Ermenistan, diaspora ve tarihle yüzleşmek

-
Aa
+
a
a
a

1915'İN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNE YENİDEN BAKMAK (1)

Abdullah Gül'ün Erivan ziyareti ile şüphesiz çok önemli, tarihî bir adım atıldı. Bu cesaretli adım nedeniyle her iki ülke cumhurbaşkanını da canı gönülden kutlamak gerekir. Büyük iş yaptılar ve Türk-Ermeni ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını araladılar. Şimdi bu kapıdan çok insan geçecek gibi gözüküyor.

Daha bundan yedi yıl önce 2001 Şubat ayında bir Televizyon programında Türkiye Ermenilerden özür dilemelidir dediğim için aleyhime büyük bir kıyamet kopartıldığını hatırlıyorum. Abdullah Gül'ün ziyareti sonrası ise Emekli Büyükelçi Volkan Vural verdiği bir röportajda aynı sözleri tekrar ederek "Özür dilenmeli" dedi ama ciddi bir itirazla karşılaşmadı. Sanki talep genel bir kabul gördü. (Taraf, 18 Ekim 2008) Bu örneğin de gösterdiği gibi, aradan geçen süre içinde Türkiye konuya ilişkin epey bir yol almış gibi gözüküyor.

ABDULLAH GÜL'ÜN ŞANSI

Bu yol almanın içinde Ergenekon soruşturma ve tutuklamalarının çok özel bir yeri var. Eğer Ergenekon tutuklamaları olmasaydı, Abdullah Gül'ün Ermenistan ziyareti aleyhine son derece ciddi bir kamuoyu oluşturma kampanyasına şahit olacaktık. Türkiye'de son yıllarda, Ermeniler ve 1915 aleyhine sürdürülen kampanyaların başını Ergenekon çekiyordu. Boğazlayan Kaymakamı Kemal'in idam gününü anma toplantıları düzenleyenler; Berlin'de Talat Paşa yürüyüşleri örgütleyenler; İsviçre'de "hukuk savaşı" yürütenler Ergenekonculardı. İstanbul'da, 2005 yılında düzenlediğimiz konferansa karşı kamuoyunu mobilize edenler; bizler hakkında sürek avları düzenleyerek mahkeme kapılarında süründürenler; sonuçta cinayet de dâhil olmak üzere Hrant Dink aleyhine kampanyalar yürütenler hep bunlardı.

Ergenekon grubunun tarihte yaşanmış bu acı olayı, 1915'i, kendisini toplum nezdinde meşru kılabilmesi için kullanmaya çalışması son derece önemli ve anlamlıdır. Geçmişte Ermenilere karşı imha siyaseti uygulayanlarla, bugün Ermeniler aleyhine düşmanlığı örgütleyen Ergenekon arasındaki bağlantı, üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gereken bir konudur.

YANLIŞ BİR MANTIK

Ben bu kısa yazıda, Gül'ün ziyaretini desteklemek amacıyla kaleme alınan yazıların önemli bir kısmına egemen olduğunu gördüğüm ve yanlış bulduğum bazı noktalara değinmek istiyorum. Çoğu, Türk-Ermeni ilişkilerin düzeltilmesi doğrultusunda açılan olumlu kapıdan ilk geçecek olan aydınlarımıza ait bu yazılarda dile getirilen yanlış fikirlerin, Türkiye kamuoyunu etkileme ihtimali oldukça kuvvetli ve bu nedenle üzerlerinde özel olarak durulması gerekiyor. Ayrıca, sıradan eleştirinin ötesinde, bir de önümüzdeki dönemde, soruna nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda genel bir çerçeve çizmek istiyorum. Ümidim, konuya ilişkin tartışmaların daha doğru bir zemine kaydırılabilmesidir.

