29.6.2009Bianet
Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ sivil yargıya, özellikle de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na emir veriyor: "Bu belgenin gerçek olmadığı noktasından hareketle, bu kağıt parçası kimler tarafından ne amaçla hazırlandı. Bunu bulunuz."
Bu kadarıyla olay Cem Yılmaz'ın meşhur "Türk erkeği" esprisine benziyor: Hani karısı gidip adama sen beni aldatıyormuşsun diyor. Onun da tepkisi inkar etmek, izah etmek falan yerine "kim söyledi?" demek oluyor ya. İşte aldatan Türk erkeği misali genelkurmay başkanı da bu belgeyi ne inkar edebiliyor ne de izah edebiliyor. Bunun yerine bu belge hakkında yapılan yayınları kaba ve agresif bir üslupla eleştiriyor. Ve bağımsız yargıya yukarıdaki emri veriyor.
Emrin ikinci kısmı daha da vahim: "Biz bu belgenin doğru olmadığı noktasından hareket ederek, kimler tarafından ne amaçla hazırlandığının bulunmasını istiyoruz. Yoksa İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan doğru mudur yanlış mıdır noktasında, soruşturma şartları çerçevesinde istemiyoruz bu bizim işimiz."
Baş üstüne komutanım! Emri tekrar ediyorum komutanım: "Bu olay örtbas edilmeli ve araştırılmamalıdır. Bunun yerine bu komployu saklandığı köşede yakalayıp ortaya çıkaran basın/medya kuruluşları soruşturulmalı ve yargılanmalıdır."
Genelkurmay başkanının savcılara verdiği emrin bu ikinci bölümünü nasıl okumalıyız? Bugüne kadar defalarca tanık olduğumuz üzere Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hep politik sürecin Kemalist müesseseden bağımsızlaşması ihtimali karşısında, politik kurumların üzerinde Demokles'in kılıcı misali sallanıp durmuştur. TSK'nin bu sistematik tehdidi özellikle 1960'tan bu yana "yüksek yargı" kurumları tarafından takviye edilmiştir. Demokrasi kuramında "kontrol ve ayar" tabir ettiğimiz işlevi Cumhuriyet tarihimizin önemli bir bölümünde bu iki kurum (TSK ve yüksek yargı) birlikte yerine getirmiştir. Şimdi geldiğimiz dönemde ise yargı, TSK'den ya da daha geniş bakacak olursak "Kemalist müessese"den bağımsızlaşma sinyalleri vermektedir. Özellikle Ergenekon soruşturmasında bu durumu gözlemliyoruz. İşte bu koşullar altında belli ki TSK kendine bu kez yargının üzerine "kılıcını atma" vazifesini çıkarmış bulunuyor. Özetle, emrin bu ikinci kısmı, bağımsız olması gereken yargının silahlı bir güç tarafından vesayet altına alınma çabasının delili olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan, Başbuğ'un basın toplantısının hemen ardından İstanbul savcılarının Albay Dursun Çiçek'in ifadesini alacaklarını açıklamaları, bir "emre itaatsizlik" halinin söz konusu olduğunu da gösteriyor. Askerlerin arkasında duramayacakları ifadelerde bulunması, en hafif tabirle "güven sarsıcıdır".
Bizim Askeri Mahkemeler'e güvenmek için hiçbir nedenimiz yok. 1980 darbesinin ardından askeri mahkemeler onbinlerce genci yargıladı. Bu yargılamalar en hafif tabirle "adil" değildi. 12 Eylül yargılamaları sürerken askeri cezaevlerinde işkence ve insanlık dışı muamelenin her türlüsü görüldü. Bu muamelelere maruz kalan gençleri yargılayan askeri mahkemelere bu konuda tekrar tekrar yapılan başvuruların hiçbiri askeri mahkemeler tarafından soruşturulmadı. Askeri mahkemelere olabilecek güven, bu deneyimle bu toplum için son bulmuş olmalıdır.
Dahası bu toplumun TSK'ye kurum olarak, özellikle de Başbuğ'un bir nevi "ders verdiği" demokrasi, hukuk devleti vb. alanlarda güvenmek için de hiçbir nedeni yoktur. Çok uzağa gitmeye gerek yok: Gömülü silahların genelkurmaya ait olduğunu Başbuğ bundan önceki basın toplantısında yalanlamış daha sonra MKE Başbuğ'un bu yalanlamasını yalanlayan kanıtlar ortaya koymuştur. Aynı TSK, JİTEM'in varlığını da onyıllarca inkar etmiştir. Bugün JİTEM yasal soruşturma altında bir kurumdur. Başbuğ'dan önceki genelkurmay başkanı Şemdinli'de bombalı provakasyon yapan rütbeli şahısları "bizim çocuklar" diye sahiplenerek açıkça yargılama sürecine müdahale etmiştir. Bu kurumun başkanı, TC'nin Kürt yurttaşları için "sözde vatandaş" tabirini uygun görmüştür. Bu kuruma, bunların hesabını vermedikçe neden güvenelim?
