Düşe Kalka Büyümek (Yankı Yazgan, Kasım 2003, Epsilon Yay.) kitabının giriş bölümünden
Çocuklu hayat: “Baba, bak öldürdüm onu....Yavru karıncayı öldürdüm,” diyerek kızım yanıma geldi. Üç ile dört arasında bir yaştaydı, tam hatırlayamıyorum. “Ama, babası çok üzülür şimdi,” gibisinden klasik bir cevap verdim, şaşkınlıkla. Onun cevabı silkeleyiciydi: “Merak etme, üzülmesin diye onu da öldürdüm.” Çocuklarımdan aldığım ve alacağım sayısız dersten birisiydi; hepimizin içinde taşıdığı, ama bir şekilde farketmediği cinsten, duyguları, dürtüleri, kaygıları, tutkuları çıkartıp güzel-çirkin bakmadan önüme koyarlar. Şimdi biraz daha kontrollular; eski çılgınlıklarını çok özlesem de büyümelerinin bir kanıtı deyip, giderek daha uzakta kalan küçüklüklerini anarak avunuyorum.
Sanki çok büyümüşler gibi bir ifade kullandığımın farkındayım. Aslında, bu satırları yazdığımda, çocuklarım henüz 5.5 ve 8 yaşındalar; son 9 yılda hayatımıza girişleriyle birlikte o kadar çok şey değişti ki... Kendileri de dahil. Her ay, her yıl, aylarca ve yıllarca zaman dilimlerini dolduracak yoğunlukta geçiverdi.
Çocuklu hayat, “dünyanın en zevkli, en zor, en kolay, en eğlenceli, en hüzünlü, en karmaşık...” gibi sıfatlarla anılabilir. Hiçbirine itirazımız olamaz. Hepimiz çocuktuk, yetişkin olana kadar da işin sadece çocuklar tarafından görünen kısmını anlayabildik. Bir çocuktan daha fazlasını bekleyemem. Yetişkinlerin çocuklarından ne bekleyebileceklerini öğrenmeleri, onlardan beklemeleri ve beklememeleri gerekeni anlayabilmeleri çocuklu hayatın “mutluluk formülü” olabilir mi? Böyle formüllere pek de inanmam, on adımda annelik, kırk adımda babalık gibi; ama, çocuğu anlamaya çalışmak çocuklu hayat için değişmez bir ilke olabilir. Bu ilkeyi uygularken tutulacak bir çok yol var.
Çocuğumuzun davranışlarını, duygularını ve düşüncelerini anlayabilmek, ona yardımcı olabilmek, düzeltmek, desteklemek, onunla iyi bir ilişki kurabilmek için en iyi başlangıç noktasıdır.
Çocukları anlamanın yollarından birisi, her şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini akılda tutmak. Çok kızgın ve öfkeli bir çocuk aslında üzgün ve kırgın olabilir. Canı sıkılan bir çocuğun kafasının dağınık, o sebepten de zevk alabileceği şeylerden nefret eder vaziyette olabileceğini düşünebiliriz. Kötü ya da acı bir olay anında kendini kontrol edebilen, fazla sarsılmış gözükmeyen bir çocuğun, asıl sıkıntısını bir süre sonra gösterebileceğini akıl edebiliriz. Monopoli oynarken kart çaldığında, bunu bir hırsızlıktan ziyade, kaybetmeye tahammülsüz, başka yoldan kazanabileceğine inanamayan bir çocuğun davranışı olarak görebilirsek, tepkimizi daha uygun gösterebiliriz.
