Ekonomi Notları - 29
Sorun: İstikrar ile büyüme anlamlı biçimde nasıl birleştirilebilir?
Ömer Madra: Bugünkü gündemin ne konuşulabileceği bariz aslında; seçimlerin ardından yeni bir iktidar durumu ortaya çıktı, tek parti iktidarı: Adalet ve Kalkınma Partisi. Bu partinin izlemeyi öngördüğü ekonomi politikalarını, yani Ak partinin ekonomi politiğini istersen konuşabiliriz. Herkesin de merak ettiği bir konu, gerek seçim bildirgesi gerek programında, gerekse de, aslında, seçimden sonra söylediklerinde.
Hasan Ersel: Özellikle seçimden sonra söylediklerinin daha da önem kazandığını düşünüyorum, çünkü bir sonuç var ortalıkta, daha dikkatli, daha düşünülmüş, yani ‘vaat’ değil artık. Vaatler de önemli ama artık hesap yapılmağa başlandıktan sonraki dönem, onun için önemli. AKP’ye baktığım zaman bazı saptamaları yapmakta yarar görüyorum kendi açımdan, nereye dayandıracağım diye düşünürken. Bunlarda yanılıyor olabilirim ama kendi saptamalarımı söyleyeyim, çünkü çıkarımlarım buna dayanıyor. Bunlardan ilki, AKP yeni bir parti değildir geçmişi olan bir partidir. 1960’lardan itibaren, Milli Nizam Partisi vardı, bu ve bunun “devamı” olan partilerle organik bağı vardır anlamında söylemiyorum ama kültürel bağ vardır, oralarda hizmet etmiş insanlar bu partinin oluşmasına da katkıda bulunmuşlar, hatta şimdi içinde bulunuyorlardır. Yani geçmişte siyasi yaşamda deneyimi olan insanlardan etkilenmiş ya da o tür insanları içinde bulunduran bir partidir; yoksa “acemi çocuklar geldi” gibi bir olay yok. Buna karşılık Sayın Erbakan’ın temsil ettiği çizgiden bazı farklılıkları da var, ben tabii iktisatla ilgili olanlarından söz edeceğim. Bir tanesi, daha evvelki çizgide, bu partinin köklerinin araştırılabileceği siyasi hareket derken referans verilebilecek partilerde bu din özgürlüğü sorunu, laiklik anlayışı ile ilgili problemler, vs. daha büyük ağırlık taşıyordu, bu partinin programında iktisadi sorun daha ağırlık taşıyor.
ÖM: Milli Nizam, Refah, vs. gibi?
HE: Onlardan belirgin bir şekilde ağırlığı farklı. İkinci nokta, Sayın Erbakan’ın temsil ettiği yaklaşımda sanayileşme ve büyüme tek iktisadi problem gibi vurgulanıyordu, başka bir şey yok gibi davranılıyordu. Bir ‘sanayileşme tutkusu’ gibi tarif edilebilecek bir yaklaşım vardı.
ÖM: Ağır sanayi hamlesi...
HE: Evet, “temeller atılsın” gibi. Modernleşmeyi oradan gören ama onunla sınırlı gören bir yaklaşım vardı. Oysa bu Ak partide ekonomi, makro ekonominin stabilitesi, istikrar sorunları piyasaların taşıdığı önemi kavrama temelli bir yer tutuyor. Yani laf olsun diye yazılmış değil, bunların ciddi olduğunun farkında, dolayısı ile bununla büyüme arasında bir ödünleşim olduğunun farkında, program bunu fark ettiği ima ediyor. Yine benim kişisel değerlendirmeme göre bir nokta daha var, parti aslında bir başka noktadan da ayrılıyor, çok homojen bir parti değil. Daha evvelki partiler daha homojendi, hiç olmazsa ideolojik çerçevesi itibarı ile, bu parti daha partiler koalisyonu gibi veya farklı görüşler koalisyonuna benziyor, Japon Liberal Parti’sine benziyor. Kabaca belli bir görüş etrafında toplanan ama nüansları da ciddi olabilen insanlar var, bunu da partinin seçilen milletvekillerine bakarak çıkarmak mümkün. İktidara gelen böyle bir partidir diye düşünüyorum.
Şerif Erol: Hatta bir kere daha "dört eğilimi birleştirdiği” tartışmaları da yapılıyor değil mi?
