Cry for you!*

-
Aa
+
a
a
a

“Futbol, sadece bir ölüm kalım mücadelesi değildir, ondan da öte bir şeydir!...” Mesele, garip bir Anglosakson güzellemesiyle, Liverpool’un efsanevi menajeri Bill Shankly tarafından, tabii ki birazcık da abartılarak (belki de abartılmayarak) böyle özetlenmiş. Bu cümle, özellikle muassır medeniyet seviyesine ulaşmakta, tedbiri ve kontrolü elden bırakmama gayretiyle sürekli şerit ihlali yapan memleket sathında nasıl tezahür ederdi acaba? Kısa bir hafıza yoklaması ve camialardan (kulüp açıklamaları, tezahüratlar, taraftarlar, medyadaki silahşörlerden) yükselen çığlıkların analizi, bizlerin efsanevi bir menajer olmaksızın da gerekli cevabı bulabileceğimizi gösterecektir. Shankly’nin bahsettiği ölümden öte olan şeyin ne olduğunu kesin olarak kestiremesek de, hiç de o kadar zor olmayan bir başka kestirme, bu bağlamda, nefesini ensemizde acil olarak hissettirmektedir. Daha doğrusu hissettirmelidir.

Herkesin anlayacağı bir dilde söylenirse, futbol onbirerden iki farklı ekip tarafından 90 dakika boyunca yeşil, aynı zamanda çim olan bir zemin üzerinde oynanır (ve genelde bu çimin yer aldığı tek yer futbolcularının oynadığı düz zeminin üstüdür. Eğer başka yerlerde de görürseniz, kıllanmaktan ve alınganlıktan başka şansınız yoktur, ki bu yeşilliğe bir de tezek ve çürük yumurta eşlik ediyorsa) [1] . Lakin 90 dakika sürüp, bir sezon boyunca her hafta tekrarlanan bu oyun
-ki eğer boynunuzdan büyük işlere kalkışıp da, elin Avrupalısına kafa tutup, başınıza bir de çarşamba işi çıkarmazsanız- etkileri ve ektikleri itibariyle aralıksız sürer. Ne memleket stresi, ne iş stresi! Ne aile problemi. O sadece iyi gün dostu değil, aynı zamanda kötü gün huzurudur. Fakat bir de öyle bir gün vardır ki, öncesinde mide salgılarınızın ritmini bozan, kafanıza ne iş, ne aşk, ne okul ne de başka bir şey sokan, çenenizde teknik, taktik, tarih bilginizinin sınandığı, bağırsaklarınıza denizci düğümleri atan, maç sonu netice itibariyle de, ya yerin dibine ya da zevkin dikine geçtiğiniz, gün. Derbiler! Onlar onbir ayın sultanı olmasalar da, tüm sezonun sultanlarıdırlar. Ama bir de Feneğ-Gassaray maçları vardır ki, alın size Kadir gecesi!

Eski çağ savaşları gibi

Derby, (ki Fenerbahçe-Galatasaray maçını kastetmekteyim) iyi bir taraftarın tüm sezonun dışında (isterseniz UEFA şampiyonu olun) tüm sinirlerinin, mantığının ve sevgisinin test edildiği andır. Çünkü “etek giymekten”, “kel gezmeye”, “cebinizin boşalmasından”, el cümle haysiyetinizle oynanmaya varacak kadar sonuçları olan ve sizin neticede zerre kadar katkınızın olmadığı traji-komik bir savaştır. Eski çağ savaşları gibi ordunun en güçlüsü savaşır, o kazanırsa, siz de kazanırsınız, kaybederlerse siz de kaybedersiniz. Hele bir de seyirci olmaya alışmış bir toplumla aynı sahada top koşturuyorsanız, bu oyun size hiç yabancı gelmez. Birileri oynar, sonucu size batar. Bir kere sözleşme imzalanmıştır, mesele ciddidir, burası Türkiyedir, taraftar olmuşsunuzdur, yok öyledir!

