Dr. Wolfgang Sachs İle Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra:Wuppertal Enstitüsü'nden  iklim, çevre ve enerji konusunda çalışan Dr. Wolfgang Sachs'la beraberiz. Kendisi ile iklim değişikliği üzerine sohbet edeceğiz. Cumartesi günü İstanbul'da yapılan, iklim değişikliği üzerine bir konferansta da tartışmıştık, Yeşiller grubu ve 3 ekoloji dergisi tarafından düzenlenmiş bir konferansta da kendisi konuşmacıydı.

 

Haber bombardımanına tutuluyoruz son zamanlarda. Son günlerden örnek vermek gerekirse, NASA Goddard Enstitüsütarafından bu yılın en sıcak yıl olduğu belirtilmişti. Bir diğer haber de Brezilya'da Amazon'da kuraklığın başladığı haberiydi; buna ağaç kesimlerinin ve küresel ısınmanın neden olduğu söylendi. Bir diğer haber de, Rusya'daki tundralarda görülen erimeydi. Eylül başında da İngiliz bilim adamları topraktaki erimeyle birlikte metan gazının açığa çıktığını söylediler. İklim değişikliği açısından bir eşiğin aşılması durumuyla mı karşı karşıyayız?

 

Wolfgang Sachs: Şu anda bir dönüm noktasında mıyız aslında bilmiyoruz, evrimi bilmiyoruz çünkü, bu işin gidişatını bilmiyoruz, böyle bir durumla daha önce karşılaşmamıştık. Tarihi örnekler ya da laboratuar sonuçları yok elimizde, bunun yerine modellerle hayatımızı ortaya koyarak deney yapıyoruz. Ancak gerçek hayat üzerinde görme imkânı bulabiliyoruz. 15 yıl içinde iklim modellemeleri yaptık, görünen o ki; bazı örnekler, sizin de bahsettiğiniz modellere uyuyorlar. Mesela 2005 en sıcak yıl oldu, 90'lardan beri 10 yıl boyunca rekor kırıldı, ki sadece 1940'lardan beri kayıtlar tutuluyordu.

 

ÖM: Aslında 1800'lere kadar geri gidiyor.

 

WS: Modellerin dediği gibi ilk aşamayı dönmüş olma ihtimalimiz kuvvetli, toplumlar olarak bundan sonra ne yapacağımıza bağlı bundan sonrası. Bir eşik noktasına, dönüm noktasına ulaşıp ulaşmadığımızı bilmiyoruz, çünkü evrim sürecini bilmiyoruz, ama bunu söyledikten sonra, iklim modellerinin de bütün bu karşımıza çıkan olaylarla, bu modelleri kanıtlandığını söyleyebiliriz. Yani ilk bölümüne, iklim değişikliğinin ilk aşamasına girmiş bulunuyoruz. Mesela bbaşka bir çok görünür olay daha vardı son haftalarda, Katrina tayfunu gibi. Bu kesinlikle bir kanıttır, çünkü yüzey suyu sıcaklığının artmasıyla birlikte tayfunun gücünün de artacağı ön görülüyordu, elimizde bir olay var, modeller var, ikisi de aynı noktaya işaret ediyorlar.

 

ÖM: MIT Üniversitesi'nden Prof. Emmanuel Kerry bu konuda büyük bir araştırma yürüttü ve Nature'da yayımlanan makalesinde, çok daha güçlü tayfunlar olacağını zaten öngörmüştü. Bu konuda Georgia Tech Üniversitesi'nden bir araştırma grubu daha yeni sonuçlanan raporunda aynı şeyi doğruladı: 4-5 gücündeki tayfunların sayısında ikiye katlanma olduğunu söyledi... Bunlar da artık dergi ve gazetelerde çıkıyor. Kuzey Denizi'ndeki buzulların erimesinde artık geri dönülmez bir noktaya doğru geldiğimiz de ayrıca gelen bilimsel raporlar arasında.