HE: Evet. Bunlar partinin hükümet programına yansıyacak unsurlardır. Hükümet programının uygulamasında parti içi denetimin işlemesi halinde ortaya çıkacak konulardır. “Şöyle yaparsa partideki belli grup memnun olur veya olmaz” gibi. Bunlar önemli ama daha demokratik bir şeydir, iyi bir şeydir bunların olması. Devralınan sorunlar var, neyi devraldı parti? Bir konuda söylenenlerle pek aynı fikirde değilim, uygulanan istikrar programının zor kısmı bitmiştir, “neredeyse meyvelerini toplamak AKP’ye kalmıştır” deniyor. Bu pek öyle değil. Şunu kabul etmek lazım: önemli işler yapılmıştır, yasal çerçeveye oturtulmuştur. Uluslararası örgütlerle – IMF ve Dünya Bankası’nı kastediyorum – ilişkiler kurulmuş, belli bir raya oturtulmuştur. Bazı reform çabaları ciddi bir şekilde yapılmıştır, orada belli mesafeler alınmıştır, örneğin bankacılıkla ilgili olanlar. Ama bazı önemli olan ve kamuoyunun da hassas olabileceği konular henüz daha yapılmış değil, örneğin kamu kesiminde istihdamın düşürülmesi, fazla istihdamın tasfiyesi gibi. Bu tür bir olayda kamuoyu daha hassastır, sonuçta geliri yüksek olmayan insanlarla ilgili kararlar alınıyor. Dolayısı ile böyle bir yük var, bu yapısal programın tamamlanması da gerekiyor . Onun yükü bu iktidarın üzerindedir. İkinci nokta, geçen yıl ‘hükümetsizlik dönemi’ olarak adlandırabileceğim bir dönem yaşandı, mayıs sonrasında ortaya çıkan bir durumdu. Bu mali piyasalarda büyük tedirginlik yarattı, faizler çok yükseldi. Ama o faizlerin ödenmesi bu yıl, bu hükümetin yükü olarak ortaya çıkıyor.
Diğer iki konu, AB ve Kıbrıs sorunları var, bir de Irak’la ilgili gelişmelerin yaratabileceği olumsuzluklar var veya Irak’taki gelişmeler karşısında alınacak tavır var. Ekonomiye biraz dönelim, orada ne görüyoruz? Ekonomide büyüme var, rakamlara bakıyoruz, inceliyoruz, hep demiştim “nasıl oluyor, bulunca anlatacağım?” Muhakkak bulunca anlatacağım ama şu anda şöyle bir durum görüyoruz, ekonomide bir büyüme var ama bu büyümenin arkasında elimizde sadece yılın ilk yarısına ilişkin bilgiler var. Bir verimlilik artışı görünüyor sanayide ama bu verimlilik artışını sağlayan unsur hemen hemen tamamen iş gücü üzerinden geliyor. Çalışan sayısı o kadar düşmüşe benzemiyor, bir miktar düşmüş ama daha çok çalışma saati düşmüş. Özetle, bu sanayiinin kendisini toparlamasına yardım eden süreçte ücret gelirleri üzerinde çok olumsuz etki yaratılmış. Bu şöyle olmuş gibi düşünüyorum: Durum çok kötü olduğu ve durumu yaratan şirketin kendisi olmadığı için, yani şirket işi kötü yönetti de battı değil, şirket de şok yediği için işini kaybetmek istemeyenler şirketin verebildiği veya şirketin çalışma saati olarak belirlediği saati kabul etmişler.
ÖM: Düşük ücretle çalışmaya razı olmuşlar.
HE: Evet. Bundan dolayı da şirket yaşamını sürdürebilmiş, tabii başka tedbirler de almış ama –bu önemli olduğu için söylüyorum– bu sürdürülebilir bir büyüme değil, çünkü sonuçta bir geçici dönem için bu sıkıntıya razı olur, bir şirkette huzurlu iş ortamı olmadan bir süre devam edilebilir. Dolayısı ile büyümenin zayıf olduğunu kabul etmek gerekiyor. Tabii bunun AKP ile ilgisi yok, krizle ilgisi var ama önemli bir konu.
ÖM: Büyüme zayıf derken neyi kastediyoruz tam olarak?
