Ekonomi Notları - 34
Ömer Madra: Epey karanlık bir hava, bir uçak kazası ve genellikle ekonomi de dahil tatsız haberler, savaş ve Genelkurmay’ın “muhtıra”sal açıklamaları, vs. Şimdi öncelikle istersen savaş ekonomi politiğine kısaca bir değinelim. Dinleyicilerimizden biri, bu son petrol fiyatlarındaki hareketliliğin, silah firmalarının hisse senetlerinin tavan yapmasının ve Amerikan ordusunun mobilizasyonunun nasıl bir bilanço değerlendirmesi yapılması gerektiğini sordu. Her iki konuda da vukufun olduğu için herhalde bir toparlama isteyebiliriz.
Hasan Ersel: Petrol fiyatlarından başlayalım. Dünyada petrol çıkan epeyce ülke var. Bunlardan bir kısmının petrol üretim kapasitesi gereksinimlerinin üstünde. Bunlar Ortadoğu’daki ülkeler, Venezuela, vs. Bunun yanı sıra ABD gibi çok petrol üretmekle beraber tüketimi de çok olduğu için, dışarıdan alanlar var. Bir de bizim gibi hemen hemen hiç üretmeyip tüm gereksinimini dışarıdan temin edenler var. Dolayısı ile bir dünya petrol piyasası var. Bu piyasada bir de OPEC diye 11 ülkeden oluşan bir grup var. OPEC dünya petrol piyasasında sunucu durumunda olan her ülkeyi kapsamıyor. Ama önemli bir güç. Çünkü OPEC ülkeleri dünyada bileinen petrol rezervlerinin % 80'nine sahipler, petrol üretimi kapasitesinin de % 40'ını elinde tutuyorlar.
OPEC ülkeleri beraberce hareket ederek petrol fiyatlarının belli düzeylerde kalmasını sağlamaya çalışıyorlar. Gerçi ‘fiyat ayarlaması iyi bir şey değildir rekabete bırakmalı’ deniyor ama bu alanda resmi bir kartel olan OPEC’in varlığına da pek kızılmıyor.
Peki neden böyle? Bu olayın arkasında neler yatıyor? Neden bu ülkeler biraraya geliyorlar? Nasıl oluyor da bunlar üretimi artırıp azaltarak petrol fiyatlarını etkiliyorlar? Neden öteki ülkeler buna hoşgörülü davtranıyor?
Petrol çok değerli bir madde. Hemen hemen her malın üretimine doğrudan ya da dolaylı (enerji ham maddesi olarak) giriyor. Öte yandan petrol bir doğal kaynak. Bir yerlerde var. Bulunup çıkarılıyor. Fiyatının çıkartma maliyetiyle pek ilgisi yok. Dolayısıyla aslında petrolün satış fiyatının belirlenemesi demek, bir rant belirlenmesi olayı. Çünkü özellikle Ortadoğu’da petrol çıkarmanın maliyeti epeyce düşük. Varil başına çıkartma maliyetinin 2.5 dolara düştüğü bölgeler bile var. Ama fiyat hiçbir zaman 2.5 dolar olmuyor tabii.
ÖM: Yani varili 2.5 dolara kadar düşük maliyetlerle elde edilebiliyor.
HE: Evet… Ortalama hesap yaparken bu bölge için 5–6 dolar civarında bir maliyet alınıyor. (Ancak bu maliyet Kuzey Denizi'nde ya da Alaska’da çok daha yüksek) Ancak fiyat bunun çok daha üstünde. Sonuçta petrol fiyatının belirlenmesi olayı bu rantın büyüklüğünün ve nasıl bölüşüleceğinin belirlenmesi biçiminde düşünülebilir. Söz gelimi en büyük dışsatım yapan ülke olan Suudi Arabistan bu satım karşısında ne kadar gelir elde edecek?
