3 Eylül 2002The Guardian
Şirketlerin dünya zirvesindeki vaadleri boş çıkacak gibi görünüyor
Yarın, temizleyiciler Johannesburg’da Sandton Merkezi’ne geldikleri zaman, BM dünya zirvesinin enkazından birşeyler kurtarıldığını iddia edecek. Hükumetler olmayabilir, ama büyük iş çevreleri birşeyler kurtardı. Dünyanın en büyük şirketleri, BM’nin de inayetiyle, bir dizi “ortaklık anlaşmaları”na -söz konusu şirketlere çevreyi koruma ve insan haklarını savunma zorunluluğu getiren gönüllü taahhütler- vardılar. Bunlar, zirvenin resmi sonuçları olarak kayda geçecek. Bu anlaşmalar, diyorlar, insan haklarını ve çevreyi korumak için uluslararası hukuka gerek olmadığını gösterecektir. Hükumetlerin de bu görüşü paylaştığı anlaşılıyor; gezegenin kurtuluşu konusunda bu kadar rahat görünmelerinin bir sebebi de bu olabilir: dünya vaadlerle kurtarılabilecekse yasa yapmanın ne gereği var?
Bu arada, tam da şirket yöneticileri birbirlerini tebrik ederlerken, yeni bir rapordan ortaklık anlaşmalarının hiçbir kıymetlerinin olmadığı anlaşılıyor. “Şirketlerin toplumsal sorumluluğu” hususuyla en açıkça bağdaştırılan, yeni ortaklıklardan birini başlatmış bulunan ve zirvedeki anahtar etkinliklerden bir kısmının sponsorluğunu yapan bir şirketin, söylediği ile yaptığının birbirine uymadığı görülüyor.
Financial Times tarafından yapılan bir araştırmada, BP’nin (British Petrol) ismi, şirketin çevresel siciline bakılarak kamu alanına en çok saygı gösteren firma olarak anıldı. Söz konusu enerji şirketi operasyonlarını bir dizi katı “iş politikaları”na göre yürüttüğünü, bunun kendisini “dünyada iyilik adına bir güç” haline getirdiğini iddia ediyor. BP, deniyor politikalar uyarınca, “hukukun üstünlüğü”ne saygı duyacak, “temel insan haklarını ve özgürlükler”i savunacak, “yaptıklarımız için hesap verebilir konumda bulunacak” ve “bizim adımıza bu taahhütlerle çelişkili işler yapacak ortaklar seçmeyecektir”. Şirket, çevresel ve toplumsal raporunda, iyi uygulamaya örnek olarak da Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesine hazırlık olarak “başlıca hisse sahiplerine danışma uygulaması”nın gerçekleştirildiğini ifade ediyor.
Geçen hafta, çevre ve insan hakları gruplarından oluşan uluslararası bir koalisyon, boru hattı güzergahı boyunca gerçekleştirdikleri hakikat-bulma araştırmalarının sonuçlarını yayımladı. Rapora bakılırsa, iyi uygulama için bir model olmak bir tarafa, BP’nin vitrin projesi hem kendi taahhütlerini, hem de şirket yöneticilerinin Johannesburg’da verdikleri vaadleri ortadan kaldırıyor ve dünyayı kurtarmak konusunda tröstlere güvenebileceğimizi hayal edenlerin kendilerini aldattıklarını ima ediyor.
İnşasına Aralık ayında başlanması beklenen boru hattı Hazar Denizi’nden başlayacak, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’den geçerek Akdeniz’e ulaşacak. Hattın günde bir milyon varil ham petrol taşıması planlanıyor. Dünyadaki en önemli enerji projelerinden biri olarak boru hattı, Türkiye’nin batının anahtar durumundaki stratejik müttefiki olma konumunu da güçlendirecek. Hattın Türkiye’den geçen 1000 kilometrelik kısmı, BP başkanlığındaki petrol firmaları konsorsiyumu adına, Türk firması Botaş tarafından inşa edilecek.
BP’nin yapıldığını gururla ifade ettiği “başlıca hisse sahiplerine danışma uygulaması”ndan sorumlu olan Botaş, “bütün hisse sahiplerine” malumat verdiğini, boru hattı güzergahı üzerinde bulunan bütün köylere ve bu inşaattan etkilenebilecek hemen herkese danıştığını belirtiyor. Ancak, çevre ve insan hakları gruplarının araştırmalarının Türkiye ile ilgili kısmına bakılırsa bu iddialar doğru değil.
Hakikat-bulma misyonu, Botaş’ın danışıldığını belirttiği sekiz köyü ziyaret etti. Bu köylerden dördüyle hiç temas kurulmadığı anlaşıldı. Misyonun raporunda, Botaş tarafından “telefonla danışıldığı” söylenen Hacıbayram köyünün bir fotoğrafı var. Evlerin, moloz yığınlarından hallice oldukları dikkat çekiyor: bütün köy seneler önce terk edilmiş. Telefon yok.
