ÖM: Merhaba Halil hoş geldin.
HT: Teşekkürler. Bu hafta söze sinemadan gireceğim. Belki biraz dağınık olacak, ama program içersinde toparlamaya çalışacağım.. Şubat ayı içerisinde yitirdiğimiz önemli bir belgesel sinemacı vardı Jean Rouch. Onun sinemasından yola çıkarak sömüren ve sömürülen ilişkilerine değinmeye çalışalım .Bu arada, iki hafta önce televizyonda seyrettiğim bir film vardı, gençliğimde seyrettiğim filmi bir kez daha seyrettim ve beni biraz heyecanlandırdı. Bu nedenle üzerinde konuşma gereğini duyuyorum.. İngiliz Özgür Sineması’nın klasiklerinden biriydi. "Uzun Mesafe Koşusunun Yalnızlığı".
ÖM: Alan Sillitoe’nun romanından uyarlama değil mi?
HT: Roman onun, film Tony Richardson’ın özgür sinemanın önde gelen aktörlerinden Tom Courtney vardı baş rolde. Mükemmel bir filmdi. Sinemaya ilgimin doğduğu, film izlemekten çok hoşlandığım yıllarda seyretmiştim. İngiliz Özgür Sineması’nın örnekleri Alan Sillitoe gibi romancılarla, oyun yazarlarıyla çok yakından ilişkilidir. tiyatroyla, romanla bağlantılıdır. “Kızgın Adamlar” denilen o kuşağın yapıtlarından hayli beslenmiş bir sinemadır. Söz konusu romanların yayımlandıkları ya da oyunların sahnelendikleri tarihlerle sinemaya aktarılmaları arasında çok az bir zaman farkı vardır. Örnegin John Osborne’nun “Öfkeyle Geçmişe Bak“ adlı oyunu.
ÖM: Joan Osborne'un o ünlü oyunu, “Kızgın Genç Adamlar” kuşağının en önemli yapıtıdır. Sinemaya uyarlayan da yine Tony Richardson.
HT: Sonra John Brain’in romanları; “Tepedeki Hayat”, Lawrence Harvey’le, Sigmone Signore’nin oynadıkları o müthiş film.
ÖM: “Room At The Top” İhtiraslı bir genç adamın sınıf basamaklarını tırmanmak için her yola başvurması.
HT: İşçi sınıfını anlatır o romanlar ama, kahramanlar hiç idealize edilmemiştir. Bütün insani zaaflarıyla gelirler karşımıza. Benim o dönemden çok beğendiğim bir film de “Cumartesi Gecesi Pazar Sabahı”dır, Karel Reisz’in filmi, Albert Finney oynuyordu, sanrım yine bir Alain Sillitoe romanından uyarlama .Savaş sonrası İngiliz sinemasında aslında”Ealing Komedileri” denilen ve pek de öyle güldürmeyen komedi filmleri, ya da savaş yıllarına dair, ulusu birleştiren “Mrs.Minniver” tarzı filmler hakimdi. Churchill’in, "Mrs. Minniver” için, “silahlı kuvvetlerin oynadığı role eşit bir rol oynamıştır" dediği rivayet olunur. Hep orta sınıf duyarlılıklarını yansıtan , o sınıflara hitap eden filmler bunlar, ama 1950’lerden sonra beliren Kızgın Genç Adamlar kuşağı ve Özgür Sinemacılar sınıf sistemini, sınıf çelişkilerini vurguladılar. Hepsi de belgeselden geliyorlar ve hiç bir romanını filme çekmemiş olmalarına rağmen, George Orwell’in İngiliz halkına,sıradan insana, çalışan sınıflara sıcak yaklaşımını, Özgür Sinemacılar’da da görmek mümkün.
ÖM: Tam bir belgesel tadı vardır hepsinde.
HT: Evet, siyah beyaz filmler. “Mass Observation” adlı bir akım vardır. Bu akım içinde Humphrey Jennings belgesel filmlerle sosyolojik incelemeler yapmaya çalışmıştır ve George Orwell’den büyük ölçüde etkilenmiştir. Humprey Jennings’in ve onun üzerinden Orwell’in çok etkisi vardır İngiliz Özgür Sineması’nda.