Burada akla gelebilecek bir soru bu rantın bölüşülmesine tarafların niçin razı oldukları? Sanırım sorunun yanıtı da petrolün çağdaş yaşamdaki kolayca doldurulamaz yeri. Bu nedenle petrol alan ülkeler açısından fiyatın ne olduğundan çok (tabii varil başına 100 dolar gibi fahiş bir değere tırmanmadıkça) sürekli sunumunun sağlanabilir olması… Petrol sunumu kesintiye uğrayınca bu söz konusu ekonomilerde çok büyük sıkıntılara yol açabilir. Genç dinleyicilerimiz anımsamaz ama seninle ben 1978’leri gayet iyi hatırlıyoruz…
Ortadoğu karıştığında petrol fiyatları ne olur?
ÖM: Unutulmazdı.
HE: Biz Mülkiye’de iken “kimin evinde hangi akşam sıcak su var” gibi panolar hazırlanır, ailece banyo ziyaretleri yapılırdı…
Petrol fiyatları konusunda bir konuya daha değinmek istiyorum. "Petrol fiyatları şu kadar oldu" denildiğinde, bunun ülkemize maliyetini bulmak için o fiyat ilke ülkenin aldığı petrol miktarını çarpma yoluna gideriz. Ama işin aslı öyle değil. Genelde bu durumda sözü edilen “spot piyasa” fiyatlarıdır. Yani gidip o gün petrol almaya kalkarsanız ödeyeceğiniz fiyattır. Oysa Türkiye -hele şimdi döviz durumu da daha iyi olduğu için- uzun vadeli bağıtlar yapabiliyor. Belli bir fiyattan alım yapıyor. Onun için de petrol fiyatlardaki bu tür oynamalar aynı ölçüde Türkiye’nin petrol faturasını etkilemez.
Türkiye’de petrol ithalatına ilişkin veriler Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yayınlanmaktadır. Bu bilgilere göre 2002 yılının Mart ayından itibaren Türkiye petrole, varil başına 20 doların üzerinde fiyat ödemeye başlamış. Petrol fiyatı 2002 Ağustos ayından itibaren de 25, varil başına 25 doları geçmiş 26 dolara ulaşmış.
Ortadoğu’da bir karışıklık olduğu takdirde dünya petrol fiyatları ne olur? Bu soruyu yanıtlayabilmek için geçmişte dünya petrol fiyatlarındaki hareketlere bakmak gerekiyor. Eldeki verilere göre, dünyada petrol fiyatlarının en yüksek noktaya tırmanmasına yol açan olan 1979 yılında İran’da devrimi ve hemen sonrasındaki İran-Irak savaşına kadar uzanan olaylar zinciri… Bu petrol fiyatlarında çok ciddi bir şekilde yükselmeye yol açmıştır. Bu süreç sonunda OPEC 1982 yılı için varil başına 38 dolar gibi çok yüksek bir fiyat belirlemişti.
Ancak bu dünya petrol fiyatlarının siyasal nedenlerle gösterdiği ilk büyük oynama değil. 1973’deki Ramazan (ya da Yom Kippur) savaşı sonrasında Arap ülkelerinin petrolü bir silah olarak kullanmak amacıyla sunumunu kısma kararı almaları dramatik bir şekilde fiyatları yükseltmişti.
ÖM: Zaten bir rant meselesi olduğuna göre, üretim maliyeti ile ilgili olmadığına göre, tabii ki siyasi öncelikler söz konusu olacak burada.
HE: Evet, doğru. Burada akla gelebilecek bir başka soru da petrol üreticisi ülkelerin ellerindeki gücün sınırsız olup olmadığı. 1973 savaşı sonrası gelişmeler gösterdi ki, bu güç o kadar da fazla değil. Söz konusu ülkelerin aralarında anlaşıp anlaşamamalarını bir tarafa bıraksak bile, teknolojideki gelişmeler bu gücü sınırlıyor. 1973’den sonra hem ABD’de ve hem de Avrupa’da enerjiden tasarruf eden motorlar getirildi. Örneğin bugün yolcu uçakları, aynı mesafede, 1973 öncesindeki uçaklara oranla neredeyse 1/3 oranında yakıt harcıyorlar. Alternatif enerji kaynakları geliştirilmeye başlandı… Petrolün zaman içerisinde ikame edilebilir olduğu ortaya çıktı. Bu petrolün artık önemsiz olduğu anlamına gelmiyor, ama petrol piyasasında ortaya çıkan tıkanıklıklar, bu maddenin günlük yaşamdaki öenmini azaltıcı teknolojik gelişmelere yol açabiliyor.
