Pati’ler konusu, "Kutsal Kartezyen Bilim"in henüz tenezzül (ya da cüret) edemediği alanların başında gelir. Örneğin, ikizler arasındaki sezgisel iletişim: Hani, birbirlerinden uzakken bile, birinin canı yandığında diğeri bunu hissedermiş. Yakın dostlar arasında da sıkça rastlanır bu ‘bilim-dışı’ deneyime.
(Sahi; bu gibi deneyimler niçin Bilim-dışı sayılır? Son derece insanî ve evrensel oldukları için mi? Yoksa, gsm pazarının keyfi kaçmasın diye mi, hıı?)
Söz ettiğim olguya ‘telepati’ deniyor malûm. Telos: uzak, pathos: his, telepati: uzaktan hissetmek. Telepati yeteneği yüksek olan insanlar tanımışızdır çevremizde.
(Ya da bencileyin, yeteneğimiz yoksa da varmış gibi yaparız: "Aradığında seni düşünüyodum, aşkolsun ayol!)
Pati’lerinbaşka türleri de var: Empati; başkasının duygusunu kendi ‘iç’inde hissetmek… Sempati; duygudaşlık hissi… Antipati; ‘karşı’ yani ‘zıt’ duygu ve bu nedenle hissedilen iticilik…
(Bu son iki pati, yaşamlarımızdaki yapaylaşmayla birlikte, saflığını epey yitirmiş durumda. Duygularımız ‘böl/yönet’ ve ‘bizler/ötekiler’ uyaranlarıyla beslendiğinden, sırf ‘bizim parti’ye kayıtlı diye hıyarın tekine sempati duyabiliyor; sırf ‘öteki takım’ı tutuyor diye iyi bir insanı antipatik bulabiliyoruz. İyisi mi, biz yine telepatiye dönelim; çünkü o henüz doğallığını koruyor.)
Annelerde, kendi çocuklarına yönelik olan telepatinin en az ikizlerdeki kadar güçlü olduğunu bilirsiniz. Hani, durup dururken, "Ay, yavruma bişey oldu!" diye sıçrayıp size telefon ederler – ve o sırada gerçekten başınız derttedir…
(Eveeet… Girişi yaptık, konuyu ısıttık… Şimdi efendim, gelelim ‘kâbus’a…)
Mahmure Hanım bir gece ansızın, şiddetli bir panik duygusuyla uyanır. "Mehmet’e bir şey oldu!" diye bağırıp, telefona koşar ve oğlunu arar… Hayır; Mehmet evindedir ve gayet iyidir… "Çok şükür!" der Mahmure Hanım; kocasının alaycı bakışlarını görmezden gelip, yatağına döner.
(Gecenin bir saatinde uykusu bozulan Mehmet’in –ve karısının- hoşnutsuzluk tepkilerini filan şimdilik umursamayıp, ertesi günkü gelişmeleri özetleyelim.)
Mahmure Hanımın panikle karışık iç sıkıntısı, sabaha kadar sürmüştür. Bir psikiyatra giderler. Psikiyatr, kadını dinledikten sonra, şaşkınca alnını kaşır ve anlatır: Son günlerde tıpatıp aynı nedenlerle kendisine gelen belki yirminci kadındır Mahmure Hanım. Ve hepsinin ortak yanı, ‘anne’ olmalarıdır.
(Bir ‘sakinleştirici’ yazmakla yetinir psikiyatr. Bu panik duygusunun bilimsel bir açıklaması olmadığını söyler. "Muhtemelen, ülkedeki çatışmaların yarattığı huzursuzluk, hassas insanlara böyle yansıyor" demekle yetinir.)
Günler geçmiş, benzer olaylar artmış, aynı panik-atakların pek çok annede görüldüğü, hatta bir salgın gibi tüm ülkeye yayıldığı anlaşılmıştır. Sorun medyanın gündemine girer; tv kanallarında bildik-bilmedik uzmanlar konuyu tartışırlar. İktidar partisi "ülkedeki huzuru kıskanan mihrakların yıkıcı propagandalarından", muhalefet partileri "ülke sorunlarının halk üzerindeki baskısından" dem vururlar. Bir alternatif bilim uzmanı, "telepati ve empati hislerinin kombinasyonundan doğan bir tür sinerji" gibi tartışmalı ifadeler kullanır. Sonunda –genelde toplumsal sorunlarla ilgilenmeyen– üniversiteler de işe karışır; psikiyatri kongreleri toplanır, vesaire…
(Kimine göre, GDO’lu gıdalar kadınlardaki bilmemne hormonunu tetiklemesinden; kimine göre genel ahlaka ve aile yapısına aykırı tv dizilerinin etkisinden", ya da milli-manevi değerlerin unutulmasından dolayıdır bu olanlar.)