 

WS: Etik bir sorun bu noktada karşımıza çıkıyor, ısınma ile tek bir olay arasında şüphesiz bir birleştirme, yani hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir bağlantı olduğunu söylemek çok zor. Çünkü doğada doğal bir değişim de var, yani ortada hiç insan olmasa da normal döngüde bir değişim mevcut. İkinci olarak istatistik bağlantılardan bahsediyoruz, diyoruz ki küresel ısınmanın artmasıyla birlikte tayfunlar da güçlendi ve bir dahaki tayfunun daha güçlü olacağını söylemek çok zor değil. Sigara içmek gibi, sigaranın öldürücü olduğunu, akciğer kanseri yaptığını biliyoruz ancak her akciğer kanseri olanın sigara sebebiyle buna yakalandığını söylemek doğru olmaz. Burada etik bir problemden bahsediyoruz, bağlantılardan emin olamayız ama yine de bakmalıyız.

 

ÖM: Meselenin etik olduğunu söylemek, belki de etik bir kriz olduğunu bile söylemek mümkün.

 

WS: Bir sonuca varacak olursak, asla kanıtlanamayacak bir olaydan bahsediyor olabiliriz; istatistiksel olarak kanıtlanabilir ama tek bir olayın küresel ısınmadan kaynaklandığını söylemek mümkün değil. 

 

ÖM: Bill McKibben, "Küresel Isınmanın Hangi Kısmını Anlayamıyoruz?" başlıklı yeni çıkan yazısında bir derece artışın bile bu sonucu doğurduğunu, fosil atıklardan acilen kurtulmamız gerektiğini, yüzyılın sonuna kadar 5 derecelik bir artıştan bahsedebileceğini yazdı. Dolayısıyla da 5'le katlanacak, olacak olanlar 5 kat daha kuvvetli olacak. Bu konudaki yorumunuz nedir? Bunu inkâr etme eğilimi daha nereye kadar gidebilir?

 

WS: Son 15 yılda bazı bilim adamları, özellikle jeobilimciler bir çok araştırma yaptı, uyarılar yayımladı, yani bu yeni bir şey değil, insan etkisi ortada, BM 13 yıldır bu konuda çalışıyor, 9 yıl önce Kyoto oluştu, ancak ekonomik ve siyasi elitler şizofrenik bir yaklaşımla bu gerçeğe gözlerini kapatmak istiyorlar, bir şeylerin olup da bunun sona ereceğini ümit ediyorlar. Bu da hepimiz için hayati olabilir.

 

ÖM: "Bize bir şey olmaz" diye düşünüyorlar. Bu engelleyici, yadsıma ve inkâr kampanyasını yürüten ekonomik elitler konusunu biraz açar mısınız?

 

WS: Mesela son 15 yılda bu ekonomik ve siyasi elitler, sınırları açmak, devleti zayıflatmak ve küresel pazar konusuna ciddi anlamda takıldılar, daha çok bunun üzerinde durdular. Hatta bu bir saplantı halinde onlarda. Bunun nedenini tartışmak istemiyorum, ancak şu anda tartıştığımız konuya pek dikkat etmedikleri kesin; halbuki 10-15 yıldır bu konu gündemde, bir çözüm üretme konusunda yol almadılar. En büyük problem ekonomik üretimin maksimum değerlerde, en üst düzeyde devamı değil halbuki. İnsanlığı, belki de bütün canlıları bekleyen en büyük tehlike aslında bu ekonomik kapasitenin had safhaya ulaştırılması, optimuma gelmemesi değil, bu büyük iklim değişikliğinin yaratabileceği binlerce sorunla, insanca ve haysiyetli, dürüst bir şekilde nasıl yüz yüze gelebileceğimiz, baş edebileceğimiz meselesi.

 

ÖM: Küresel ısınmayla, bu iklim değişikli ile insan hakları arasında bir bağlantıdan bahsedebilir miyiz?