Öte yandan OPEC’in bir kartel olduğunu, ama tekel olmadığını da unutmamak gerekiyor. Bu grup içinde yer almayan ama dünya piyasasına sunumda bulunan önemli ülkeler var. Örneğin Rusya, Norveç ve İngiltere… OPEC’in fiyat artırmasını bunlar izlemeyebilirler.
Bir başka konu da petrol fiyatının fazla yükselmesinin daha önce kârlı olmayan petrol alanlarının üretime açılmasına sağlaması. Bütün bunlar bir araya gelince petrol fiyatlarındaki oynama ister istemez belli bir sınır içinde kalıyor.
Kartel olmanın yükümlülükleri
ÖM: OPEC teşekkül etmeden önce durum nasıldı? Rusya neden dışında, yani OPEC’i bir tekele dönüştürmek de mümkün değil mi?
HE: Önce OPEC’in üyelerine bir göz atalım: Bunlar Cezayir, Endonezya, İran, Kuveyt, Libya, Nijerya, Katar, S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Venezuela. Biraraya gelmekten yarar sağlayabilmeyi uman ama aralarında öenmli siyasal, iktisadi farklılıklar olan ülkeler. Bu oluşum 1960da ortaya çıkmadan önce bu ülkeler kendi başlarına hareket etme zorundaydılar. Bu nedenle de ne rantın bölüşümünden aldıkları payı ne de petrol fiyatlarını kolaylıkla etkileyebiliyorlardı. OPEC kartelinin oluşması bu açıdan sözkonusu ülkelere yarar sağladı.
Ancak, kartel üyesi olmanın da yükümlülükleri var. Örneğin her ülkenin petrol üretiminin belli bir kota ile sınırlandırılması söz konusu. Bu ise petrol gelirlerine bağlılığı yüksek olan bir ülke için her zaman uygun bir çözüm olmayabiliyor. O zaman bazı ülkeler böyle bir yükümlülük altına girmemeyi tercih edebiliyorlar. Bu ülkeler için OPEC kartelinin içinde yer almak yarar sağlamayabiliyor. Örneğin Rusya (SSCB döneminden bu yana) dışında kalmayı yeğledi. Norveç’in Avrupa olan yakınlığı, yaptığı anlaşmalar bu ülkenin kendini korumak için böyle bir grubun içine girmesini gerektirmiyor. Başka bir deyişle OPEC’e katılmanın da bir siyasal fiyatı var Sonuçta buradaki kararlar salt iktisadi nitelikte değil. Bu da bazı ülkelerin işine geliyor, bazılarının gelmiyor.
OPEC’in çok güçlü bir kartel olduğu da söylenemez. Çünkü, sözünü ettiğim kotaları da kabul ettirmekte zorlanıyor. 2001 yılı Eylül ayına ilişkin verilere göre, OPEC’in belirlediği günlük üretim düzeyi günde 23.2 milyon varil imiş. Bu ülkelere kotalara biçiminde dağıtılmış. Ama sonuçta üretim günde 24.4 milyon varil olmuş. Yani kotalar günde 1.2 milyon varil ( % 4.74 oranında) aşılmış. Çünkü OPEC’in üretim kapasitesi aynı tarihte günde 29.2 milyon varil idi. Yani hedeflenen üretimdem yaklaşık % 26 daha fazla… Bu durumda, kartel üyelerinin kendi çıkarları ortak aldıkları karara uymamak yönünde olmuş.
Yalnız unutulmaması gereken birşey var. Küresel bir petrol piyasası olduğunu unutmamak gerekiyor. Bütün bu kararlar, davranışlar sonuçta petrol fiyatlarını etkiliyor. Birkaç gün önce bir televizyon programını dinliyordum. “Amerika Irak’tan petrol almıyor, bu olup bitenlerden etkilenmez” diyordu birisi. Bu doğru değil, Irak’ın dünyaya sattığı -ambargo nedeniyle sınırlı bir miktar satıyor ya…
ÖM: İlaç ve yiyecek karşılığı satıyor.