HE: Büyüme, mesela ‘ileri teknolojide yatırımlar yapıldı ve onların ürünleri ortaya çıkmaya başladı, katma değeri yüksek sanayilere geçtik, dünyada rekabetçi gücümüz arttı’ şeklinde bir büyüme olsa başka bir olay; bu büyümeyi sağlayan yani üretim yapmayı sağlayan unsurlar, bir “üretim yapabiliyoruz çünkü maliyetlerimizi geçici unsurları hesaba katarak düşürebildik, bir de stoklarımız çok düşmüştü onları yerine koyduk” deniyor –onu bulamadık ama öyle bir şey var– böyle baktığınız zaman iki faktör bir araya geliyor. Demek ki, yeterince stok olduğu zaman bu büyüme duracak. İkincisi, reel ücretlerde ciddi düşme olduğu için insanlar bir müddet sonra reel ücretlerinin yükselmesini arzu edecekleri için yine maliyetler kalıcı şekilde düşmüş olmayabilir. Yani teknolojik ilerleme nedeni ile maliyetin düşmüş olması başka bir şey, bir süre ücreti düşürdüğünüz için maliyetin düşmesi ayrı bir şey. Bu ikincisi kalıcı olmayabilir, o zaman ekonomi sürdürülebilir bir büyüme yoluna henüz girmemiştir, bunu oraya sokma görevi bu dönemde iktidarda olan hükümetin izleyeceği iktisat politikasından alır.
İkinci bir konumuz enflasyon, Türkiye’de üzerinde çok fazla durulan bir konu ama tek konu değil, bu yüzden büyümeden başladım. Enflasyon, eğer bu programın temel parametreleri değişmez, onlara uyum sağlanırsa düşer. 20’ye düşer mi, düşmeyebilir, –söz gelimi– 25 olur ama düşer. AKP adına konuşanların da beyanları, “böyle temel parametreleri değiştirip, herkesin kafasını karıştırıp uluslararası kuruluşları da endişeye sevk edecek bir yola gitmeyeceğiz” dendi. Onun için değişmeyeceğini var saymak mümkün, o takdirde enflasyonu biraz düşürmek mümkün, ekonominin de bu girdiği büyüme yolunda biraz gitmesi mümkün. Yalnız parametreleri değiştirmek derken, ortalık karıştırılırsa ekonomik büyüme de durur. Bu büyüme zayıf olmakla beraber yine bir büyüme var, bir noktada bir şeyler de sağlayabilir, bunun 2003 yılı için hızlı olmayan fakat 3-4 arası büyümeyi bu ekonomi kendi dinamiği ile götürebilir gibi görünüyor, şok yemezse. Tabii onları hesaba katmıyorum, mesela bir terslik olur tarım üretimi çok düşer, bölgemizde huzursuzluk olur; bunlar birer şoktur; bunlar olmadığı takdirde bu olur, ama ondan fazlası olura benzemiyor.
Burada şu noktaya geliyoruz, “eh tamam demek ki bu görev hükümette” yani iktisat politikasını iyi yürütmesi lazım. Burada hükümetin büyük oynama alanı var mı? Yok, bütçe çok dar. Bütçe içerisinde tabii ki harcama kompozisyonu değiştirebilecek bir şeyler yapmak mümkündür, sıfır değildir, ama dar. “Şunu da yapayım, ekonomiye bir ivme kazandırayım” dendiği zaman başka bir denge kurulur ve bütçe buna müsait değil. Öyle bir rahatlık var, herkes “olabilir” gibi şeyler söyleniyor ama çok dikkat edilmesi gereken noktalar var. Bu ne demektir? Eğer bu şekilde bütçenin izin verdiği çok dar alanın dışına çıkılırsa iç borç döndürülemeyebilir, yani piyasalar korkabilir, faizler yükselebilir. Buna mukabil, onun içinde kalınırsa iç borç döndürülebilir. Bu önemli bir nokta, makul bir çizgide kalındığı takdirde iç borç döndürülebilir.
ÖM: O zaman da dar bütçe sınırları içinde istenen bazı “reformlar” da yapılamayabilir. Böyle de bir açmaz var değil mi?