 

WS: Katrina tayfunu iki boyutlu bir problem, Katrina tayfununda ölenler zayıf olanlar, fakir olanlar, parasız olanlar ya da tepede betonarme binada yaşayamayanlar, yani titrek ve sahildeki binalarda yaşamak zorunda olanlar oldu. Bu da muhtemel sonuçların zayıfları vuracağını gösteriyor. Mesela sadece çevre meselesi olarak ele alınamaz katiyen, mesele insan ilişkileri, insanların ve hatta canlıların yaşama tarzıyla ilişkili. Bu, bugün ile yarın arasındaki ilişki açısından önemli; yani çocuklarımızın gelecek 10 yıl içinde nasıl bir hayat yaşayacağı. Bugün biz Katrina'dan başka kasırgalarda da yaşayabiliriz ama çocuklar nasıl bir ortamın içine doğacaklar, bugünden de farklı, bambaşka bir ortama doğacaklar. Soru şu: Biz böyle mi yaşamak istiyoruz? Çocuklarımızın da böyle yaşamasını mı istiyoruz? Onlar da "böyle mi yaşamak istiyoruz?" diyecekler. Sadece çevre değil, bütünüyle insan ilişkilerine ilişkin bir mesele ve dolayısıyla da insan haklarıyla ilişkili. Birinci örnek bugünle gelecek arasında, çocuklarımızın, torunlarımızın nasıl bir ortamda yaşayacağı meselesi ile ilgiliydi.

 

İkinci mesele yarın değil bugünle ilgili aslında, örneğin Katrina çok daha zayıf, çok daha yoksul, kendilerini koruma olanağına sahip olmayan kesimleri vuruyor. Dolayısıyla da bu kasırganın etkisini ayrıca geleceğe yönelik bir projeksiyon olarak, yani bunun gölgesi olarak görebiliriz. Öncelikle, kesinlikle zayıf durumda olanları vuracak.

 

ÖM: Belki şunu da ekleyebiliriz, sadece ülkelerin içindeki zayıf kesimleri değil, uluslararası arenada da, tabii ki zayıf durumda olan ülkeleri vuracak.

 

WS: Dünyanın daha fakir olan kısmını daha fazla vuracak.

 

ÖM: Eldeki kaynaklarla küresel adalet konusu arasında gerçek bir bağlantı var, siz de bu konuda yazıyorsunuz; Eşitlikçi ve adil bir dağılım. Üç bakış açınız var bu konuda, üç parça olarak görüyorsunuz; enerji verimliliği (trafolar, enerji kaynakları, arabalar, vs.), tutarlılık bir de yeterlik meseleleri üzerinde bizi aydınlatır mısınız?

 

WS: Aslında bu üç konsept değişim için bir yol olarak görülebilir, hızlı bir dönüşüm yaratılabilir. Mesela Alman ekonomisine bakarsak, hem gerekli enerji dönüşümünü sağlayabilmek hem de diğerlerine, yani aynı gelişmişlik düzeyine varmamış olan ülkelere şans tanıyabilmek için Almanya'nın fosil yakıtlarının %80 oranında az kullanması gerekiyor 2050 yılına kadar. Yani fosil kaynaklarına ağırlık vermeyen bir ekonomi demek, büyük bir dönüşüm demek.. Almanya'nın daha az olması demek bu.

 

ÖM: Yani %80 oranında fosil yakıt kullanmaktan, petrol, kömür yakmaktan vazgeçmesi gerekiyor 2050'ye kadar. Bu muazzam bir değişiklik.

 

WS: Bu %80 rakamının nereden çıktığını açıklamak istiyorum; iklim bilimciler küresel ısınma ile ilgili en kötünün gerçekleşmemesi için karbon emisyonunun %50 azaltılmasına öneriyorlar. Bu karbon emisyonunun çoğunu zaten Amerika, Japonya, Almanya, vb. gelişmiş ülkeler yaratıyorlar..

 

ÖM: Dünya kaynaklarının %50'sini kullanıyorlar, oysa bu zengin ülkeler dünyanın %20'sini oluşturuyor nüfus olarak. Yani büyük bir eşitsizlik var zaten.