Her akşam aynı hikâye. Oğlumu yatağına yatırdığımda, uyumadan önceki son isteği hiç değişmiyor: “Bu gece yanınızda yatabilir miyim?” Yok, anne-baba ile küçük çocuk birlikte yattıklarında büyük felâketler olacağına inananlardan değilim. Oğlumun ter kokusunu burnuma çekerek, tekmelerini karnıma yiyerek uyumaktan çok da hoşlanıyorum. Yine de “hayır,” diyorum, “herkes kendi yatağında uyuyacak.” İçimden bir ses “N’olur ki?” diyor. “Sabah kalkınca gelirsin,” diye sınırımı yumuşatıyorum. “Ama baba”, diyor, “bu haksızlık. Bak, siz iki kişi yatıyorsunuz annemle. Biz niye tek başımıza yatıyoruz ki, eğer büyüyünce tek başımıza yatmayacaksak?”
| Çocuk büyütmenin bilimi olur mu? Bir insanın çocukluktan itibaren gelişimini anlamak, o süreçte çıkabilecek pürüzleri sezip, vakitlice çözmek bilimi esas alan bir yaklaşımı gerekli kılar. Bilim, kanıta dayanır. Kişisel yargılar, kültürel ya da dinsel kanaatlere dayalı yaklaşımların uzmanların ağzından duyulması, o yaklaşımları bilimselleştirmiyor. Gözlem yapan, neden-niçin diye soran, kanaat oluştururken acele etmeyen ve nesnel kanıt arayan her anne-baba bilim yapıyor.
Hani alkış? Çocukların yetiştirilmesine ilişkin bilgilerde, özel okulların tanıtım toplantılarında ve basındaki, TV’daki uzman önerilerinde kendini belli eden moda yaklaşımlar var: ‘Çocuğunuzun ruhunu özgürleştirin’, ‘sınavlarda başarının sırrı’, ‘Amerikan tipi eğitim uyguluyoruz’ (Amerikanın neresinden, sorması ayıp?), ‘ödüle/cezaya karşıyız’, ve benzeri klişeler.
Ödül meselesini düşünün. Çocukları onlar için anlamını kavramakta o anda zorlanacakları bir faaliyete yönlendirmek için kullandığımız sayısız teşvik ögesini... “Yemeğini bitir, şekerpareyi ye,” den “dersini tamamladığında, televizyonu açabiliriz”e kadar uzanan ödül yelpazesini kullanırsak, çocukların “içsel motivasyon”larını yok edeceğimizi düşünen bir çok uzman kişi var. Akla yakın bir durum gibi gözükse de, motivasyonun mekanizmalarını düşününce, işler değişiyor.
İçsel motivasyon diye bilinen “şey”in, bir beyin mekanizması olduğunu hatırlayarak başlıyorum. Her beyin mekanizması gibi herkeste mevcut; ama başlangıçtan itibaren farklı düzeylerde olarak. Üstüne eklenen terbiyeye ve ortaya çıkan sonuçlara göre, içsel motivasyonun erişeceği en son düzey de değişebiliyor. Önden başlayanlar arkada kalabiliyor, arkadan başlayanlar aldıkları ile öne geçebiliyorlar.
Hiç kimseninki tam değil. Dopamin kullanarak iletimin sağlandığı bu beyin mekanizması tam işlediğinde, dikkat ve konsantrasyonu arttırarak, çocuğun/büyüğün ilgilendiği işle tam ilgilenmesini sağlıyor. Çocuğun becerilerine, yetilerine uyan durumlarda, başladığı işi sonuna ulaştırdığında, yâni başarabildiğinde, dopamin salınımı tavan yapıyor: basitçe, bu “ödül” alma duygusunu doğuruyor. Tek bir meselemiz var; beyinde ödül duygusunun oluşumunda rol oynayan dopamin mekanizması hiç kimsede tam işlemiyor. O beyin, ödülle işler, anlayacağınız. Bu ödülü kendi üretebilmesi için, hele çocuğa yabancı ve zor işlevleri yerine getirirken üretebilmesi için, özellikle başlangıç dönemlerinde dışsal motivasyon kaçınılmaz, “hani alkış ?” Bir yandan yarışmacılığı körükleyip, sonra da ödülsüz bir eğitim ortamından söz etmek, pek ikna edici gelmiyor insana. |
“Bu yaz en çok kitabı kim okudu bakayım?” sorusu ile “okuduğun kitaplarda neyi sevdin?” arasında ödül anlayışı açısından bence büyük fark var. Birisi, miktarı yücelten bir yaklaşımı temsil ediyor, diğer soruyu cevaplamak için anlamış olmak önplanda... Kitap listesini kabartmak kolay, hayali ihracata benzeyen bir yöntemle... Kitap okumanın bir zevk haline gelmesini imkansız kılabilecek cinsten.