Daha bugünkü konuşmada Başbuğ yine doğru olmayan ifadelerde bulunmuştur. Askeri mahkemelerin batı ülkelerinde de olduğunu ifade etmiştir. Ama Askeri Yargıtay, Askeri Danıştay gibi kurumların hiçbiri batı ülkelerinde yoktur. Dahası adını andığı Batılı ülkelerde askeri mahkemelerin disiplin suçlarını soruşturmakla görevli olduklarını Başbuğ çok iyi bilmektedir. Buna rağmen askeri mahkemeler üzerine yapılan yorumları "cahilce ve maksatlı" olarak tanımlamaktan çekinmemiştir. Başkanı böyle bir dezenformasyon faaliyeti içinde olan bir kuruma nasıl güvenebiliriz? En vahimi ise Van'ın Özalp ilçesinde 1943 yılında 33 silahsız insanı kurşuna dizdirmiş ve bu nedenle hüküm giymiş bir katilin adı, aynı ilçedeki Jandarma Karakolu'na isim olarak bu kurum tarafından verilmiştir. Böyle bir kurumun herhangi bir hukuk işlemi için yetkili olması vahimdir.
"Fitne-fesat" "cahilce hatta maksatlı" vb. sözler başta basın olmak üzere bazı çevrelere tehdit niteliği taşıyor. Fitne fesatçı ya da cahil ve maksatlı damgasını yemekten çekinen medya mensuplarımız, Başbuğ belge değil "kağıt parçası" dediği andan itibaren belge terimini kullanmaktan imtina etmeye özen gösterir oldular. "Asimetrik Psikolojik Harekat" terimi ise aşina olduğumuz "iç-dış mihraklar", "etrafımız düşmanlarla çevrili" şeklindeki şizoid paranoya semptomlarının Habermas falan okuduğunu iddia eden bir paşanın dilinde dışa vurumu olarak okunup geçilebilir.
Öte yandan Başbuğ, bugünkü konuşmasında çok doğru bir noktaya işaret etti: Bütün bu tavırların Anayasal dayanağı gerçekten de mevcuttur. Sorun da budur zaten. Genelkurmay başkanları anayasayı çiğnemeksizin halkın seçilmiş temsilcilerini ve bağımsız yargıyı tehdit edebiliyorsa o zaman anayasayla ilgili bir sorunumuz var demektir. Bu anayasa, paşalarımızın çok sevdiği terimlerle ifade edecek olursak bu topluma çoktandır dar gelmeye başlamıştır.
Bugüne kadarki bütün anayasalarımızda konuşan özne devlettir. Anayasa kitapçığımız, TC devletinin tanımıyla başlar. Sorun da buradan başlar zaten. Örneğin ABD anayasası, "Biz Amerikalılar" diye başlar yani konuşan özne yurttaşlardır. Türkiye'de, "Ben TC" diye değil de "Biz Türkiyeliler" diye başlayan bir anayasa yapılabilirse o anayasa içinde askerlerin vesayeti meselesi de tarihe karışabilir.
Siyasal sistemlerde köklü reform girişimlerine ilk tepkinin, sistemin silahlı güçleri içinden gelmesi evrensel bir kuraldır. Bu, ülkemizin yakın tarihi için de geçerlidir. III. Selim reformları bir yeniçeri ayaklanmasıyla durdurulmaya çalışılmış daha sonra tahta geçen II. Mahmut ise reform sürecini ancak Yeniçeri teşkilatını bir iç savaşla ortadan kaldırdıktan sonra devam ettirebilmiştir. İşte 19'ncu yüzyıl başında yeniçeri kışlasının değişim karşısındaki direnişiyle 21'nci yüzyıl başında Genelkurmay karargahının günümüzdeki sivilleşme reformları karşısındaki direnişi arasındaki benzerlikler dikkat çekicidir.
Eğer bu analoji doğruysa, bir yanda Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde hükümet ve AKP, öte yanda Başbuğ önderliğinde "Kemalist müessese" bir iç savaşın eşiğinde karşılıklı olarak kılıçları çekmiş bulunuyor demektir. Bu mücadele içinde, "bağımsız" yargının ikiye bölünmüş olduğunu bir süredir gözlemleyebiliyorduk: bir tarafta sivil yargının belli kesimleri (Ergenekon Davası), diğer tarafta ise yüksek yargı kurumları (367 şartı, AKP kapatma davası, vb.). Şimdi, denklemin bu ikinci tarafında 'askeri yargı'nın da bir güç olarak ağırlığını hissettirmeye başladığını gözlemliyoruz.
Umarız ki ne Erdoğan'ın akıbeti III. Selim'e ne de TSK'nın akıbeti yeniçeri ocağına benzemeden bu mesele hallolsun.