklerine, çağrısına, zorunluluklarına karşı koymaya çalışırken, bir yandan da, tutma işleviyle meşgul ettiğimiz bölgenin diğer sorumluluğu olan geleceğe dönük strateji becerilerimizi aslında bloke etmiş oluyoruz, bir kaynağı sınırlamış oluyoruz.
Çok önemli bir başka alışkanlığımız ya da içimizden gelen davranışlardan birisi ise, bildik ve alışıldık olanı yapma, bildikten şaşmama eğilimidir. Çoğunlukla birlikte olma eğiliminin, davranışları etkileyici önemini toplu karar anlarında hissedebiliriz. “Mahalle baskısı” kavramında anlatılmaya çalışılan da budur. Çoğunluk ya da mahalle baskısı kavramının çağrıştırdığı “herkesin yaptığı”nı yapmamak çok ama çok zordur.
Nereden biliyoruz? Örneğin, yine bir deney ortamında, herkesin yaptığı şekilde düşünmeye çalışan birisi ile herkesin düşündüğü şekilde düşünmemeye çalışan ve bunu deklare etmesi istenen bir kişinin beyninde en yoğun aktivite gözlenen alanlardan birisi, talamus bölgesidir. Talamus, ağrıdan, ağrının algılanmasından ve “yaşanması”ndan sorumludur. Dolayısıyla, bir konuda “ben bu görüşe katılmıyorum” ya da “ben farklı düşünüyorum” demenin, sadece gündelik yaşamda dışlanma, surat ekşitme, gruba katılmama dışında, belki hepsinden daha derinde, beyinsel açıdan da bir bedeli vardır.
Kolunuza yumruk yediğinizde hissettikleriniz beyninizin hangi bölümünü çalıştırıyorsa, bir konuda muhalefet ederken, herkesten farklı bir fikir geliştirirken de, eski köye yeni âdet getirirken de aynı durumu, ağrı ve acıyı, zihninizin aykırı işleyişi sonucunda yaşıyorsunuz. Bağımsız ve aykırı fikirlerin oluşması, belki biraz ağrı sızı yaratarak, ‘şimdi’nin tesirini azaltırken, stratejik düşünme üzerinde mevcut koşulların ve içimize sinmiş alışkanlıkların tesirini dengeleyici bir rol oynuyorsa, kendimiz ağrıya acıya dayanıksız isek, aykırı düşünceli birisini çevremizde bulundurmak belki de stratejik düşünmeye başlamanın ilk basamağı olabilir.
Yankı Yazgan Kimdir?: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde ve Yale Üniversitesi ‘Child Study Center’da araştırma ve eğitim çalışmalarını sürdürmektedir. Çocuk-genç ve aile psikiyatrisi alanlarında serbest uzman hekimlik yapan Prof Dr Yazgan klinik birikimlerini iş ve toplumsal hayatta karar alıcı durumdaki kişi ve gruplar ile akıl fikir alışverişi yapmak için de kullanmaktadır.