Deprem, nefret ve savaş

-
Aa
+
a
a
a

26 Ekim 2011Taraf Gazetesi

Depremlerin simgesel çağrışımları vardır. Şiddetli depremler, büyük fiziksel yıkımlara yol açabilirler, bunu biliyoruz. Lakin bastığımız yerin sallanması, sadece fiziksel değil, varoluşsal bir sarsıntı da yaratabilir.

Aslında her büyük depremin, böyle etkiler yaydığından bir şüphem yok; sadece bunların yayılma alanı her zaman çok geniş olmayabilir, küçük çevreler veya bireysel hatlarla sınırlı kalabilir. Buna karşılık, bazı depremlerde bütün bir toplum bu şekilde sarsılabilir. Bazen bir deprem, bütün dünyayı altüst edebilir.

Bundan tam 256 yıl önce, yani 1 Kasım 1755’te Lizbon’da büyük bir deprem meydana gelir. Susan Neiman, Modern Düşüncede Kötülük adlı çok değerli eserinde bu depreme dair yaygın algıyı şu sözlerle anlatır: “Lizbon depreminin, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Batı uygarlığını en fazla sarsan olay olduğu söylenir.”

Van’daki depremi düşünürken, devamlı bu kitaptaki tartışmalara kayıyor aklım ve şu soruyu soruyorum: Van depremi, bu toplumda zihinsel ve kavramsal bir sarsıntıya, köklü bir yüzleşmeye vesile olabilir mi?

Bence olabilir! Böyle düşünmemin en önemli nedeni, bu depremin herhangi bir zamanda değil, otuz yıldır süren savaşın en şiddetli evrelerinden birinde gerçekleşmiş olmasıdır. Zaten savaş zamanlarında, hayat değil, ölüm; dayanışma değil, kutuplaşma; dostluk değil, düşmanlık; vicdan değil, nefret öne çıkar. Savaş şiddetlendikçe, “kötülüğü” besleyen duygular ve tutumlar daha da kuvvetlenir.

Faylar kırılınca bazı gazlar açığa çıkar! Bu, sadece jeolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda beşeri bir hakikattir de! Toplumun bir bölümünde dışa vuran gazlar, bariz bir ırkçılık ve nefret söylemi içeriyor. Önce bunun üzerinde duralım.

Bazılarına göre, bu durumu abartmamak lazım! Bunlar marjinal gruplardır ve her toplumda örneklerine rastlanır!

Ben de, ırkçılıklarını iğrenç bir nefret söylemiyle açığa vuranların, bu toplumun büyük çoğunluğunu temsil ettiği kanısında değilim. Ancak bu toplumda bir algı kalıbı, bir zihniyet unsuru olarak ırkçılık öyle geçiştirilecek, küçümsenecek bir olgu da değil kesinlikle. Tam tersine, ırkçılığın birçok türü, bu toplumda epeyce yaygın. Bilhassa gündelik ve banal ırkçılık diye niteleyebileceğimiz davranış tarzı, adeta normal ve olağan bir şey olarak karşımızda duruyor. En çok Kürtleri ve gayrımüslim azınlıkları hedef alan bu ırkçılığın sayısız örneği var. Irkçılığın doğal uzantısı olan nefret söylemi için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Kürtlere yönelik ırkçılığı, PKK’nin silahlı eylemlere başlamasına bağlamak da doğru değil. On yıllarca uygulanan “inkâr politikası”nın kendisi ırkçılığın en çirkin örneklerindendir. PKK’nin eylemleri, kökleri derinlerde olan bu ırkçılığı meşrulaştırmak için bir bahane olarak kullanılıyor.

Gündelik ırkçılık, en çok nefret söylemi ve linç pratikleri aracılığıyla işletilir. Genellikle Kürtlere karşı yapılan ırkçılık “hak edilmiş bir tepki”; linç girişimleri ise “duyarlı vatandaşların meşru tavrı” olarak algılanıyor ve sunuluyor. Siyaset, yönetim, medya dünyası ve yargı, bu tutumu kolluyor, güzelliyor ve dolayısıyla teşvik ediyor. Böyle olunca, Türkiye’de nefret söylemi muteber, nefret suçları serbest hale geliyor. Linç girişimleri de, en fazla “haylaz çocukların taşkınlığı” sayılıyor. Polis ve savcılar, ırkçılığı ve nefreti en galiz şekilde ve pervasızca dile vuranlara hoşgörüyle yaklaşıyor; çoğu zaman “kendilerinden biri olarak” görüyor.

Irkçılık ve nefret söylemi böyle normalleştirilince, bu Müge Anlı gibi zavallılar da bu dili bu kadar rahat kullanabiliyorlar. Toplumun diğer kesimlerinden tepki gelince de şaşırıyorlar. Zira bugüne kadar Müge Anlı gibilere, bu dilin ve bu tutumun “vatanseverliğin göstergesi ve kanıtı” olduğu söylendi.

Kürt sorununu güvenlik politikaları ve savaş yöntemleri ekseninde ele alan her yaklaşım, düşmanlık ve nefret söylemini büyütür, yaygınlaştırır. Bu söylemin sadece PKK’ye karşı geçerli olduğu iddia edilse de, bu söyleme eşlik eden kitlesel tutuklamalar, aslında Kürtlerin PKK’den pek de ayrı olmadığını işliyor zihinlere. Kürtlerin bu politikalara kitlesel tepki göstermesi de, ortalama insanın algısında “Kürtler eşittir PKK” algısını güçlendiriyor. Savaş şiddetlendikçe bu algı, büyük oranda olgu haline de geliyor zaten. Sonra da, işte böyle büyük felaketler bile, Kürtlere karşı ırkçılık ve nefret vesilesi olarak kullanılıyor.

Depremle birlikte ırkçılık ve nefret söylemine karşı güçlü bir tepki de ortaya kondu. Bunun çok değerli olduğu şüphesizdir. Ayrıca toplumun farklı kesimleri, dayanışma adına çok kıymetli şeyler yapıyorlar. Bu da çok önemli!

Depremle ortaya çıkan bu iki zıt dinamikten hangisinin belirleyici olacağı, büyük ölçüde savaşın seyrine bağlıdır. Savaş politikalarında ısrar edilirse, ırkçılık ve nefret bataklığında boğulmak gibi bir felaket yaşanır. Bu nedenle, bu depremin de ortaya çıkardığı en acil ihtiyaç, PKK’nin derhal ateşkes ilan etmesi, devletin de aynı anda operasyonları durdurmasıdır. O zaman, hem fiziksel hem de ruhsal yaraları büyük bir hızla tamir edebiliriz!..