Ödül nerede, ne zaman? Peki, ödülü nereye koyalım, ne zaman koyalım? Zor gelen, arzu edilmeyen bir şeyin yapılmasına; veya, o zor şeyi yapmak için kolay ve zevkli bir şeyden vazgeçmeye, ödül verebiliriz, vermeliyiz. Ödül ne olmalı, uzun bir konu; ama cenneti vaadedecek değiliz elbette. O ödül, bizi aşar.
Klişelere kapılmaksızın. Ön plana çıkmayı başaran çocukların takımlara seçildiği, müsamerelerde yıldızlaştırıldığı okul aktiviteleri, ‘beceremeyen, yeteneksiz, pasif’ diye bilinenleri hep arkada tutarak cezalandırıyor. Sonra da, ‘her çocuk bizim için değerli’ sözlerini işitiyoruz. Klişeler, klişeler... Ezberci eğitim, öğrencileri ve geçmişte öğrencisi olmuş eğitimcilerini kendi geliştirmedikleri klişelere mahkum edip, onları değişik kılıflarda bize geri sunuyor. Özgür ruhlu çocuklardan söz edip, kendilerine verilen soruları ve cevaplarını ezberleyerek sınavda başarı sağlayan çocukları baştacı eden bir eğitim tarzıyla nasıl başa çıkacağız?
‘Özgüveni bol olsun.’ Anne-babaların dileklerini şöyle bir anketleseniz, en başa şunlar geçer: Zayıf olmasın, ezik olmasın, özgüveni bol olsun... Çocuğunun göz kırpma tiklerinden niye rahatsız olduğunu sorduğumda, bir anne, onun özgüvensiz, zayıf birisi gibi gözükmesinden, başkalarının ne düşüneceğinden duyduğu endişeyi dile getiriyor. Zayıf görülmek, yetersiz bulunmak istemiyoruz. Ama, zayıflıklarımız ve yetersizliklerimiz var. Kendi değerimizi bilmek, zayıf ve yetersiz kaldığımızı kabul etmekten geçiyor. Bunun yıllar içinde ve yıllar sonra gerçekleşeceğini de baştan bilelim. Kabullenme, zayıf ve yetersiz kaldığımız alanlarda uğraşmaktan alakoyacaktır, diye düşünebilirsiniz. Tam tersi, zayıflıklarımızı kabullendiğimiz, sınırlarımızın nereden geçtiğini farkettiğimiz ölçüde, sınırları zorlayıp aşmamız mümkün... Aksi durum, aşmak ya da mücadele etmek değil, debelenmek oluyor. Hem büyükler, hem çocuklar için geçerli bu durum.
Benim değerim ne? Çocukluğumuz, kendi değerimizi biçtiğimiz dönem. O değeri biçerken, sadece kendi kendimize değiliz; genellikle başkalarından bize yansıyan değerleri içselleştiriyoruz, ya da, biçilen değerden memnun değilsek (düşük buluyorsak), telafi etmek için “abartıyoruz”, ya da değer biçenleri, sarrafları, suçluyor veya reddediyoruz.
Hayatımızın değer biçici sarrafları, ilk yıllarda anne-babamızken, bu ekibe sonradan arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, sevgililerimiz, yöneticilerimiz, müşterilerimiz, seçmenlerimiz vs katılıyor. Biçtikleri değerler ama yanlış, ama doğru, bizi etkiliyor.