Ve bu memlekette derb(y)i denince futbol maçı dışında akla gelen diğer çağrışım, Ali adlı fişek kardeşimizin ru’yi mu’larını derdest etmede tercih ettiği yüzde yüz memleket jiletidir (derby). Ve sanki, ve şiddetle (ve maalesef) umarız ki bundan sonra derby dendiği zaman aklımıza, futbol yerine Ali, Ahmet, Mehmet isimli (sarı-lacivert-kırmızı kuşaklı) kardeşlerimizin ru’yi mu’lar [2] yerine birbirlerinin kıllarını ve başka yerlerini kesmeye olan gayretkeşliklerinde, tercih ettikleri yüzde yüz memleket jiletli stat önü çok katılımcı iç-çağ savaşları gelmez. Ali’nin gelmesi, topu atması ve tutmasının dışında onsekiz içinde yapacağı her türlü hareketin de “on kusurlu” hareketten biri sayılacağı ve memleketin başına iş açacağı sorumluluğunda olması herhalde hepimizin en ulvi isteği olmalıdır. (Her ne kadar bu isteğimizin, korner köşesine kadar gelir, korner atmak gibi hayati bir tehlikeye soyunmuş (!) deplasman oyuncusunun maruz kalacağı muameleden faklı bir şey görmeyeceğimizi bilsek de.)

Nefret tazzikleyen ülser nedeni zırvaları

Lakin biz böyle kendi hallerimizde, sıcak evlerimizde, nispeten marjinal-izole muhabbetlerimizde ulvi isteklerle meşgul olurken, elin bir kaç kendini bilmezi (mahallemizin söylemi, memleket kurtaran şaban tespiti), kulüp yöneticisi (ruhbanlar), medyası (engizisyon), kolluk kuvveti (alanlarda Goliath, maçlarda sırt üstü yat) ve diğer katılımcılar, sessiz sinemacılar! topu topu 90 dakika olan ve normal şartlar altında o vakitten sonra sırf çene ve mimik yorması gereken bu eyleşmeyi, el-cümle ağılaştırmaya teşneler. Ve tüm zamanların en ünlü seyir üstadı Futbol Federasyonu hakemleri ve gözlemcileriyle, kaybolan orta-oyunu geleneğimizi canladırmakla meşguller. Ve bize yine hasretler, bize yine kasvetler. Artık bilmem kaçıncı ekranlarda memleket psikologlarının, sosyal bilimcilerinin çenesini yoran şiddet muhabbetleri, aynı günde başka bir haberde öğrenciler YÖK münasebetiyle sokak ortasında derdest edilirken, salya-sümük karşısındakine sırf başka takımı tutuyor diye saldırana yapılan hassas ve kırılgan kolluk muamelesi vesilesiyle yapılan çifte standart yorumları, ne olacak bu halimizler, bizden adam olmazlar, dünyaya rezil oluyoruzlar! Bunlardan daha beteri, fırsat bu fırsat “oyna da oyna yakışır sana” eyyamlı son dönem münevver futbol büyüklerimizin, ekranlar ve gazeteler vasıtasıyla her Türk evladının evine ve bilincine girerek bir sonraki karşılaşmaya nefret tazzikleyen ülser nedeni zırvaları!

Oooofff, ooooffff!.....