HE: O açmazın içinden çıkmak da mümkündür, onun için hükümetin programına bakmak lazım. Tabii söylemedikleri için haksızlık etmemek lazım, “biz bunları yapacağım ama herhalde hepsi de Ocak ayı içinde değiliz; bir kısmı bu sene, bir kısmı öbür sene” derler, buna mani bir durum da yok. Sonuçta mühim olan o hizmeti sunmak, sunamayacağı hizmeti “sunacağım” dememek, “kabaca şu tarihte sunacağım” demektir, ama o yok. Dolayısı ile mutlaka tutarsızlığa düşerler denemez, ama bu da ciddi bir sorun. Biraz mütevazı olmak lazım. Bunun da AKP ile bir ilgisi yok, kim olsa aynı şeyi yapardı. Benim kafamda kalan bazı sorunlar var; bir tanesi, istikrar sorununun önemli olduğunu saptamış durumda, doğru. Büyüme de gerekli, onu da saptamış durumda o da doğru. Ama bu istikrarla büyüme, anlamlı çerçeve içinde nasıl birleştirilir? Ben şimdiye kadar yazılan çizilenlerden onu çıkaramadım. Dolayısı ile bu bir sorun olarak kalıyor. Tamam anlıyorum iki tane hedef var, iki hedefin olması da normal ve doğru, ama bu iki hedefin bağdaşması, arasındaki ödünleşimin ortaya konması lazım. “Şu kadar istikrar olursa büyümeden vazgeçiyoruz ya da biraz büyümeyi arttırırsak istikrarsızlık gelebilir, ona da çare olarak şunu yapabiliriz ya da yapamayız” henüz bu yok. Piyasa mekanizmasının işleyişine karışılmayacağı söyleniyor, bu da çok ısrarla söyleniyor. Piyasa mekanizması bir boşlukta çalışmaz, onun kurumsal yapısı ile beraber olur. Özerk kurumlara karşı bir tavır var, bu resmi bir tavır mı yoksa konuşanların tavrı mı onu kestirmemiz zor ama var. Bu özerk kurumlar meselesi önemli, çünkü özerk kurumlar o işlerin piyasa mekanizması mantığı içinde çözüleceğini ve siyasetin oraya girmeyeceğinin garantisi idi. Şunu çok kestiremedim, özerk kurumların aldığı kararlardan hoşnut kalınmayabilir, bu başka bir konudur; özerk kurum olmasından hoşlanmayabilir, bu bambaşka bir konudur. İlki olabilir, karar veya işleyiş mekanizması hoşunuza gitmez, mesela “meclis seçsin” deniyor, yani “insanlar daha etraflı tartışılarak tayin edilsin” deniyor. İşin özü değişmediği zaman bunlara bir diyeceğim yok, ama “özerk kurumlar kaldırılsın, burada ihtiyaç yok” dendiği zaman piyasa mekanizmasının işleyişine siyaset bir yerden girecek hissi geliyor. O da tatsız anıları gündeme getiriyor.
ÖM: Seçimin hemen arkasından yapılan konuşmalarda, mesela Erdoğan başta olmak üzere, konuşmalarından BDDK gibi özerk kurumların işleyişinden bazı şikayetler göze çarpıyordu. Bunların yetkilerinin kısıtlanacağı veya toptan ortadan kaldırılacağı gibi bir ibareye rastlamadık.
HE: Bir muğlaklık var; ben de onun için dikkatli konuşmağa çalışıyorum, “parti böyle düşünüyor” diyebilecek bir doküman yok ama o partiden olan insanların konuşmalarında “bazı özerk kurumlar kaldırılabilir” deniyor. O kuruluş gereklidir veya gereksizdir bilemem ama o konu ciddi bir konu, özerk kurumların oluşturulmasının bir mantığı vardı, bu mantığın bize ters geldiğini de kabul ediyorum, çünkü “kıta Avrupası hukuk sistemi içerisinde idarenin tekliği ilkesi ile uyuyor mu uymuyor mu?” şeklinde de bir tartışma var. Fakat öbür nokta da çok önemli, piyasa mekanizmasında siyasi müdahaleyi sınırlayacak, minimize edecek bir yol olarak görülüyor bu aletler, bu yüzden de biraz önem taşıyor. Vereceği sinyal gerek iç piyasalara gerek dışarıya böyle bir kurumla siyasi otoritenin uğraşması problem doğurabilir. Buna mukabil, “yapısal problemleri var, yasal yapılarında problemler var, onları düzeltelim” deyip sonuçta siyasetin oradan uzak kalacağı yine garanti edilirse, tabii öyle bir teknik düzenleme her zaman yapılabilir, tabii ki Meclis’in hakkıdır. Buna da diyecek bir şey yok. Ne kastedildiği de anlaşılmadığı için, şu anda bir soru doğurdu, acaba bazı kritik konularda yine hükümet karar alacak, dolayısı ile fiyatların her an bir siyasi kararla şok yiyebileceği bir ekonomiye mi dönülecek?