 

WS: Bunun yanında, bu hesabın üstüne Çin ve Hindistan gibi ülkeler de dünya nüfusunun %25'ini oluşturmalarına rağmen son gelişmelerle birlikte %50'ye yakın bir karbon emisyonu yaratıyorlar. Eşitsizlik demeye çalıştığım bu. Almanya %50 değil daha fazlasını kesmek zorunda karbon emisyonunun, çünkü diğer ülkelere, gelişmekte olan ülkelere aynı gelişmişlik düzeyine erişmek şansını vermek durumunda.

 

ÖM: İkinci temel ilke olan hakkaniyet?

 

WS: İnsanların bir akışı var bir de doğanın kendine ait bir akışı var. Mesela yenilenebilir enerji doğada varolanın tekrardan kullanımı anlamına geliyor; güneş, rüzgâr gibi kaynaklar sayılabilir burada. Dünyanın dibine inip de milyonlarca yıldır fosil halinde duran maddeleri çıkartıp bunları tekrardan kullanıma sunmak, ya da kimyasal maddeler arasında etkileşimler sağlayıp böylece doğaya zehirli atıklar salarak enerji üretmek yerine insan ve doğa dengesinin akışlarının dengeli bir şekilde gitmesini sağlamaktan bahsediyoruz.

 

Mesela tarımda gübre ve ilaç kullanımı yerine doğanın güçleri kullanılabilir, mesela farklı böceklerle, zararlı böceklerin önlenmesi gibi yöntemlere gidilebilir. Çünkü tarım ilaçları kullanarak dengenin bambaşka  bir şekilde bozulmasına da yol açmak mümkün. Zaten görülüyor, dolayısıyla doğal akışlarla insandan kaynaklanan akışlar arasında tam bir tutarlılık, bir iç içe geçmişlik sağlamak gerekiyor. Bu da tutarlılık ilkesinin gerçekleştirilmesi oluyor.

 

Burada aslında var olan yeterliliği anlatabilmek için  öncelikle verimliliği anlatmak gerekir. Yani az alarak, az malzeme alarak üretebilmektir verimlilik. Az önce bahsettiğimiz gibi daha akıllıca ve doğal diğer yöntemlerin kullanılması olarak da tanımlanabilir. Son 10-20 yıl içinde mühendisler daha az petrol, daha az elektrik üreten motorlar ürettiler, geri dönüşümlü parçalar yaratmaya çalışıyorlar. Mesela buzdolabının işi bittiği zaman yeniden kullanılıyor atılmak yerine. Böylece daha az parça ile yeni bir buzdolabı üretilebiliyor. Bu da verimlilik demek.

 

ÖM: Peki ama burada bir de ne kadarın yeterli olduğu sorusu devreye giriyor. Herkes her şeyi ve daha fazla olarak istemekte artık ve daha hızlı, daha büyük. Belki de zihni bir değişim gerekiyor.

 

WS: Artık daha hızlı, daha çok ve daha uzağa mantığı yeterli olmayacak, yeterlilik ne talep ediyor sorusu öne çıkmaya başladı. Ekonomi insanların iyiliğini sağlamak, daha iyi olmasını sağlamak için varolan bir sistem. Fakat daha fazla, daha hızlı yaparak sonucunda kendimize ayıracağımız zamanı gittikçe yok ediyoruz,  böyle bir zaman yok artık. Belki de soru, "istediğimiz hayatı sağlayabilmek için ne kadarına ihtiyacımız var?" diye sorulmalı. Burada da elimizdekinin yeterli olup olmadığını düşünmeliyiz. Bu da daha çok siyasi felsefeye ait bir soru.

 

ÖM: Bu etik - estetik birliğinden kaynaklanıyor, "iyi hayat nedir?" sorusu ile alakalı galiba?