Geriye dönüp baktığımızda, başlayıp tamamlayabildiklerimizin değer havuzumuzun en önemli bölümünü oluşturduğunu görebiliriz. Çocuğumun kendine verdiği değeri arttırmanın, belki daha doğru deyişle, kendi değerini bilmesinin yolu nedir? Bir yol var mı bilmiyorum.
Biz çocuk değil miydik daha dün? Kızım, en güzel şekilde yapmaya çalıştığı köpek resmini kimbilir kaçıncı kez silip yeniden çizmeye çalışıyor. Gözleri ağlamaklı, sesi giderek çatallaşıyor; son hüküm: “Ben hiçbir zaman resim yapamayacağım.” Ofisimdeki odamın duvarında duran resmi gösteriyorum: “Bunu kim yapmıştı?” “Ben.” “Niye duvara astım sence? Çok beğendiğimden değil mi?” “Değil, işte; ben senin kızın olduğum için astın.” Sessizlik benden. Kızım devam ediyor: “Her şeyime hep çok güzel diyorsunuz, ne yapsam çok güzel diyorsunuz; hiç bir dediğinize inanmıyorum, artık...” Kuru tezahürat yapmanın anlamsızlığını bana gösteren bu örneğe ihtiyaç var mıydı? Hangimiz annemiz-babamızın “üzme kendini, senden iyisini mi bulacak” ve benzeri sözüne inandık? Hangimiz “sana öyle geliyor” demedik? Özgüven arttırma yolu olarak, “çocuğunuza bugün övgü dolu sözler söyleyin, ne kadar mükemmelsin” tipi teşvik yöntemlerine hiç inanmadım. Bu yönteme “sevelim-sevilelim psikoterapisi” desem ayıp olmaz herhalde. Ama alışkanlığımız, içgüdülerimizin ittiği yol biraz da bu olsa gerek...
Bir şey yapmak, yapabilmek... Ona bir şey yapması için, bir şeye başlayıp sonuna kadar götürebilmesi için fırsat vermek yollardan birisi olabilir. Başlayıp bitirebileceği bir şeyler bulabilmek için yardımcı olabiliriz; bunu yapabilmek için onu, onun sınırlarını bizim tanımamız ve bilmemiz gerekir. Onun kendi değerini bilebilmesini ve biçebilmesini sağladığımızda, özgüven, yani şimdi olmasa bile gelecekte yapabileceğimize inanç hemen arkadan gelecektir.
Çocuk hayatımız. Çocuklu hayatı anlayabilmek için çocuk olarak hayatımızı hatırlamak iyi oluyor. Bunu hatırlatacak birçok yol bulabilirsiniz: belleğinizi kurcalamak, aile büyükleriyle geçmişi konuşmak, o günden bugüne kalanları düşünmek gibi... Cami sokağı ilkokulunun yetmiş kişilik sınıfında yaşadıklarımı hatırladığımda, sınıfta olan bitenin bana hissettirdiklerini düşündüğümde ilk aklıma gelenler, benden 35 yıl önce babamın, ve benden 35 yıl sonra çocuklarımın (ve başka çocukların) yaşayıp hissettiklerinden temelde pek farklı olmasa gerek. Aynı yollarda, farklı kuşaklarda düşe-kalka büyümüş her bir kişiyi ayakta tutanın, hayatta (anne-baba +) en az bir kişi tarafından adam yerine konmak olduğunu düşünüyorum.
Düşe-kalka büyümek’te, yukarıdaki paragraflarda kenarından köşesinden değindiğim birçok konu hakkındaki yazılarımı bulacaksınız. Bilimi kılavuz edinmeye gayret ederken, hayatın gündelik gerçeğinden kopmamaya çalıştım. Değinilmemiş bir çok konu, söylenmemiş birçok görüş kaldı ama, sizlere de söyleyecek bir şeyler bırakmalıydım.
(Ekim 2003)