Dipten sesler: Umutsuzluk insanı iyimser yapar mı?

-
Aa
+
a
a
a

 “Önünüzde iki düğme var; herhangi birisine bastığınızda yüzde elli olasılıkla bilmemkaç trilyon kazanacaksınız; yüzde elli olasılıkla da öleceksiniz... bu oyuna katılır mısınız?” Soruyu tam böyle mi sordular, bilemiyorum; ama ATV muhabirinin naklettiği toplumsal anket böyle bir şey ya da ona yakın bir şeydi. Bursa’da 1000 küsur kişiye sorulmuş; cevaplayanların yüzde 40 küsuru “evet, bu bahse girerim” demiş.

Ben (uzman görüşünü belirten kişi) ne mi düşünüyorum? Durum vahim, dedim. Vahim, çünkü, bu tür bahis oyunlarından giderek insanların karar verme mekanizmalarını araştıran Daniel Kahneman’ı (bu yılki Ekonomi Nobelini alan psikoloji prof’u; bkz. Bu konudaki diğer yazılarım) didik didik ettiğim her seferinde onun vardığı sonuç, kaybetmenin kazanmaya eşit olasılıkta ve riskin “ağır” olduğu durumlarda risk alanların oranının yüzde yirmiler civarında gezindiği... Kahneman ve Tversky’nin“Ya istikbal, ya ölüm!” tipi bir karar verme deneyini hiç denediklerini sanmıyorum ama, insanlar üç aşağı beş yukarı şöyle davranıyorlar: “Risk büyükse, uzak dur; hiç girme! Riskten kaç, şimdiki durumundan beter bir duruma düşme...” En azından yüzde 80 kişi böyle düşündüğünü söylüyor. Bursa’daki ankete cevap verenlerde bu oranın en az iki katına çıkması, insanların başka yer ve zamanlarda alınandan daha fazla risk alması ne demektir? İki açıklama bulabiliyorum bu duruma.

Birincisi, içinde olunan toplumsal ekonomik koşulların ürünü olarak görmek bu durumu: Umutsuzluk dorukta, o sebeple can havliyle hareket etmekte insanlar. Herhangi bir yoldan bugün içinde bulunduğu durumdan çıkabileceğine inanmayan “vatandaş” ancak ve ancak bir huruç harekâtı (çemberi yarmaya yönelik ve ölüm riski yüksek askeri eylem, diyebilir miyiz?) ile bu durumdan kurtulabileceğine inanmakta. Riskten kaçacağı yerde, artık belki de bir risk olarak göremediği ya da risk olduğunu unuttuğu ölüm seçenekli bahse girmeye hazır.

İkinci bir bakış açısı ise, vatandaşlarımızın kendine güveninin “fazlasıyla tam” olduğu, yüzde elli kazancı bulacaklarına inandıkları için (ve kaybetmeyi akıllarına bile getiremeyecek kadar talihlerine güvendikleri için) bu bahsi oynamayı düşünebilecekleri. İnanın, bu da mümkün... Hani hamsi yediği için AIDS etkeni virüsten “ona bir şey olmayacağını” düşünen vatandaşlarımızdan bir farkları var mı bizim bahisçilerin? Bu kendine ve talihine güven hâli pek yaygın bir durum sayılır; içinde bulunduğu koşulu tam ve etraflıca değerlendirememe, yapabileceğine inandıklarının gerçekten yapabileceğinden daha fazla olması gibi insani özellikleri bir tek bizde var sanmayın... Bu “fazlasıyla güven ve iyimserlik” duygusu olmasa yaşamak da zor olur; ama ölçü kaçtığında, ölüme (durumu  
genellikle tam anlamaksızın) meydan okuyanların hâli de yaman oluyor sonra. Görünüşteki bu “fazlasıyla iyimserlik ve güven”in vardığı yer pek parlak olmuyor zira...

Üçüncü bakış açısına ihtiyaç doğuyor bu noktada. Umutsuzlar, o kadar umutsuzlar ki, hiçbir şeyin içinde olduklarından daha kötü olmayacağını düşünüyor ve her durumda kendilerini çok iyi şeylerin beklediğine inanmaya başlıyorlar. Alın, size umutsuzluğun getirdiği iyimserlik. Dibe vurmak dedikleri bu mudur?