ÖM: Özerk kurumlar derken, Merkez Bankası da mı kast ediliyor?
HE: Merkez Bankası hariç. Kim konuştuğu ise, çok net bir şekilde Merkez Bankası’nın özerkliği konusunda hiçbir kuşkuya yol açacak bir ifade kullanılmadı, tam tersine o konuda gayet net konuştular. Bunun dışındakiler bir bütün halinde söylendi, BDDK’nın adı da birkaç defa geçti, doğru ama bunlar daha çok bir bütün olarak söylendi.
ŞE: Bir de şunu merak ediyoruz, bu faiz dışı bütçe fazlası ile ilgili bir tartışma var, öncelikle bu faiz dışı bütçe fazlasından neyi anlamamız lazım ve buradaki tartışmalar neden önemli?
HE: Faiz dışı bütçe fazlası şöyle hesaplanıyor, bütçenin harcamalarından faiz harcamalarını çıkarıyoruz, çünkü onlar daha önceki yıl yapılan harcamalar nedeni ile alınan borçların ödenmesi, bu yılki hükümetin aldığı bir karar değil. Dolayısı ile hükümetin “bu yılki eylemlerine bakalım” dediğiniz zaman faiz dışı yaptığı harcamalara bakıyoruz. Bunu bütçe gelirlerinden çıkarıyoruz. Uluslararası Para Fonu’na (İMF) verilen niyet mektubunda 2003 yılında faiz dışı fazlanın -- ki bu tüm kamu sektörü için, sadece bütçe değil diğer unsurlar da dahil-- milli gelirin %6.5’u olacağı söylenmişti. Bu ne demek? Vergiyi ve diğer kamu gelirlerini toplayacağız ama milli gelirin %6.5’u kadar olan kısmını harcamayacağız. Bu tabii hükümetin, hele yeni gelen bir hükümetin bu yıl yapacağı harcamaları, yapmak istediklerini sınırlayan bir unsur. “Bunu biraz aşağı çekelim” denmesi harcama alanını rahatlatır, kamu harcamalarını arttırmak yoluyla verilecek hizmetleri arttırmak, “daha çok hizmet götüreyim insanlarıma” demektir.
Burada sorun ne? Bu fazlayı borcun idaresi için vermek zorunda, çünkü büyücek bir iç borç var, bunun büyük bir faiz yükü var, bunun ödenmesi sorunu. Neyle ödeyeceğiz bunu? Yeniden borçlanarak, bütçeden elde ettiğiniz fazla gelirle ya da yurt dışından borçlanarak. Yeniden borçlanmanın sınırı mali piyasaların koyduğu sınır. Yurt dışından borçlanmanın sınırı var, Türkiye’nin belli bir borçlanma kapasitesi var. Ne ile bunu düşürebilirsiniz? Topladığınız vergi gelirleri ile, bu yüzden topladığınız bu %6.5 onun için önemli. Kaba hesaplar da gösteriyor ki, bu 6.5’u aşağıda doğru anlamlı bir şekilde, önemli bir şekilde çekerseniz Türkiye iç borcunu döndüremeyebilir, krize girebilir. 6.5 olmaz da 6.2 olur, hesaplamak mümkün değil, milli gelir değişiyor, deflatör değişiyor, her şey olabilir. Ama 6.5 olmaz da 5 dersek, hakikaten bu sorun çıkacak. Yalnız benim okuduğum ve duyduklarımdan izlenimim, AKP’nin bu 6.5’u değiştirmek gibi bir niyeti yok, yani makro parametreleri değiştirip IMF ile herşeye sil baştan pazarlığa gibi bir belirsizlik yaratma niyeti yok. Daha çok detayda bazı yapısal, daha çok sosyal güvenlik ağına ilişkin tedbirleri güçlendirici yönde bir şeyler düşünüyorlar, onları da çok açık söylemediler ama, sanıyorum bu 6.5’u değiştirmek gibi bir kaygıları yok.