Kaleme alınan yazıların çoğuna egemen olan havaya bakılacak olursa, Ermenistan devleti ile Ermeni diasporası arasında özellikle Türkiye'ye ve tarihe yönelik takınılması gereken tavır konusunda ciddi farklar var. Bu yazılanlara göre, Ermenistan devleti ve Ermeni diasporası neredeyse iki ayrı ucu temsil etmektedirler. Diaspora hem tek bir vücut, tek bir örgüt gibi hareket eden monolotik bir blok olarak tanımlanmaktadır; hem de diaspora kelimesi "kötü" ile eşdeğer anlamda kullanılmaktadır. Diaspora'yı bu denli "olumsuz" ve "kötü" yapan nedenlerin başında ise, "soykırımın tanınması konusunda ısrarcı olmak" tutumu gelmektedir. Böylece, aydınlarımızın elinde, "soykırımın tanınması" talebi ve bu talepte "ısrarlı olmak" neredeyse "öcü" haline sokulmuş bulunuyor. Bu mantığa göre, "soykırım tanınmalıdır" denmezse ve/veya bu tanınma konusunda ne kadar az ısrarlı olunursa o kadar iyidir.

Yazılara egemen olan mantığa göre, Ermenistan devleti "soykırımın tanınması" konusunda fazla bir ısrara sahip değildir. Son ziyaretin de gösterdiği gibi, komşumuz Ermenistan aslında "iyidir"; ziyaret boyunca "soykırım kelimesini kullanmaktan kaçınarak" ve "tanınma" talebinde bulunmayarak, "iyi" olduğunu da göstermiştir. Fakat Ermenistan Devleti, ciddi biçimde "kötü" diasporanın etki ve kontrol alanındadır. "İyi komşu" Ermenistan'ın, "kötü" diasporanın kucağına düşmüş olmasının önemli bir nedeni de, Türkiye'nin izlediği "kötü" politikalardır.

ERMENİSTAN İLE DİASPORA FARKLI MI

Bu tarz düşünenler, Türkiye-Ermenistan arasındaki sorunun, diasporanın devreden çıkarılmasında yattığına inanıyorlar. Bu yazarlar grubuna göre, "iyi komşu Ermenistan"ı, bu "kötü" diasporanın elinden kurtarmak gerekmektedir. Bunun için yapılması gereken, Türkiye'nin "kötü" politikalarını terketmesi ve Ermenistan ile "iyi" ilişkiler kurmasıdır. Böylece, Ermenistan, diasporanın etkisinden kurtarılabilecek ve "soykırımda ısrar" gibi kötü bir fikir de etkisini azaltmış olacaktır. Yani aslında meselenin çözümünde anahtar unsur, "soykırım ısrarı" öcüsüdür ve sorunun çözümü için de bu ısrardan vazgeçilmesi gerekmektedir.

Bu bakışa sahip aydınlarımız, 1991 sonrası Türk-Ermeni ilişkilerini şöyle açıklamaktadırlar: Ermenistan'ın ilk cumhurbaşkanı Petrosyan, soykırım konusunda daha yumuşaktı, "ısrarcı" değildi ve Türkiye'ye yönelik daha açık politikaların yürütülmesinden yanaydı. Bu nedenle, "kötü" diasporaya bu konuda tavır almıştı. Petrosyan'ın iktidarı kaybetmesinin nedeni ise Türkiye tarafından desteklenmemiş olmasıydı. Yani sonuçta, Petrosyan'ın iktidar kaybı, "soykırımda ısrarcı olanlarla, ısrarcı olmayanlar" arasındaki çatışma ekseninde olmuştu, ve bizim "kötü" politikalarımız onu iktidarından etmişti.

Zannediyorum bu bakış açısının gözden geçirilmesinde ve düzeltilmesinde fayda var. Çünkü eğer bir sorunu çözmek istiyorsanız, öncelikle bu sorunun tarafları hakkında gerçeğe yakın bir bilgi edinmeniz şarttır. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Petrosyan'ın iktidarı kaybetmesinde Türkiye politikaları veya soykırım konusundaki tutumu fazla merkezi bir rol oynamamıştır. Ekonomideki kötüye gidiş (özellikle yolsuzluklar) ve Karabağ konusunda hızlı bir çözüme yönelmek istemesi Petrosyan'ın iktidarı kaybetmesinin ana nedeleri idi.