Açıklamalar arasında bir tanesi vardır ki, bir tv kanalında "sıradan bir haber" olarak yer alır ve kimsenin ilgisini çekmez. Bir kadın, yolda insanları çevirip bu konudaki fikirlerini soran tv muhabirine şunları söylemiştir: "Oğlum geçen yıl dağda şehit oldu gitti. Ben de öldüm onunla, yandı yüreğim kül oldu. İşte tam da yavrumu topraklara koyduğumuz günün akşamıydı. Baktım, televizyonda bir şenlik; iş kadınları ödül mü almış neymiş, gülüşüp dururlar. Bir kendi halime baktım, bir onlara. ‘Dünyadan haberiniz yok be bacılar; dilerim Allah’tan, aha şu yüreğimin acısı size de geçsin, geçsin ki anlayın, evlat mı önemlidir, para mı!’ deyiverdim… Korkarım şimdi, bu bedduam kabul oldu diye. Sade ben değil, pek çok ana var yüreği yanık, hepsi ilenir durur… O yüzden diyorum; ola ki bizim beddualarımız tuttu da, şimdi, evladı ölsün ölmesin bütün anaların yüreği yanmakta…"
Çok ‘naiv’ (böyle denir ya) ve ‘irrasyonel’ sözlerdir bunlar. O yüzden kimse ciddiye almaz, hiçbir psikiyatri kongresinde tartışılmaz. Fakat –bana sorarsanız– çok önemli bir mesaj taşımaktadır bu yürek sesi. Dünyamızı kuşatan, bizi diğer insanlara yabancılaştıran empati yoksunluğu, bundan daha iyi nasıl anlatılabilir!)
Nedeni her neyse; annelerdeki bu iç-sıkıntısına "bilimsel ve de rasyonel" bir çare bulunamaz. Ve büyük ikramiye yine ilaç sektörüne çıkar; antidepresan satışları tavana vurur. Ta ki bir gün, anneler –ve doğasında annelik duygusu barındıran tüm kadınlar– "Yeter artık!" diyene kadar… Dünyanın, aslında en güçlü ve üretken, ama en güçsüzleştirilmiş ve edilginleştirilmiş insanları; kadınlar; kendi öz ve özgün doğalarındaki sevgi ve rahmet kaynaklarının farkına varıp, ağırlıklarını ortaya koyana kadar… "Birimizin acısı, hepimizindir. Bu çatışmalar, bu yoksulluk, bu vurdumduymazlık sona erdirilmedikçe; işlerimizi de, eşlerimizi de boykot ediyoruz. Çocuklarımızın yaşama haklarını kesinlikle güvenceye alan bir toplumsal düzen kurulana kadar, kimse bizden tatlı dil, güler yüz beklemesin!"
Gördüğünüz gibi, sonunda yine "Lysistrata" (ya da "Kadınlar I-ıh Derse") ütopyasına dayanıp kaldı öykümüz. Ütopya; çünkü kadınlar –ya da tüm insanlar– hiçbir zaman bu toplumsal bilgeliğin gereğini hayalden gerçeğe taşıyamadılar. Ki, sınıfsal ya da kişisel tüm ayrımları bir yana bırakıp, ‘insan olma’ temelinde birleşmektir bunun yolu…
Ne dersiniz; varsayalım ki gerçekten de annelerin telepati yeteneği güçlenmiş ve ‘başkaları’nın çocuklarıyla da bağ kuracak kadar genişlemiş olsun… Bunun sonuçlarını hayal edebilir misiniz? Irak’ta, Afganistan’da ya da Şırnak’ta bir genç ölüyor ve tüm anneler yüreklerinde bir sızı hissediyorlar: "Ay, yavruma bişey oldu!" Anneler için, dayanılmaz bir kâbus olurdu, değil mi! Çünkü dünyada her an bir cinayet, bir zulüm, bir haksızlık işlenmekte…
Haydi, annelere kıymayalımve bu empatik-telepati yeteneğinin sadece onlarda değil, yüreğinde sevgi barındıran her insanda güçlendiğini düşünelim… Aman Allah! Düşünsenize; içinizde her an bir başka sızı! Bir çatışmada ölen genç… Dikkatsiz bir sürücünün ezdiği bir yaya… Kötü çalışma koşulları yüzünden kaza geçirip ölen bir işçi… Keyifle havaya ateş eden bir güce-tapıcının mermisiyle ölen bir masum… Ve her biri için sızlayan yüreğiniz: "Ay, yavruma-kardeşime-arkadaşıma bişey oldu!"
Amanın, istemem; vazgeçtim!Olmaz olsun böyle yetenek! İyi ki gözlerimiz kör, yüreklerimiz sağır, akıllarımız tutuklu!.. Yoksa nasıl ‘gurur’ duyardık insanlığımızla, insanlar öldürülürken? Nasıl izlerdik haber bültenlerini, neleri gizlediklerini görmezden gelip? Nasıl kazıklardık müşterilerimizi, başkaları da çocuklarımıza kazık atarken? Nasıl aşağılardık bizden farklı olanları; ve nasıl kızabilirdik farklılığımızı aşağılayanlara? Nasıl şapırdatırdık ağzımızı, komşumuz yemek bulamazken? Hem inanıp Tanrı’ya, hem yarattığı doğaya nasıl zulmederdik? Bize yapılmasını istemediğimiz şeyleri nasıl reva görürdük başkalarına?.. Aman! İyisi mi; ne empati güçlensin yüreğimizde, ne telepati! İstemez, eksik olsun!..