ÖM: Fakat onların pek çoğu, daha sonra Amerika’ya gittiler ve çok da başarılı olamadılar. “Room At The Top”ı yapan Jack Clayton örneğin. Clayton, Hollywood’da “Muhteşem Gatsby”yi yaptı ve ardından da hemen hemen hiçbir şey yapamadı. Tony Richardson ve Reisz’in Amerika’daki kariyerleri de parlak sayılamaz. Bir istisna John Schlesinger. O, Özgür Sinema’nın içinde sayılır mı bilemiyorum ama Amerika'da yaptığı “Geceyarısı Kovboyu” çok çok iyiydi.
HT: O sinema savaş sonrası İngiltere’si ile iç içe geçmişti. Özür Sinema akımının dışında pek iyi şeyler yapamadılar. Lindsay Anderson İngiltere’de kaldı ve iyi filmler yapmayı da sürdürdü.O sinemanın belki de günümüzdeki temsilcisi olarak Ken Loach’un adını anabiliriz. Loach’un ilk iki filmi “Family Life” Özgür Sinema’nın örneklerinden sayılır zaten. Sözü daha fazla uzatmayalım, Cumartesi gecesi seyrettiğim o siyah beyaz film, beni ilk gençlik yıllarıma götürdü.. İngiliz işçi sınıfını hiç tanımamış olsan da bir romandan, bir filmden, çalışanların, hayata güçlükle tutunanların hayatlarını, onların yaşadıkları zorlukları anlayabileceğine dair çok güzel bir örnek. Bu örneği bizim edebiyatımızda Orhan Kemal’de görmüşümdür. Şimdilerde gençler Orhan Kemal’in romanların çok eski olduğunu söylüyorlar. Keza, Sabahattin Ali'nin roman ve öyküleri için de. Bu anlamda John Steinbeck de eskidir, ama o ölçüde de büyük bir yazardır.
ÖM: Evet, bütün o romanların insanı, çalışan sınıfların hayatlarına açılması, onları tanıtması, onlarla tanıştırması. Bu etki sözünü ettiğimiz filmler açısından da geçerli. O insanları hiç görmemiş olsan da onlara karşı bir yakınlık duyuyorsun.
HT: Yani o insanların acılarını duyabiliyor, mücadelelerine ortak olmak istiyorsun. Nihayet sözü Jean Rouch’a getiriyorum. Seyrettiğin tek filmi galiba sosyolog Edgar Morin'le birlikte yaptığı “Bir Yazın Kroniği”
ÖM: Evet. Cezayir Savaşı sırasında yapılmış bir belgesel. Paris sokaklarında toplumun çok farklı kesimlerinden insanlarla yapılmış söyleşiler.
HT: Paris sokaklarında insanlara “Mutlu musun? Mutluluğun kaynağı nedir?” diye soruyorlardı. Aslında öğrenmek istedikleri mutluluğun ötesinde bir şey, tarihsel geri düzlemde süre giden bir Cezayir Savaşı var. Hindiçin’deki sömürgeci savaşın etkileri henüz geçmemiş, Fransız toplumunda gerilim var..” Bütün bunlara rağmen sen nasıl mutlu olabiliyorsun?” Aslında sormak istedikleri bu. İnsanların bu olaylar karşısında ne düşündüğünü ve nasıl hissettiğini öğrenmek istiyorlar.. Ben de buradan yola çıkarak sömüren ve sömürülen arasındaki ilişkiye değinmeye çalışacaktım bu programda. Franz Fanon’un, Albert Memmi ve Sartre’ın da belirttikleri gibi, bu son derece travmatik bir ilişki. Sömürenleri de ,sömürülenleri de, her iki tarafı da çürütüyor. Sömürülen de bağımsızlık mücadelesi verirken aslında evrenselci olamıyor hiçbir zaman, kabileci bir anlayışla hareket ediyor. Travmatik ilişkinin onda yol açtığı çürüme bu.
ÖM: Evet şiddete çok eğilim duyuyor. Sömürge olmaktan kurtulmaları bile bu şiddeti ortadan kaldırmıyor. Şiddet o topraklarda kalıcı oluyor, kök salıyor. Tabii bunda sorumluluk öncelikle sömürgecinin. Daha doğrusu, şiddet sömürgeciliğin kalıcı etkisi. Bu şiddetin altını çizmek anti-sömürgeci mücadeleyi kötülemek ve küçümsemek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Şiddetin nereden kaynaklandığına ve kimin tarafından başlatıldığına dikkat çekiyoruz. Fransızların, Cezayir halkının bağımsızlık taleplerine şiddetle karşılık vermeleri, bağımsızlık mücadelesinin şiddete başvurmasını kaçınılmaz kılmıştı.