HE: Evet. O satışın %95’ini alan ülke Amerika. Gizli filan değil, açık açık alıyor. Bunu hem Irak kaynaklarından buldum hem de Amerikan kaynaklarından… Amerika’nın petrol satın aldığı ülkeleri çeşitlendirdiği, bir-iki ülkeye bağlı kalmamaya çalıştığı doğru. Ama S.Arabistan’dan büyük miktarda petrol alıyor. Irak da petrol aldığı ülkeler arasında 6. sırada yer alıyor.
Ancak, işin daha önemli yönü sonuçta tek bir maldan sözediyor olmamız. Bu malın fiyatının değişmesi herkes için bir anlam ifade eder. Dolayısı ile “Amerika’yı hiç etkilemiyor” lafı doğru değil. Bir terslik olduğu zaman, petrol fiyatı 40 dolara çıktığı zaman Amerikalılar 10 dolara başka bir yerden alacak değiller. O halde petrol fiyatlarının düzeyi daha önemlisi petrol sunumunda sürekliliğin sağlanıp sağlanmdığı ABD dahil herkesi ilgilendirir. Ama burada hareketle mekanik bir biçimde “petrol fiyatları yükselince savaş çıkar” gibi bir sonuca da varmamak gerekir.
Üstelik petrol fiyatları da düşmeye başladı. Bunun iki nedeni var. Bir kere Suudi Arabistan (en büyük petrol satıcısı) petrol açığı yaratmayacak biçimde üretimini artırmayı kabul etti. İkincisi dünya petrol isteminin doruk noktaya ulaştığı ayları (Kasım, Aralık) geçtik. Bu aylarda kuzey yarımkürede kış nedeniyle istem artıyor.
Ancak petrol dediğimiz zaman “tükenen bir madeden” söz ediyoruz. Bunu unutmamak gerekir. Bu madde dünyada belkli bir miktar var. Kullandıkça stok azalıyor, yerine de konulamıyor. Petrol mühendislerinin çizdiği grafiklerden beni anlayabildiğim kadarı ile içinde bulunduğumuz yaklaşık on yıllık dönem dünya petrol üretiminin doruğa ulaştığı dönem. Bundan sonra, teknik nedenlerle, dünya petrol üretiminin düşmeye başlaması bekleniyor.
Petrolün varil fiyatı bugünün 6 katına kadar çıkabilir
ÖM: Pik’e varış.
HE: Varmışız, ya da bazı çizelgelere göre varmak üzere imişiz… Bundan sonra petrol üretimi yavaş yavaş düşecekmiş. Bu durumda teknolojik gelişme yoluyla petrol istemi düşürülse sorun olmayacak. Bu gerçekleşemezse petrolle ilgili önümüzdeki dönemde bazı sıkıntılar olabilir diye de düşünülüyor. Dolayısı ile tükenen bu maddenin rezervlerinin kimin elinde olduğu, bu ülkelerin petrol sunumunun dünyanın gereksinimine uygun ve düzgün bir biçimde olmasını sağlama konusundaki tavırlarının ne olduğu önem kazanıyor.
ÖM: Savaş çıkması halinde de o zaman OPEC’in de durumunun ne olacağına ayrıca bakmak gerekir herhalde?
HE: Evet. Burada önemli olan OPEC’in içindeki Arap ülkeleri 1973’te yapılana benzer bir tutum içine girip, bu defa Irak’ı desteklemek yoluna giderler mi? Pek öyle görünmüyor. Öte yandan kısa bir çatışma sonunda ya da çatışmasız bir biçimde Irak’ın kitle imha silahlarından arındırılması konusunda doyurucu bir sonuca ulaşılırsa, bu ülkeye konulmuş olan ambargo kalkacak. Irak o zaman daha çok petrol satabilecek. Dolayısı ile dünyadaki petrol sunumunda bir artış olacak. Bu da dünya petrol fiyatlarını düşme yönünde etkileycek.