Belki daha da önemli olan, Petrosyan'dan bu yana, Ermenistan Hükümetleri'nin Türkiye politikalarının esas olarak değişmemiş olduğu gerçeğidir. Bu politikalar esas olarak aynı kalmıştır. Koçaryan ekibi, hem kadro ve hem de siyaset olarak, Petrosyan döneminin Türkiye'ye yönelik siyasi çizgisini devam ettirmiştir. Kadrosal sürekliliğe verilebilecek en iyi örnek Koçaryan döneminin Dışişleri Bakanı Vartan Oskanian'dır. Oskanian, Petrosyan döneminde de 1990'lı yılların ortalarından itibaren, dışişlerinde önemli görevlerde bulunmuş hatta onun son yıllarında dışişleri bakanlığı görevini temsilen üstlenmiştir.

Ermenistan'da 1991'den beri tüm hükümetlerce takip edilen bu siyasetin özü şudur: "Hiç bir ön koşula dayanmadan, koşulsuz diplomatik ilişkinin kurulması." Unutmamak gerekir ki, Abdullah Gül'ü davet eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Serzh Sargsyan, Koçaryan'ın adayıydı ve seçimi Petrosyan'a karşı kazanmıştı. Gülü davet eden kişinin Koçaryan ekibinden olması bu sürekliliği gösterir. Petrosyan ise daveti açıktan desteklememiş, hatta oldukça eleştirel bir tutum takınarak, karşı çıkmış ve "zamansız" bulmuştur. (Bunda şüphesiz kendisinin muhalefette olmasının son derece büyük önemi vardır.)

Özetle söylemek istediğim şudur: Ermenistan'daki politik gelişmeler ve taraflar hakkında daha gerçeğe yakın bilgiler elde edilerek, Türkiye'de oluşmuş bu yanlış bilgi kalıplarının düzeltilmesinde gerçekten fayda vardır. Eğer bir sorunun tarafı iseniz ve bu sorunu çözmek istiyorsanız, sorunun diğer tarafı hakkında, aşağı yukarı kendi hakkınızda sahip olduğunuz bilgiye yakın bir bilgiye sahip olmanız gerekir. Eğer, diğer taraf hakkında, ayrıntılı bir resme sahip olamazsanız sorunu çözemezsiniz.

KÖTÜ DİASPORA VE SOYKIRIM "DAYATMASI"

"Kötü diaspora" ile "iyi komşu Ermenistan" ayırımı, bir başka nedenle daha üzerinde durulmayı hak ediyor. Öncelikle belirtmek isterim ki, galiba, Türkiye'de bu "iyi komşu" Ermenistan ile "öcü ve kötü" diaspora imajının oluşmasında, konuyla uğraşan aydınların –ben de dâhil- ciddi sorumluluğu var. Konuyla yakından ilgilenen ve yazılar yazan aydınlar, bu tür bir tek bloktan ibaret, homojen ve "kötü" diaspora tanımında çok ısrarcı oldular ve kamuoyunda bu imajın oluşmasına katkıda bulundular. (Bu konu Hrant ile çok konuştuğum bir konuydu. En azından onun adına "Galiba Hrant yanlış anlaşıldı" diye düzeltme yapabilirim ama, işe yarar mı bilmem.)

Mesele bence şuradan kaynaklandı: Türkiye'de konuyla ilgilenen aydınlar, inanılmaz, aşırı bir psikolojik baskı altında yaşıyorlar. Bu psikolojik baskının önemli noktalarından birisi de, Türkiye'de neredeyse hakaret anlamında kullanılan "Ermeni" kavramı ve ayrıca bu "kötü" Ermeni'nin, "soykırım konusunda ısrarlı" olması. Ermeni kavramının bu denli negatif ve bu denli kötü bir biçimde kullanılması, ve "soykırım konusunda ısrar"ın neredeyse bir küfür sayılması aydınlarımızı ciddi bir açmaza sokmaktaydı ve hâlâ da sokuyor. Ve aydınlarımız kendisini savunmada hisseden her insanın vereceği doğal tepkiyi verdi ve hâlâ da veriyor.