HT: Kesinlikle öyle. Örneğin, Cezayir’de İslam fundamentalistlerinin yaptığı şiddetten söz ediyoruz ama Fransızların onlara yıllarca uygulamış oldukları bir şiddet var ve iktidara gelen İslamcı bir parti var. Seçimle iktidara gelmesini önlüyorsun. Cezayir’deki şiddetin köklerinde sömürgeciliğin etkisi var. Bunu söylemek; şiddeti onaylamak anlamına gelmiyor. Fakat o coğrafyadaki şiddetin, “İslamcı şiddet”in kaynaklarını, katolik kaynaklarını anlamak bakımından önemli.
ÖM: Cezayir’de İslamiyet ve ulusçuluk birleşmişti. Müslüman ulusçuluk.
HT: Az önce Albert Memmi’nin adını anmıştım. Kendisi Tunus doğumlu. Berberi ve Yahudi. Tunus’un kurtuluş savaşının ardından bağımsızlığını kazanmasından sonra bu kez İslami boyutu olan Arap milliyetçiliğinden ne kadar çektiğini anlatıyor anılarında. Şiddetin kök saldığı toplumlarda, kolay kolay özgürleşemediklerinin kanıtı olarak gösteriyor bunu.
ÖM: Evet çok vahim bir yara ve sorun tabii. Kolay kolay izleri silinebilecek bir şey değil.
HT: Rouch’un genelde filmlerinde yapmak istediği, kameranın yakaladığı gerçekliğin ve insan gözünün öznel gerçekliği arasında üçüncü bir gerçeklik biçimi yaratmaya çalışmak.. Ben ne yazık ki onun Afrika’da yaptığı filmleri seyretmedim.
ÖM: Ben de. Rouch’un belgeselciliğini tanımlamada kullanılan bir niteleme var, “cinema vérité” diye. Şunu söyleyeyim, “cinema vérité” nitelemesi de ilk kez az önce sözünü ettiğimiz “Bir Yazın Kroniği” başlıklı film için kullanılmıştı.
HT: Jean Rouch üzerine yapılmış bir belgesel izlemiştim Channel Four’da Daha doğrusu, üç Fransız belgeselci üzerine hazırlanmış bir diziydi. Bir bölüm Rouch’un sinemasına ayrılmıştı.. Diğer bölümlerde Chris Marker ve Claude Lanzmann’ın sinemaları inceleniyordu.
ÖM: Claude Lanzmann’ın o meşhur destansı filmi Shoah. burada yeni gösterildi. Lanzman’ın on bir yılda tamamladığı bir belgesel. Ben maalesef ne filmi izleyebildim, ne de onunla radyo için bir söyleşi yapabildim. Bazı şeyleri atlıyoruz, ne yapalım.
HT: Evet hayata bütünüyle yetişmek imkansız.
ÖM: Maalesef çok istediğim halde yapamadım.
HT: Az önce sözünü ettiğim belgeselde Jean Rouch filmleriyle neyi amaçladığını anlatıyordu. Genelde antropoloji, sosyoloji gibi disiplinlerin sömürgeciliğin hizmetinde olduğunu, bunların sömürgeciliği meşrulaştırdığını belirtiyor ve filmleriyle bu gerçeği göstermek istediğini söylüyordu. İlginç olan, benzer iddiaların Rouch’un kendi filmleri için de ileri sürülmüş olması. Sömürgeci ve sömürülen ilişkisinde bir karşıtlık var. Önceki programlarımızda Avrupa merkezcilikten, şarkiyatçılıktan söz ederken değinme olanağı bulmuştuk buna. “Uygar” ve “barbar”, “akıl” ve “akıldışı”, aklın rehberliğinde eyleyen beyaz adam ve içgüdüleriyle davranan siyah insan karşıtlıkları. Batılı beyaz insan, öteki olarak gördüğü, ötekileştirdiği insana her türlü olumsuzluğu yüklüyor. Kendini yüceltmesi, üstün sayması ve üstün görmesi açısından böyle yapması gerekiyor. Üstünlüğünü, tahakkümünü, sömürüsünü ancak bu yolla rasyonalize edebiliyor. Karşıtı olmadan, kendini var edemiyor. Sonuç olarak, yıllarca, yüz yıllarca sömürülen kişi de, hiçbir masum Avrupalı görmüyor karşısında, bütün Avrupa’nın imha edilmesi gerektiğini düşünüyor.