Bu arada Irak’ın petrol üretim kapasitesine ilişkin olarak da bir noktaya dikkati çekmek gerekir. Irak’ın üretim kapasitesi, ambargo ile belirlenen miktarın çok üstünde. Ama bunun tümünü kullanabilmesi için yatırım yapılması gerekiyormuş. Bu nedenle, ambargo kalksa bile Irak’ın tüm üretim kapasitesini kullanabilir duruma gelmesinin 3 yıl kadar alacağı tahmin ediliyor. Irak’ın rezervlerinin izin verdiği azami üretim kapasitesinin ise günde 7-8 milyon varil olduğu tahmin ediliyor. Bu noktaya gelmesiyse daha uzun zaman gerektiriyor.
Buna karşılık savaş uzarsa ve bundan bu bölgedeki petrol havzaları etkilenirse o zaman petrol fiyatlarının çok yükselebileceği öngörülüyor. Görebildiğim çalışmalarda bu durumda petrol fiyatının varil başına 75 hatta 161 dolara çıkabileceği üzerinde bile duruluyor. Bu durumda makroekonomik etkiler çok olumsuz gözüküyor.
Türkiye projeksiyonu
ÖM: Şimdi de Türkiye’deki ekonomik gerçekliklerin bir incelenmesine geçelim istersen, Türkiye’de durum nasıl? Hürriyet gazetesinde de bir gece yarısı zirvesi yapıldığı ve ekonomide piyasalara güven verecek bir U dönüşü yapıldığı yazıyordu. Nasıl cereyan ediyor durum?
HE: U dönüşleriyle mi? Tehlikelidir U dönüşleri…
Daha önce de kısaca söz etmiştim, Aralık’ta biz Yapı Kredi Araştırma bölümü olarak 2003 yılı için projeksiyonlar yayınladık. Bu, bölüm içinde de banka içinde de bana epeyce soru sorulmasına yol açtı. “Hiçbir şey bilinmezken ne projeksiyonu yapıyorsun?” dendi.
Gerçekten de hükümet yeni… Programı yeni… Bütçe meydanda yok, Irak’ta ne olacağı belli değil… Bu durumda nasıl projeksiyon yapılabilir ki? Benim savunduğum görüş şuydu: Biz işlerin normal gittiğini varsayalım, Irak’tan gelen bir şok yok, hükümetin açıklamaları mevcut programa devam edileceği yönünde. Dolayısı ile Uluslararası Para Fonu ile olan ilişkilerimizin biçimi belli, dünya piyasalarının buna kabaca nasıl bakacağı belli. Özetle, işler eski seyrinde devam ederse ne olur 2003’te? Önce bunu yanıtlayalım dedim.
Sonuçta şunu gördük: 2003’te kamu dengesinin oturtulabilmesi epey zor, buna mukabil ekonomi makul sayılabilecek, çok hızlı olmayan bir büyüme tutturabilir, enflasyonda biraz daha da düşme olabilir. Enflasyon hedefinin tutup tutmayacağı ikincil bir sorun. Ama hedef dolayında bir noktaya enflasyonu indirmek olanaklı görünüyor. Ancak bütün bunlar ciddi bir şekilde olaya asılmayı ve çok tutarlı bir şekilde bu çizgide devam etmeyi gerektiriyor.
2003’te Türkiye ekonomisinden kaynaklanabilecek ek güzellikler yok. Bununla şunu kastediyorum, geçen yılın Mayıs ve Kasım ayları arasında benim ‘hükümetsizlik dönemi’ dediğim bir kaotik dönem yaşandı. Piyasalarda çok büyük tedirginlik vardı ve reel faizler çok yükseldi. Bu olay bitti, reel faizler başladıkların yer dolayıına veya biraz üstünde bir yere geldiler. 2003’te bu faizlerin yeniden düşmesi için bir neden yok. Ancak uğraşılıp didinilerek reel faizleri düşürme yönünde kazanımlar sağlanabilir. Reel faizler üzerinde ısrar edişimin sebebi, kamu dengesini oturtma sorununun öneminden kaynaklanıyor. Bütün bunlar mali piyasalara güven telkin edilmesi ile ilgili konular.