Bu tepki, Ermeni'yi "negatif", "öcü" ve "kötü" olarak tanımlayan zihniyetle açıktan hesaplaşmak ve "soykırımın tanınması" isteminin son derece demokratik bir talep olduğunu anlatmak yerine, bu saldırgan mantığın ana hatlarını kabul etmek biçiminde oldu ve oluyor. Aydınlarımızın geliştirdiği savunma stratejisine göre, "kötü" olan Türkiye Ermenileri ve komşumuz Ermenistan değildi. Asıl "kötü" diasporadaki Ermenilerdi. Çünkü, "soykırım konusunda ısrarlı" olanlar asıl onlardı. Yani aydınlarımız, asıl sorunun, Ermeniler için "öcü" ve "kötü" kavramının kullanılmasında olduğunu göstermek yerine, bu sıfat tanımlamasının doğru olduğunu kabul ettiler. Sadece bu sıfatlarla tanımlanan özneyi değiştirerek; "kötü" olan "Ermeni"nin yerine "kötü" olan "diaspora"yı koydular. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye'deki egemen mantık, aydınlarımızda da aynen varlığını sürdürmeye devam etti ve ediyor.

SOYKIRIM SÖYLEMİNE NASIL BAKACAĞIZ

Bana göre, sorun burada başlıyor. Eğer bu egemen düşünme tarzını sorgulamaz ve bu mantıkta her hangi bir değişiklik yapmazsak; sadece "kötü" sıfatını yakıştırdığımız özneyi değiştirirsek, Türk-Ermeni gerilimini çözemeyiz. Görülmesi gereken şudur: "Ermeni"yi kötü ve öcü ilan etmekle "diaspora"yı kötü ve öcü ilan etmek arasında herhangi bir zihniyet farkı yoktur. "Kötü ve öcü" sıfatını, sadece özneyi kaydırarak kullanmaya devam edersek sorun aynı kalır. Hem "öcü" ve "kötü" kavramı değişmediği için, hem de "soykırımın tanınmasını istemek" talebinde yanlış olan birşey olmadığı için.

"Soykırımın tanınması" talebi konusunda değişik fikirlere sahip olabilirsiniz; tarihteki bir haksızlığın "soykırım olarak tanınması"na itirazlarınız olabilir; başka tanınma tarzlarından yana olabilirsiniz ama "soykırımın tanınması" talebinin ileri sürülmesinde "kötü" olan birşey yoktur. Bu son derece demokratik bir taleptir. Görmemiz gerekir ki, "soykırımın tanınması" talebini "negatif" ve "kötü" olarak gören bir mantıkla; tarihimiz üzerine açık olarak konuşmayı "kötü" ve "yanlış" gören bir mantık arasında fazla bir fark yoktur; "soykırımın tanınması" talebinin ileri sürenlere gösterilen öfke ile, tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini söyleyenlere duyulan öfke arasındaki sınır son derece incedir.

Birisinin nerede başlayıp, ötekinin nerede bittiğini bilmek gerçekten çok zordur.

SOYKIRIM ALGILAMALARINDA FARKLILIK YOK

Ayrıca, "soykırımın tanınması" konusunda Ermenistan ile diaspora arasında bir ayrım yapmak da doğru değildir. Aydınlarımızda egemen olan bakışa göre, Ermenistan ile diaspora arasında soykırımının tanınması politikaları konusunda ciddi farklar vardır. Türkiye'de konu ile uğraşan herkesin bilmesinde fayda vardır ki, Ermenistan ile diaspora soykırımın tanınması meselesinde, aynı safta durmaktadırlar.

Taraflar arasında "soykırımda ısrarcı olmak ve olmamak" ekseninde yapılan ayırım doğru değildir, yanlıştır. Altını özel olarak çizmek gerekir ki, şu anda tüm Ermeni toplulukları, 1915'te yaşananların soykırım olduğu ve bunun Türkiye tarafından kabul edilmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu konuda en ufak bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.