 

WS: Mesela 10-15 yıl önce çilek sadece Mayıs-Ağustos ayları arasında üretilirdi ve herkes de bilirdi, zamanında gider yerdik. Zamanını beklerdik, bittiği zaman da "kimse niye bitti?" diye sormazdı. Ama bugün bütün yıl boyunca çilek yiyebiliyoruz, kar yağdığında da yiyebiliyoruz, ama korkunç boyutlarda bir enerji tüketimi yapıyoruz bu çileği üretmek için. Hem seralarda yetiştirebilmek için enerji tüketiyoruz, hem uzaktan getirmek enerji tüketiyoruz hem de süper marketlerde de büyük bir enerji sarfiyatımız var. Doğaya karşı iş yaptığımız zaman her zaman durum budur, durumu dengeleyebilmek için büyük boyutlarda enerji harcamak gerekir. Mesela evlerimiz eğer yerel çevresine uyumlu değilse, o bölgede ısı, rüzgâr, su kaynakları gibi koşullar hesaba katılmadan yapıldıysa, daha sonra bu aradaki farkı yok edebilmek için çok büyük ölçüde enerji harcamak gerekir ki adapte olabilesiniz.

 

ÖM: Son olarak sormak istiyoruz. Kyoto Protokolü nasıl uygulanabilir? Türkiye gibi gelişme yolundaki ülkeler için, karbondioksit başta olmak üzere emisyonları düşürmek nasıl mümkün olabilir?

 

WS: Kyoto sonrası tartışmalar başladı bile, çünkü 2008'e kadar geçerli olacak. Şu anda Kyoto'nun yaptığı sadece yüzeyi kazımak, aslında bütünle ilgili radikal bir değişim öngörmüyor. Bundan sonra karbon emisyonlarının düşürülme oranı daha yüksek olmalı.

 

ÖM: Çünkü çok küçük, 1990 öncesi seviyelere %5'lik bir düşüş öngörüyor, bunun arttırılması şart.

 

WS: Bu arada ikinci problem olarak, gelişen ülkeleri, gelecek 10-20 yıl içinde, Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeleri ikna edebilmenin bedelinin ne olduğunu düşünmeliyiz. Çünkü gelişen ülkeler atmosfer kendilerine aitmiş gibi gerekli oranı, hatta fazlasını kullanıyorlar. Neden Çin de o kadar aptal olsun ve ekonomisinin gelişmesi yerine doğanın dengelerinin korunmasını üzerine alsın? Bu noktada kuzey ülkeleri kesinlikle karbon emisyon oranlarını düşürmek durumundalar, ama diğerlerine "tamam, siz devam edin, daha fazla karbon tüketin ama doğanın devamını, sürdürülebilirliğini de göz önünde bulundurarak bunu yapın" dememiz gerekiyor. Böylece herkesin ortak bir karbon hissesi olmuş olacak. Ve böylece hakkaniyet ilkesi de tümüyle yerine gelmiş olacak. Çünkü her bir bireyin karbon tüketme hakkı ölçülebiliyor, bu zaten gayet net bir şekilde çeşitli ölçümlerle yapılabiliyor. Ondan sonra da büyüklerin büzülmesi, yani zengin ülkelerin büzülmeleri ve gelişme yolunda olan ülkelerin de bu haklarını satarak, onlara devrederek kullanmaları gibi bir mekanizmanın geliştirilmesi söz konusu. Ama bir bütün olarak da tavanın da düşürülmesi çok acil bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Bunu da göz ardı etmemek gerekiyor. 

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz. Bir de hatırlatma yapmak istiyorum, Dünyanın çeşitli yerlerinde BM'nin de iklim değişikliği toplantılarında bir adım atılmadı ama 3 Aralık 2005'te Kanada'da Montreal'de bir toplantı gerçekleşecek; "İklim değişiyor ve biz bunu durdurabiliriz" sloganıyla bir hareket, 3 Aralık'ta bütün dünya ile birlikte Türkiye'de de sokaklarda olacak.

 

(17 Ekim 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)