İşte bu sonuç yaptığımız projeksiyondan çıkıyor. Irak gibi dışsal ve olumsuz şokları eklediğinizde durumun sadece daha da bozulduğunu görürüz. Ne kadar bozulacağını bilemeyiz ama bozulur.
ÖM: Sadece kötüye gidebilir.
HE: Evet. Herşey makul iyi iken, sıkıntılı bir 2003 varken bunun üzerine bu tip şoklar işi sadece biraz daha bozar. Buradan çıkan mantksal sonuç hükümetin önceliği ekonomiye vermesi bu konuda ilgili neler yapacağına karar vermesinin gerekli olduğudur. Geçtiğimiz dönemde, benim görebildiğim kadarıyla, böyle olmadı. Bunun olmamasına haklı gerekçeler verilebilir: Avrupa Birliği, Irak vs. İtiraz etmiyorum ama sonuç bu… Programın şimdi neresindeyiz, nereye doğru gidiyoruz, kamu kesimi reformu nerede, bütçeyi etkileyebilecek önlemlerin neresindeyiz? Buralarda hiçbir gelişme olmadı. Hatta ihale yasası bağlamında garip gelişmeler bile oldu. Garip diyorum, çünkü hükümet bu olayı gündeme getirmekle sanki o programın temel mantığından ayrılıp uzaklaşılıyormuş hissini uyandırdı. Hükümetin böyle bir risk altına girmesi de gerekmiyordu. Fakat nedense böyle oldu.
Bunu bir an için unutsak bile, diğer konularda da bir ilerleme görmüyoruz. Sadece ben görmüyor değilim. piyasalar da (ulusal ya da uluslararası) görmüyor. Bu kuşkuların doğmasına yol açabilir. “Dur bakalım, ne oluyor? Doğru yolda gidiyorlar mı, gitmiyorlar mı, vaz mı geçtiler?” soruları sorulmaya başlayabilir. Bunun da Türkiye’nin kullandığı kaynakların fiyatı ve/veya miktarı üzerinde olumsuz etki yapması söz konusu olabilir. Bu da programın yürümesini daha da güçleştirebilir.
O yüzden piyasalara güven verilmesi gerekir ama bu “bize güvenin” demekle de olmuyor. Bu, belli bir çizgide hızlı gitmeyi gerektiriyor. Hatta Harrod-Domar tipi büyüme modellerinde nasıl aynı hızda büyüyebilmek için giderek her dönem daha fazla yatırım yapmak gerekirse, burada da aynı güven düzeyini tutturabilmek için giderek bir önceki döneme oranla daha fazla güven verici bir şeyler yapmak gerekir. Yani, bu iş “bir kere yaptım güvendiler, eh, gelecek sonbaharda görüşürüz” biçiminde bir mantıklamayla yürümüyor. Bu bence çok kritik bir nokta ve ekonomiye sakin, soğuk ve planlı bir şekilde bakmayı, rastgele davranışlardan uzak durmayı gerektiriyor.