ÖM: Evet, kör bir duvar çekiliyor iki tarafın arasına, yani buna iletişim kopukluğu bile denemez. Onun ötesinde bir duvar, bir set çekiliyor yani.
HT: Albert Memmi’nin sömürülenin de çürümesinden kastettiği bu. Onun içinde büyüyen ve ayırım gözetmeyen nefret. Maruz kaldığı şiddetin etkisiyle, şiddeti her alanda başvurulabilecek bir araç olarak görmesi. Anti-sömürgeci mücadelelerin esas olarak evrenselci olması gerekir. Oysa, sömürülen içinde büyüyen nefret nedeniyle kabileci bir tavrı benimsiyor. Alberte Memmi’nin bu görüşlerini Jean Paul Sartre’ınkilere çok yakın. Sartre’ın Cezayir Savaşı’nda çok tutarlı bir tavrı var ve hatta bu konuda dostu Alberte Camus’yle çatışmaları var zaman zaman. Sartre da ırkçılığın, sömürgeciliğin, etkisi kuşaklar boyunca geçmeyecek bir zehir saçtığını söyler. “Genç insanları tıpkı Nazilerinkini çağrıştıran düşünceler uğruna savaşmaya yolluyoruz biz” der, Cezayir Savaşı sırasında. “Faşizme karşı savaşmış kuşaklar, şimdi kendi çocuklarına bu Nazilerinkine benzer düşünceleri aşılıyorlar ve onları masum Kuzey Afrikalı insanları öldürmeye gönderiyorlar” der. Bu bence çok doğru bir tespit.
ÖM: Çok önemli bir şey.
HT: Her ne kadar Edward Said, onu Filistin sorununu pek iyi anlamamış, Filistinliler’in çektikleri acıları kavrayamamış olmakla suçlasa da Sartre’ın Cezayir Savaşı’nda, çok tutarlı ve çok kararlı bir tavır almış olduğunu belirtelim.
ÖM: Bu iki tarafı birden çürütme olayını da en azından sömürülenler tarafından tamir edebilecek, onarabilecek yöntemlerden bir tanesi de, “Evrensel düşün yerel hareket et” mantık bağlantısını kurabilmek olmalı. “Evrensel düşün, yerel hareket et“ anlayışının, bu yaşanan deneyimlerden, kötü deneyimlerden çıkarılan bir ders olarak, günümüzde çok önemli bir düşünce tarzı olarak geliştiğini söyleyebiliriz.
HT: Memmi ve Sarte’ın sözün ettikleri çürüme, ya da kuşaklar boyu etkisi geçmeyen zehir nedeniyle, o toplumlarda bağımsızlık sonrasında demokrasinin yerleşmemesi arasında bir ilişkiden de söz edilebilir.
ÖM: Evet. En azından demokrasinin olgunlaşamamasının nedenleri arasında sayılabilir.
HT: Cezayir’de bağımsızlıktan sonra otoriter bir yönetim kuruldu.Tek parti yönetimi. FLN ( Ulusal Kurtuluş Cephesi) siyasi hayata hakim oldu. Kendi toplumu üzerinde şiddet uygulayan tek parti rejimi. Bütün bunlar sömürgeciliğin yol açtığı sonuçlar.
ÖM: Evet tam da onu kastetmiştim, “evrensel düşün yerel hareket et” düşüncesini yok ediyorlar. Cezayir örneğinde, ülkeyi otuz yıl yöneten bir parti var. Baskı ile yöneten, rüşvet alan, halkın yoksulluk içinde yaşamasına neden olan bir yönetim bu. Ayrıca biliyoruz ki, Cezayir tek örnek değil. Bir başka örnek, çok kısa bir süre önce Filistin’de Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesi olayı. Adamın terör işlerine karıştığı, emirlerini verdiği muhakkak, ancak böyle olsa da hesaplı kitaplı bir cinayetle ortadan kaldırılması kabul edilemez bir şey. Uri Avnery dile getirdiği bir tepkide, İsrail’in diplomasi ya da başka bir yolla çözülmesi mümkün olan bir çatışmayı, çözülemez bir noktaya taşıdığını söylüyordu. Bu örneği de bir coğrafyaya düşen şiddet tohumlarının nasıl büyüdüğünü göstermek bakımından anmak istedim. Filistin topraklarında, İsrail’in devlet terörü her türlü terörü büyütüyor. Barışı imkânsız hale getiriyor.