Müzakere ve istişareler de, anlaşıldığı kadarıyla, rıza imali (Noam Chomsky’nin ‘manufacturing consent’ ifadesine ve kitabına gönderme -tefrikacılarınız) için tasarlanmış. Botaş’ın ziyaret ettiği insanlara boru hattının faydalarının neler olabileceği konusunda ne hissettikleri sorulmuş da potansiyel maliyetler hakkında hiç soru sorulmamış. Botaş, “üniversite profesörleri” getirmiş ve onlar da köylülere projenin hiçbir güvenlik ve çevre riski barındırmadığını anlatmışlar -ki doğru değil. İstişare için hazırlanan soru formunda, boru hattının, ülke için “büyük ekonomik ve stratejik önemi bulunan” bir hükumet projesi olduğu belirtiliyor. Güzergah üzerindeki insanlar (bir kısmı da Kürtlerden oluşuyor) bunu muhtemelen konuşurlarsa canlarının sıkılacağına ilişkin örtülü bir uyarı olarak algılamış da olabilirler. Hakikat-bulma misyonu bile polis tarafından durdurulup sorgulanmış.
Boru hattı inşaatı evleri, tarlaları ve yolları tahrip edecek ve pek çok insanın geçimliğine zarar verecek, ama muhtemelen ancak küçük bir kesim kayıpları için tazminata hak kazanabilecek. Güzergah üzerindeki toprakların büyük bir bölümünün resmi kaydı bulunmuyor ya da bu topraklar ölmüş insanların üzerine kayıtlı bulunuyor. BP’nin ortağı, köylülere sadece resmi kaydı olanlar için tazminat ödeneceğini belirtmiş. Hattın ucuna inşa edilecek tanker limanından etkilenecek balıkçı toplulukları içinse herhangi bir tazminat önerilmemiş bulunuyor.
Bu tür ihlaller petrol sanayisinde senelerdir çok yaygın olarak görülen uygulamalardır, ancak BP’nin projesinde asıl yeni ve şaşırtıcı olan petrol şirketleri ile Türk hükumeti arasında yapılan ve bir kopyası da hakikat-bulma komisyonu tarafından elde edilen kontrattır. Bırakınız “hesap verebilir” bir firmanın başını çektiği örnek bir proje olmayı, söz konusu kontrat Bakü-Ceyhan boru hattının şirket dokunulmazlığı ve tahakkümü konusunda yeni standartlara yol açıyor. Boru hattının “ev sahibi ülke anlaşması”, şirketlerin icra gücünü hükumetin üzerinde kabul etmektedir.
Kontrat, anayasa dışında Türkiye’deki bütün yasalardan daha öncelikli durumda bulunuyor. Bu da, petrol şirketlerinin gerek Türk hukukundaki, gerek uluslararası hukukta meydana gelebilecek bütün değişikliklerden muaf tutulmasını sağlıyor: şayet, örneğin, yeni vergiler ya da çevre, sağlık veya güvenlik kuralları getirilirse bile anlaşmanın önceliği bulunuyor. Esasen bu anlaşma, konsonsiyumu korumak adına Türkiye’yi uluslararası hukukun etrafından dolaşmaya zorluyor. Bu arada, BP de petrol taşmalarından ya da projenin diğer etkilerinden zarar görecek olanlara tazminat ödeme sürecinden yasal olarak muaf tutuluyor. Türkiye, güvenlik kuvvetlerinin “sivil kökenli sorunlar”a karşı konsorsiyumu savunacağını vaad etmesine rağmen anlaşmada hükumet için de, şirketler için de insan haklarına saygı gösterilmesine yönelik bağlayıcı bir madde yok. BP kontratı dilediği zaman feshedebiliyor. Türkiye ise hayır.
Başka bir ifadeyle, BP ile ortaklarının yapmış olduğu, şirket hakları için beş sene önce hükumetler ile şirketler arasında gizlice hazırlanan, ancak büyük uluslararası tepki nedeniyle geri çekilen çok taraflı yatırım anlaşmasıyla (MAI: Multilateral Agreement on Investment) aynı etkiyi taşıyacak bir kontrat yapılmasını sağlamaktır. Johannesburg’da kendini şirket sorumluluğunun numunesi olarak gösteren, hukukun üstünlüğüne saygı duyacağını ve yaptıkları için “hesap verebilir” konumda bulunacağını vaad eden şirket, etkin demokratik denetimden yalıtmıştır kendini.
Eğer -büyük şirketler arasında çevresel ve toplumsal anlamda en fazla sorumluluk sahibi olduğu müşterek kabul gören- BP bu kurallarla oynamaya hazırlanıyorsa Johannesburg’da büyük şirketler tarafından verilen sözlere neden inanmamız gerektiğini anlamak güç. Şirketler alabildiklerini alacaklar: kârlılık ile çevre ya da insan hakları konusunda bir çelişki ortaya çıkarsa kâr önce gelecektir. Gönüllü anlaşmalar, burda da görüldüğü gibi, işe yaramayacaktır kısacası. Büyük iş dünyası insan haklarını ve çevreyi sadece buna zorlandığı zaman korur.
Çeviren: Şerif Erol