Piyasanın hükümete tepkisi geçen yıldan daha sert olabilir
Peki ne yapılmalı? Akla şu gelebilir. Hükümetin zaten bir programı var, daha ne istenebilir ki? Hükümetin programı sonuçta “şunları yapacağım, bunları yapacağım” diyen bir listedir (Bunu ekleştirmek için söylemiyorum. Tanım gereği hükümet programları böyledir) Bu listenin içinde çeşitli amaçlar vardır, örneğin “rekabet koşullarını sağlayacağım”, “büyümeyi arttıracağım” ya da “gelir dağılımını düzelteceğim” gibi. Bu amaçlar çelişili olabilirler. Ya da çelişmeseler bile hükümetin bunlardan hangisine ağırlık verdiği programından pek anlaşılmaz. Nasıl anlaşılır? Hükümetin bu konulara ilişkin aldığı önlemlere, bütçede somutlaşan kaynak tahsislerine bakılarak anlaşılır. Şu anda, seçimin belli bir tarihte olması nedeniyle ortada 2002 yılı bütçesi yok. (Bunu hükümetin bir kusuru olarak görmemek gerekir. Hükümetin kendi bütçesini yapmak istemesi doğal.) Bu yüzden geçici bütçe çıktı. Bütçenin tümünü göremiyoruz henüz. Ama bu bir gecikme demektir. Karar alıcılar için önünü yeterince berrak görememek anlamına gelir. Hükümetin bütçenin olmayışından kaynaklanan bulanıklığı telafi edici açıklamalar, bilgilendirmeler yapması gerekirdi. “Biz bu dönem için şunlara öncelik vereceğiz, kamu reformlarını konusunda şunları yapacağız. Yatırım programlarımızı şöyle zamanlayacağız. Şuna bu yıl başlayacağız. Bunu erteleyeceğiz, vs." gibi. Önümüzü görmeye yardım edecek ve karar alıcıları inandıracak, yanlış anlamaları ortadan kaldırabilecek sistematik, iyi düşünülmüş, tutarlı bilgilerin kamuoyuna duyurulması gerekir. Ben, kendi hesabıma, bu konuda aksama görüyorum. Konuştuğum insanlar da bu konuda bir boşluk içinde olduğuna göre bu benim öznel değerlendirmelerimden kaynaklanan bir durum değil.
ÖM: Belirsizlikte devam var yani?
HE: Öyle. Oysa bunun giderilmesi lazım. Tabii bu açıklama yapmakla giderilmez, bunun arkasından yapılan eylem de o yönde olmalı. Eylem açıklama ile, her eylem de bir önceki ile tutarlı olmalı. Ufak tefek hatalar olabilir, bence kamuoyu o ufak tefek hataları affa da hazır ama kritik hata yapıldığı zaman piyasa tepkisinin geçen seneden daha sert olabileceğini düşünüyorum.
ÖM: Bu bir felaket demek. Peki mesela gazetelerde bu ‘U-dönüşü’ diye ifade edilen ‘kaynak bulma meselesi’ var, bu “kaynağını göstermeksizin asgari ücreti yükseltme talimatı, nemaların taksitle ödenmesine itiraz edilmesi piyasaları tedirgin etti” deniyor. Aynı zamanda da yeni zamlarla kaynak yaratmaya karar verildiği haberi var. Devlete alınacak personel sayısının 20 bin kişi azaltıldığı, ayrıca da 6,2 katrilyonluk bir kaynak paketinin dün Bakanlar Kurulu’ndan aniden bir gece yarısı -operasyonu gibi- zirvesi ile geçtiği ve en büyük gelirin de 2,4 katrilyonla vergi affı sayesinde sağlanabileceği söyleniyor. Ayrıca içki ve sigaraya %20’lik bir zam yapılması. Bütün bunların anlamlandırılması nasıl mümkün olabilecek?
Kamu ürünleriyle kaynak yaratmak hedeften uzaklaştırır
HE: Hükümetin retoriğinde (seçim öncesinde AKP'de) hep uygulanmakta olan programın toplumsal yansımasının tatmin edici olmadığı, programdan zarar görenlerin desteklenemediği vardı. Sonradan bu konuda bazı tedbirler almak istediklerini beyan ettiler. Hemen “Bu para nereden bulunacak?” sorusu soruldu. “Tasarruf edilir, para bulunur” gibi bir şey söylendi.Bu boş laf, hiçbir anlamı yok. İnsanlar artık bu tür beyanlara itibar etmiyor, kaynağın gösterilmesi gerekli. Hükümet de sonunda fark etti ki böyle söylemekle olmuyor, “ben