HT: Terörle mücadele değil söz konusu olan. Teröre karşı terörle misilleme aslında. Bir an için Filistinlilerin teröre başvurduklarını söyleyelim, yani İsrail’in resmi retoriğini kullanalım ve onlar için “terörist” diyelim. Bu durumda denklemin bir ucunda devlet terörü var, İsrail devletinin terörü. Asimetrik bir terör aslında, karşısındakinden çok daha güçlü. Amerika’dan bilmem kaç milyon Dolara aldığı silahlarla terör eylemlerine başvuran bir devlet var.
ÖM: İsrail’in sadece geçen yıl Amerika’dan toplam ne kadar silah ve yardım aldığını biliyor musun? Beş milyar Dolar, adam başına bin Dolarlık yardım alıyor. Ama benim asıl üzerinde durmaya çalıştığım mesele, Yasin’in katledilmesi olayının bu körleştirici sürecin tipik bir örneği olması.
HT: Doğru. Albert Memmi’nin düşüncelerinin bu günkü Filistin-İsrail çatışmasına uyarlanabileceğini söyleyenlerin sayısı da az değil.
ÖM: Sayısız örneği var aslında İran'da Şah’ın darbe yoluyla başa getirilmesi bu körcesine dini bir Humeyni olgusunu ortaya çıkarttı.
HT: Tam örnek olarak oturacak mı bilmiyorum. Vietnam’dan bir örnek vereyim. Vietnam’da ABD büyük bir şiddet uygulamıştı. Köyler yakılmış, Napalm bombalarıyla topraklar dövülmüş, sayısız sivil insan öldürülmüş ve sakat bırakılmıştı. Bütün bunların etkileri bugün de devam ediyor ve kuşaktan kuşağa geçiyor. Fakat maruz kalınan şiddetin daha az bilinen ya da az sözü edilen bir etkisi daha var. Vietnam toplumundaki ıslah kampları, bu kamplarda uygulanan şiddet. Buralarda da eski toplumun yoz unsurları, işbirlikçiler yeni sosyalist topluma kazandırılmak için sözde eğitiliyorlar. Topluma kazandırmak için garip bir şiddet uygulanıyor, Yani, buraları işkence kampları. Şah’ın devrilmesinden sonra İran’da da afyon bağımlılarını topluma kazandırmak için benzer kamplar kurulmuştu. Humeyni rejimi, devirdiği Şah rejiminin işkence yöntemlerini benimsemekte tereddüt etmedi.
ÖM: Evet Çin’de de çok işkenceler var, Komünist partisi uyguladı. “Son İmparator” filminde de vardı örnekleri. Şiddet sömürge döneminden bağımsızlık sonrasına da geçiyor, bulaşıyor, etkisini bırakıyor.
HT: Bir örnek daha verebilirim. Bu kez Filistin’den. Filistinlilerin mücadelesini destekliyoruz, evet onlar haklı, onlar mağdur ama Filistin toplumunda da bu şiddeti görüyorum ben.
ÖM: Tam da onu kastediyordum, Hamas’ın manevi önderi olduğu söylenen birinin öldürülmesi bu şiddeti büsbütün arttıracak. Filistin toplumu için de feci olacak sonuç.
HT: Bir haber filminde görmüştüm; halkın arasında uzun sopalarla dolaşan Filistin polisini. Rasgele vuruyordu. Sonra bir de işbirlikçi olduğu ileri sürülen bir Filistinlinin adil bir biçimde yargılanmadan, halkın önünde infaz edilişini gördüm bir başka haber filminde. İnfaza bütün halk katıldı, vahşice öldürüldü. Gerçekten işbirlikçi olup olmadığına bakılmaksızın, dehşet vericiydi.
ÖM: Dayak, şiddet kültürü gelişiyor tabii.