Bu topraklar kendi çocuklarını sudan bahanelerle birbirine düşürmek, kırdırmak ve nefret ettirmekte nasıl bu kadar yaratıcı ve mazhar olabiliyor? Aynı anda hem kendisiyle bu hazda nefretleştirken, misafirliğe gelenler için de nasıl yapabiliyor “şöyle ortaya büyük bir kıyamet salatası?” Onca acıya, yıkıma ve tahribata neden olan deprem musibetiyle, hiç beklenmedik bir anda 7 küsurluk musibetten “hu hu komşu komşu”lu muhabetlerin doğması vesilesiyle içimizi ısınmaya, özlemimiz soğumaya başlamışken, nasıl bir içgüdü beşyüz küsur sene önce fethedilmiş bir kenti tekrar feth ettirebiliyordu bilinç fayları kırıklara? Ve onlar da ne güzel buluyorları anında simultane çevirilerini karşı tribünlerde! Adları bile kendilerinin kaldıramayacağı ve taşıyamayacağı kadar karanlık ve karmaşık olanlar... Hangi meşruiyetle ve inayet bilmezlikle, “Senin için ölürüm”ü (die for you), “Senin için öldürürüm”lü (kill for you) yaşamın en korkutucu kavramlarının kokusunu salabiliyorlar havaya, pankartların altında pankartlardan karanlık imzalarda? Nasıl hızlı, nasıl atik ve yaratıcı! olabiliyorlar bir anda, şiddet tanrısının düşman çocukları, nasıl üretebiliyorlar kendisinden önce üretilmişinin daha sadist-mazoşist, vandal versiyonlarını! Abileri, yöneticileri yukarılarda kendi sahalarını tamamen cehenneme çevirmek konusunda birbiri ardına patlayan kararlar alıp bir sonraki hamleleriyle eski yaptıklarına ve olanlara rahmet okurlarken... Hiç mi yanmıyor vicdanları, bilinçleri misafirleri kendi evlerinde yanarken? Yoksa içleri mi dışarı çıkıyor her demeçlerinde, “mekanları cehennem olsun!”lu söylencenin en usturuplu biçimli ifadelerinde?

Ooooofffffffffff ooooffffff!...

Ne kadar uzuyor değil mi, gün geçtikçe “of” çekişlerimizdeki f 'lerin sayısı!

Karabasan her koldan kendini geliştirmek, yerleştirmek, üretmek ve yeniden üretmekle meşgul. Yaşam, sahanın her yerinden abanıyor kalemize. Biraz daha sessiz-sakin, huzurlu ve namuslu geçinip gitmek isteyenlere doksandan şandelliyor . Albert Camus ahlak adına öğrendiği her şeyi futbolda görürken, bunu da topun nereden geleceğini tahmin edememesine bağlıyordu. Tarihin ve coğrafyanın şimdiki ve bu tarafında ise bizler, ahlaksızlık adına her şeyin yansımasını en güzel futbolda görüyoruz, çünkü topun nerelerden geldiğini biliyoruz, ve kimler tarafından atıldığını da!

Gelmez mi ki acep Kral Metin, tekrar buralara, şöyle gerilip vurmaz mı ki kalelerine, delmez mi ki ağlarını? Sonra koşmaz mı ki, yanımıza golünü kutlamak için?

Ah Metin Oktay, gelsen de tekrar “Sayı yapsan!” şunlara !!!!

Ve bir muhtemel bir derbi yazısı da ne yazık ki ve tabii ki futbol konuşmadan, isim vermeden, yıldız döşenmeden birinci perdesini kapamak zorunda kalıyor. Ama burda bitmeyecek, lakin söylenecek daha bir çok söz var. Yani elimizde olan, bize ait henüz kimsenin stada girmesine karışmadığı sözümüz!.

[*] Statlarımızda görülen “Kill for you” ve “Die for you” imzalı hezeyanlar vesilesiyle. Hem futbolsever, hem taraftar hem de rakibiyle beraber yanyana, tuttukları takımın rengiyle (hem de statta) maç izleme ütopyasını taşıyan bir taraftarın, zamanın ve memleket futbolunun karabasanlarının yaşattığı son kara film vesilesiyle, kendi pankartıma “memleket futbolu” için attığım imza.

[1] 6 Mayıs 2001’de Fenerbahçe-Galatasaray derbi karşılaşması öncesi Kadıköy’de Şükrü Saraçoğlu stadında, Galatasaraylı taraftarlar stada girip de kendilerine ayrılan bölüme duhul ettiklerinde, oturma yerlerinin üstünde kırılmış yumurta, at tezeği ve ot yığınlarıyla karşılaşırlar [2] Ru-yi mu : Yüz kılı..