şunu yapacağım” demesi lazım. Geldiğimiz nokta bu. (Aslında geldiğimiz nokta da iktisat politikası nasıl yapılır dersinin girişinin ilk cümlesi…) Hükümet bundan sonra ne diyecek “ben şu kararı alacağım, bu karardan şu kadar gelir bekliyorum.” O zaman uzman kişiler oturur bakarlar, bu karardan bu kadar etki gelir mi gelmez mi? Ufak tefek farklılıklar varsa sorun değil ama çok dramatik fark varsa o zaman da “buradan bu kaynak gelmez, bu ciddi bir kaynak değildir” denir. Bunu söyleyecek olanlar hem ülke içerisindeki uzmanlardır, hem ülke dışından Türkiye’yi inceleyip Türkiye’ye kredi verecek olanlardır. Bunların içerisinde IMF de var. Onlar bakarlar ya güvenirler ya güvenmezler. Güvenmezlerse “yok, bu kaynak değil, bu enflasyonist baskı yaratır” denir. Bu kaynaklardan bir tanesi kamunun ürettiği bazı mal ve hizmetlerin fiyatlarına zam yapmaktır. Bu bağlamda ilk akla gelen hep içki, sigara gibi mallar olur. Aile bütçelerinde müthiş yer tutan bir mallar değildir, onun için pek dert edilmez. Ama iş bununla da bitmez. Bununla elde edilebilecek kaynak da sınırlıdır. Daha başka kamu ürünlerinde fiyatlar ayarlanabilir. İşte bu noktadan sonra dikkat edilmesi gereken noktalar ortaya çıkmaya başlar. Çünkü bu tür fiyat ayarlamaları, fiyatlar genel düzeyini etkilemeye başlar. Bu da enflasyon hedefine ulaşmayı güçleştirebilir. İçki fiyatı arttı diye hiç kimse gidip de elbise fiyatına zam yapmaz, ama enerji fiyatı söz konusu olduğunda durum farklıdır. Burada yapılan fiyat ayarlamaları bir sinyal oluşturabilir. Özel kesimdeki fiyat oluşum desenini doğrudan maliyet ve/veya verdiği sinyaller yoluyla etkileyebilir.
Fiyat ayarlamalarıyla kamu gelirlerini artırmanın yaratabileceği bir başka sorun daha var. Uygulanan programın özünde olan, giderek kamu kesimince üretilen malların fiyatlarının piyasada belirlenmesi yatıyor. Bu malların fiyatlarını, piyasa hareketleri dışında kamu kesimine gelir sağlamak için ayarlamak bu amaçtan uzaklaşmak anlamına gelir.
Benim bu olup bitenlerden çıkarabildiğim şu: Hükümet, nihayet sağlam kaynak temin edilmediği takdirde programında yazdığı işleri gerçekleştirmek olanaklı olmadığını anladı. Büyük bir olasılıkla da düşündüğü bazı destekleri ve yatırımları bu sene yapamayacağını da bütçesinde somutlaştıracak. Önümüzdeki aylarda o noktaya gelmiş olacağız.
ÖM: Peki bu vergi affı denen süreçle bu kaynağın bir kısmı yaratılabiliyor mu? Nasıl görünüyor?
HE: Evet bir kısmı yaratılabilir. Ama ne kadarı onu bilemiyorum. Sistematik bir çalışma görmedim bu konuda. Hükümetin bekleyişlerini abartılı bulan uzamanlar var anladığım kadarıyla. Bu konun bir başka yönü var: Bu tür vergi affı denilebilecek şeylerin en sakıncalı tarafı insanların “eh, şimdi affedildiğine göre haftaya bir daha af çıkar” deyip vergi ödeme eğilimini düşürmeleridir. Öyle olursa ilerideki vergi gelirleri tehlikeye atılmış olur.
ÖM: Yani vaziyet çok parlak görünmüyor diye bağlayabiliriz.
HE: Vaziyet çok parlak görünmüyor ama felaketle karşı karşıya da değiliz. Yalnız zamanımızı ve kaynaklarımızı har vurup harman savuracak lüks içinde değiliz. Tam tersine çok dikkatli hareket etmemiz lazım ki 2003 yılını ekonominin bundan sonra hareket edeceği yolun başlangıcı olacak, temeli olacak tedbirleri aldığımız yıl haline getirelim. Böyle yapılmazsa hem tedbirlerin maliyeti artacak hem de belki olumlu bir çizgiye girme fırsatını kaçıracağız. Onun için 2003 yılı öyle şaka edilebilecek bir yıl değil.
(9 Ocak 2003'te Açık Radyo'da yayınlanmıştır)