HT: Sömürgeciliğin her iki tarafı da yozlaştırdığını söylemiştim. Yozlaşmanın sonuçlarından biri kabilecilik ve ayırımcılık. Bu ezilenler arasında dayanışmayı engelliyor, şovenizme yol açıyor. Sömürülen açısından kendi dışındaki dünyaya açılma olanağını ortadan kaldırıyor. Metropoldeki aydın, sömürgeciliğe karşı olsa da sömürüleni anlayamıyor. Beri yandan,sömürülen de onu düşman olarak görüyor. ”Metropolde yaşıyor, o halde diğer sömürgecilerden hiç farkı yok” mantığıyla düşünüyor. Her iki taraf da uzun süre birbirlerini anlayamıyorlar. Buna da tam oturacak bir örnek mi bilmiyorum; Andre Gide "Dünya Nimetleri"ni 1890’larda yazmış olmalı, çok genç o zaman. Kitabını yazdığı sıralarda, tüberkülozdan dolayı uzun süre yataktan kalkamamış, kalktıktan sonra hayatı heyecan ve coşkuyla kucaklamış. Kuzey Afrika’nın büyüsünü ve o coğrafyadaki kösnüllüğü keşfetmiş. “Dünya Nimetleri”nde aileleri çocukların mutluluğunu çalmakla suçlar. Genç insanlara eve bağlı kalmamalarını, aile bağlarından kurtulmalarını söyler büyük bir coşkuyla. Andre Gide özgürlüğün tadına vardığı o toprakların sömürge olduğunun, oralarda yaşayan insanların özgür olmadıklarının farkında bile değildir.. Halbuki ilerici bir yazardır. Sömüren ve sömürülen ilişkisi olduğunu görememiş. Orada kendisi özgürlük ateşiyle yanıyor, ama o topraklardaki insanların özgür olmadıklarını göremiyor.. Ancak taa 1890’dan 1925’e uzanan uzun bir zamanın sonunda. Kongo yolculuğunda anlıyor, sömürgeciliği o zaman görebiliyor. Gide gibi duyarlı bir yazar dahi başkalarını anlayamıyor.
ÖM: Evet, tanıma konusuna geliyoruz yeniden galiba. Bir süre önce işlediğimiz bir konuydu, Axel Honneth’in görüşlerini özetlemiştik.
HT: Doğru. Albert Memmi’nin dikkat çektiği bir şey var; pek çok Frankofon yazardan söz ediyor, Tunuslu, Cezayirli olsun, ülkeleri bağımsızlığına kavuştuktan sonra dahi Fransızca yazmakta ısrar eden yazarlardan söz ediyor. Cezayir toplumu 1962’de bağımsızlığını kazandığında %85’i Arapça okuyamıyor, Fransızca konuşabiliyorlar ama Arapça okumayı bilmiyorlar. Sömürgeciliğin yarattığı bu durum karşısında Cezayirli yazarların büyük bir kısmı “nasılsa beni burada okumayacaklar ben de Fransızca yazayım” diyor. Albert Memmi bu durumu “linguistik kırılma” ve “linguisatik dram” kavramlarıyla karşılıyor.
ÖM: İçsel bir kırılma evet.
HT: Albert Memmi’nin adı çok haklı olarak Franz Fanon ile yan yana anılıyor ve yapıtları post-kolonialist araştırmalardavazgeçilmez sayılıyor.. Albert Memmi’nin kitabı Sömüren ve Sömürülen Türkçe'ye çevrilmiş. Albert Memmi’nin kitabını piyasada bulamadım, küçük bir yayınevi çevirmiş ve piyasada bulunduğunu sanmıyorum. Post-kolonionist araştırmalar üzerine çok kapsamlı bir derleme var, Fanon ve Memmi’nin yapıtlarından bölümlere yer verilmiş. Burada Franz Fanon’un işaret ettiği bir şey var; siyah insan Avrupalının bilinçaltında doğmuştur. Avrupalı beyaz insan, siyahı kötülükle, her türlü kötülükle özdeşleştirmiştir. Bu, Sartre’in “Yahudiliği anti-semitizm yaratmıştır “ savına benzeyen bir düşünce..
Demin, Albert Memmi’nin bazı Cezayirli yazarların Fransızca yazmalarını “linguistik kırılma” olarak nitelediğini belirtmiştim. Franz Fanon bunu kaçış yollarından biri sayıyor. Sömürgecinin dilini konuşmak, hayatını bu dilin üzerine kurmak, sömürülenin siyahlığından kaçması, beyazlaşmaya çalışması. Ten rengini açmaya çalışmak gibi bir şey. Pop dünyasında Michael Jackson’ın yaptığına benzer bir şeyi yapmak.