ÖM: Son olarak, sayısı da belli olmayan bu işsizlik meselesinin sadece büyüme ile mi bağlantılı olarak çözülmesi söz konusu?
ŞE: Bu konuya temas etti Erdoğan, dün NTV’ye yaptığı bir açıklamada diyor ki “IMF bize işçi çıkarmamızı söylüyor, fakat ben o insanları ne yapacağımı bilmeksizin, bunu nasıl kabul edebilirim?” dedi. “Bunu görüşmemiz lazım”.
HE: Sosyal güvenlik ağı bu demek ve bu mesele çok önemli. Kamu kesiminde fazla istihdam var, tamam bu insanları çıkaralım, ama bu insanlar suçlu filan değiller, orada çalışıyorlardı, ne olacak onların aileleri, vs.? Bu nokta giderek IMF’nin de önem verdiği bir konu ama daha fazla önem verilmesi gerektiği de açık. Burada sorun şudur, bu insanların bir kısmı emekli olabilirler o başka, fakat diğerleri başka alanlarda, başka mekânlarda iş bulmak durumunda olabilirler. Acaba bu mümkün mü? Bu insanlar başka alanlarda çalışabilecek beceriye sahipler mi? Bu beceri, kendilerine makûl bir süre içinde kazandırılabilir mi? Filan alanda usta olan bir insan bir başka alanda, özel kesimde talep varsa, bir programdan, bir eğitimden geçerek oraya geçebilir mi? Bu nasıl sağlanabilir, bunun maliyeti nasıl karşılanabilir? Bir de filan ilde çalışan bir insan falan ilde iş bulduğu takdirde oraya gitmesi ve onun yükü gibi olaylar var. Bunlara çare bulmak isteyen haklıdır.
Yalnız bu bir şeyi değiştirmiyor. “Kamu kesiminde fazla istihdam var” dendikten sonra bunun eritilmesi gerektiği, eritilmediği takdirde kamu dengesinin yerine oturmayacağı gerçeğini değiştirmiyor. Bir de bir başka noktayı açığa çıkarıyor: Bundan sonra Türkiye’de istihdam ancak özel kesim tarafından yaratılabilir ama burada ciddi bir sorunumuz var, bizim her yıl iş piyasasına giren insan sayımızla özel kesimin yaratabildiği istihdam arasında ciddi fark var. Modern teknoloji nedeniyle olsun, yapısal nedenlerle olsun, çeşitli nedenler olsun, yaratılan iş hacmi bu iş arayanlardan çok daha az. Bunun bir nedeni de nitelik meselesi, yani belli nitelikte bir insan bulduğunuz zaman herkes peşinden koşuyor, ama filan nitelikte insan sayısı bol.
Bu da eğitimi gündeme getiriyor. Burada şaka edilecek bir durum yok, çünkü o kalitede insan olmadığı takdirde Türkiye yüksek katma değerli ürünler üretemez, elektronik sanayine giremez, şunu yapamaz, bunu yapamaz. Böyle yapamayınca da Türkiye uluslararası âlemde varlığını giderek küçülen bir dış ticaret hacmi ile, fiyatları aleyhine değişen alanlarda sınırlamak zorunda kalır. Bu da, nüfusu 70 milyona varmakta olan bir ülke için hoş bir durum değildir ve sürdürülemez bir şeydir. Onun için, kalifiye çalışanlar yetiştirilmesi sorunu, son derece önemlidir. Bu da eğitim sisteminin, okul dışı eğitimin niye önem kazanması gerektiği, niye yapısının değişmesi gerektiği konusunda bence çok önemli bir kanıt. Burada zaten geç kaldık, daha da vakit geçirecek halimiz yok.
ÖM: Hiçbir konuda vakit geçirecek hal kalmamış olduğu görülüyor. Belki de eğitim için hükümet programına daha ayrıntılı olarak sonradan bakmamız gerekecek. Ekonomi politiği belirlerken, bunu tahlil ederken en tayin edici önemdeki noktalardan biri bu galiba.
(7 Kasım 2002’de Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)