Kuzey Afrikalı Fransızca öğrenir, Fransızca konuşur, Fransızca yazar. Böylelikle yüzüne bir maske takmış olur. Şimdi durup burada şunu söyleyebiliriz; Eğer yüzünde bir maske varsa karşı tarafça kolay kolay tanınması mümkün değil. Sömürülen insan kendi yüzüne maske takıyorsa o zaman onu görmek de, tanımak da mümkün olamaz..
ÖM: Afrika ritüellerinde kullanılan maskelerden çok farklı bir maske burada söz konusu olan. Beyaza özenmek, onu taklit etmek anlamında. Beyaz sömürgeciyi taklit eden siyah insan o maskeyle gülünçleşiyor aslında.
HT: Beyazı taklit ederek sahiciliğinden kaçıyor siyahlar, ama sonuçta efendisi yüzüne taktığı o maskeyle onu bir maymun olarak görüyor. Kendini beyaza benzetirsen akıllı bir maymunsun, yapamazsan beceriksizsin. Her iki durumda da gülünç olmaktan kurtulamıyorsun böyle bir taklitte. Franz Fanon ve bir ölçüde Albert Memmi, siyahların sahiciliğine kavuşmalarının gereğinden söz ediyorlar. Fanon Martinik asıllı. Fransız vatandaşlığını kazanmış olmasına karşın bundan vazgeçiyor, Cezayirli oluyor. Cezayir‘in bağımsızlık Savaşı’nda bir sahra hasta hanesinde çalışıyor. Fanon’un peçe üzerine yazdığı bir yazı var o tarihlerde, Cezayirli kadınların peçe takmakta ısrar etmelerinin sömürgeciliğe karşı bir direniş biçimi olduğunu anımsatıyor. Aslında peçe bir gelenek ve bütün gelenekler sınırlayıcı ve hatta, tutsak edici olabiliyorlar.
Ama bağımsızlık mücadelesinin içerisinde peçe geleneği farklı anlam kazanıyor. Cezayirli kadınlar bağımsızlık mücadelesi sırasında.bazen peçelerinden kurtulabiliyorlar. Fransızların aralarına sızabilmek için, kendilerinden şüphelenmesinler diye peçe takmadıkları durumlar, zamanlar da olabiliyor. Franz Fanon’a göre bağımsızlık mücadelesi, onları peçe takmak ya da takmamak konusunda özgürleştiriyor. Fanon’un radyoyla ilgili bir savı da var. Cezayirliler radyodan genellikle uzak duruyorlar, çünkü her açtıklarında Fransızca duyuyorlar radyoda, lanetli bir ses sesleniyor oradan; ama bağımsızlık mücadelesi sırasında, mücadeleyi yürütenlerin mesajlarını alıyorlar radyodan, o zaman radyoya yakınlaşıyor Cezayir halkı. Batı’dan gelen teknolojiye karşı tutumları değişiyor aslında. %85 okuma yazma bilmeyen halk için radyo birden önem kazanıyor, bağımsızlık mücadelesini yürütenlerin seslerini dinliyorlar radyoda. Fanon’un peçe konusunda söylemiş olduklarından kalkarak şunu söyleyebiliriz belki; Fransa’da yaşayan Kuzey Afrikalıların, en azından bunların bir kısmının, türban konusunda böyle bir duyarlılıkları var, yani, Fanon’un da değindiği sömürge döneminden gelen bir duyarlılık var. Kendilerine bir şeyin empoze edilmesine, zorla benimsetilmesine, şiddete dayalı bir modernleştirmeye karşı çıkıyorlar.
ÖM: Fanon’un söyledigi doğru olabilir. Peçe sömürgeciliğe, Batılı sömürgecilere karşı direnişin bir simgesi olabilir, modernleşmeye karşı geleneğin yükseltilmesi. Ancak, gelenekler, töreler dar kalıpların, sığ dünyaların içine hapsedici de olabilirler.
HT: İngiliz Özgür Sineması’ndan yola çıktık. İki ay önce yitirdiğimiz Jean Rouch’u andık. Onun “Bir Yazın Kroniği” adlı filmi dolayımında, Albert Memmi ve Fanon’un sömürgeci ve sömüren ilişkisi konusundaki görüşlerine değindik.. Bağımsızlık Savaşı sırasında Cezayir’de “cihat” sözcüğü anti-emperyalist bir mücadele anlamına geliyordu. Fransızlar, Kuzey Afrika halklarına uyguladıkları şiddet ve yaptıkları yıkımlarla asla yüzleşmek istemiyorlar . Hatta Bağımsızlık Savaşı sona erdikten sonra da gizli örgütler Cezayir halkının önderlerine, Bağımsızlık Savaşı’nın önemli isimlerine karşı suikastlar düzenliyorlar.
ÖM: Derin devletin operasyonları.
HT: Cezayir halkı böylesine yoğun bir şiddete karşı örgütlendi. Açık ya da gizli şiddete karşı şiddetle karşı koymaktan başka çareleri yoktu. Karşı şiddetin kaçınılmaz olduğunu söylemek, şiddetin yol açtığı sonuçları olumlu bulmak ve onaylamak anlamına gelmiyor kuşkusuz.. Bu süreçte pek çok dinsel motif, sembol ve söylence sömürgecilerin askeri ve kültürel baskısına karşı bir panzehir işlevi görüyor.. Fanon’un peçe hakkında söylediklerini bu bağlamda ele almak gerektiği kanısındayım. İslami söylem ve semboller, Kuzey Afrika’nın sömürülen halkları için direnişi ifade ediyor. Bunun örneklerini başka coğrafyalarda ve inançlarda da görmek mümkün. Örneğin Karayipler’deki Haiti büyüsü mesela, voodo.. Katolik dinine karşı, Katolik dininin törenlerine karşı voodo ayinleri bir alternatif olarak görülüyordu ve bu ayinlerde kendinden geçen insanlar, hiç beklenmedik bir anda karışıklık yaratabiliyor, kaosun aktörleri olabiliyorlardı. Onları izleyen Karayiplileri de isyana sevk edebiliyorlardı. Zaman zaman yasaklanmasının nedeni de bu. Bugün artık bu özelliğinden çok uzak, turistik bir gösteri haline gelmiş.. Fakat geçmişte voodo ayinleri, Afrika büyüsü, anti- sömürgeci bir özellik taşıyordu.
ÖM: Hıristiyan Batı’ya karşı pagan direniş. O ritüellerde kullanılan maske, sömürgecileri korkutmak için kullanılıyor bir bakıma. Tabii doğadaki varlıklarla, kutsal kabul edilen kimi hayvanlarla, doğaüstü güçlerle, ataların ruhlarıyla temas etmek, onlara yakınlaşmak düşüncesi de var.
HT: Az önce “linguistik sapma”dan, “linguistik dram”dan söz etmiştik. Albert Memmi’nin kendi dilleriyle yazmak yerine, Fransızca yazmayı tercih eden yazarları , sömürge entelektüellerini eleştirdiğini belirtmiştik. Sömürgecilerin yerleştirmeye çalıştığı eğitim sistemi de, örtülü veya açık, buna zorluyor aslında, bunu amaçlıyor. Kendi dilin yoksa kendi tarihini de yazamazsın. Sömürgeci tarihin dışına, beyaz tarihin dışına çıkılmasını elbette ki istemiyor sömürgeciler. Sömürgedeki egzotik ötekini tarihin dışına atıyor. Bir başka anlatımla, kendi mitini kurarken, beyaz mitolojiyi inşa ederken siyahı ötekileştiriyor. Siyah adamın dilini gasp ediyor, onu belleksizleştiriyor. Böylelikle onun kendi tarihini yazmasını, kendi öyküsünü yazmasını engellemeye çalışıyor.
ÖM: Evet, bellek baskıya karşı mücadele etmekte çok önemli. Baskı ve sömürü dolu geçmişi hatırlamak, bağışlanmaması gerekeni unutmamak, esaretten kurtulmak bakımından yaşamsal önemde. Batılılar yaptıkları onca kıyımı, döktükleri onca kanı unutturmak istiyorlar. Bunları anlatan bir tarihin yazılmasını istemiyorlar.
Jean Rouch’un Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında yaptığı bir filmden kalkarak taa nerelere kadar gittik, bütün kıtaları da dolaştık. Bitirmenin de zamanı geldi galiba, Hepinize günaydın!.
(26 Mart 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)