Bir Zamanlar Amerika, Bir Zamanlar Caz

-
Aa
+
a
a
a

 

Açık Radyo nasıl, ne zaman girdi hayatıma bunu anı anına anımsamıyorum. Ancak, onun çocukluğumun o pek zengin düşsel dünyası olan radyoyu bana yeniden armağan ettiği ve müzikten edebiyata, Latin Amerika'dan şu şehr-i İstanbul'a onlarca farklı konu, yer ve insan hakkında bende onulmaz bir merak ve öğrenme açlığı uyandırdığı düşünülürse, bunun bir önemi de kalmıyor. İşte şimdi, durulmak yerine her gün biraz daha azan bu merak ve öğrenme açlığının ufak tefek meyvelerini diğer Açık Radyo dinleyicileri ve bu sitenin okurlarıyla da paylaşma zamanıdır. Açık Radyo emekçilerinden aldıklarımı, alçak gönüllü ve dünyaya, insanın ürettiği ne varsa ona gönül açan yazılarla geri verme zamanıdır. Bu yazılarda neler olacak? Bilhassa Afrika, bilhassa müzik, Nijerya-Mali-Etiyopya, Fela Kuti-Bassekou Kouyate-Mulatu Astatke, Afrobeat-Caz-Funk olacak. Kimi zaman da okunan bir kitap, gidilen bir seminer ve bilhassa Filistin-İsrail meselesi gibi siyasi-vicdani meseleler ve kimbilir daha neler olacak. Bu ilk yazıyı, daha önce kendisiyle bir mülakat yapma mutluluğuna da eriştiğim, Gilad Atzmon'un pek yenilerde dinleyici karşısına çıkan son albümüne ayırdım.

Gidenler de bilir, orada hiç bulunmamışlar da... Binbir yüzlüdür Amerika. Daha yarım asır öncesine kadar siyahilerin ve beyazların farklı okullarda okudukları, siyahilerin otobüslerde beyazlara yer vermek zorunda olduğu yer de Amerika'dır, sokaklarını, kentlerini özgürlük ve eşitlik inancıyla dolduran Martin Luther  King'lerin, dünyayı değiştirmeye niyetli radikal öğrenci ve gençlik hareketlerinin memleketi de. En basma kalıp, pop şarkılarını gezegenimizin kulaklarına fısıldayan da odur, müziği geri dönülmez biçimde değiştiren Charlie Parker'ı, Miles Davis'i kucağında büyüten de o. Tüm dünyaya ölüm ve yoksulluk saçan silah ve petrol lobilerinin, genetiği değiştirilmiş ürün pazarlayan dev gıda kartellerinin çoğunun vatanı da Amerika'dır, Filistinli bir ailenin evinin yıkılmasını engellemek için Amerikan yapımı İsrail buldozerinin önüne dikilen ve bunu hayatıyla ödeyen Rachel Corrie'nin ülkesi de.

Zamanımızın en yaratıcı ve politik caz müzisyenlerinden Gilad Atzmon, son albümünde (In Loving Memory of America) kendi Amerika'sı üzerine düşünüyor. Onu, geri dönmeyeceği bilinen sevgiliyi anar gibi buruk bir özlem ve dinmek bilmez bir kalp ağrısıyla yâd ediyor:

"17 yaşımda, İsrail ordusuna katılmaya hazırlanıyorken, o hiç de beklenmeyen oldu. Oldukça soğuk bir Kudüs gecesinde, bir radyo programında Bird'ün (Charlie Parker) April in Paris'i çalışını duydum. Tam anlamıyla şoka uğradım. Daha önce duyduğum ne varsa onlardan çok daha canlı, şiirsel, hissi ve ama aynı zamanda vahşiydi. Ertesi sabah okulu asmaya karar verdim. Kudüs'teki tek müzik dükkânına koşturdum. Caz bölümünü buldum ve raftaki tüm albümleri satın aldım. İşte bu caza aşkımın başladığı andı, işte bu Amerika'ya sevdalandığım andı. Uzun yıllar boyunca Amerika'nın benim vaat edilmiş topraklarım olduğunu düşündüm. Genç bir caz müzisyeni olarak şuna emindim ki, Amerika'ya yerleşmem artık sadece bir zaman meselesiydi. Benim Mekke'm Manhattan, kutsal topraklarım Village Vanguard ve benim kutsal metinlerim eski Blue Note ve Prestige plaklarıydı. Benim keşişlerim Coltrane, Bird, Cannonball, Miles, Duke, Dizzy ve Bill Evans'tı."[i]

 

İsrail'de dini olanın o çarpıcı, belirleyici rolünü bize anımsatırcasına, cazla ve onun imgelediği Amerika'yla tanışmasını, albümünün tanıtım yazısında böyle anlatıyor Gilad Atzmon. Kendisiyle 2007'de yaptığım söyleşide[ii] de anlamıştım ki, onun için cazla tanışmak,  eski hayatıyla, zihinsel ve fiziksel kökten bir kopuş anlamına geliyordu. Örneğin bu söyleşide de söylediği üzere, Ahmad Jamal gibi olağanüstü yetenekleri dinlemek ve onlar gibi çalamamak, Yahudilerin diğer ırklardan üstün olduğu yolundaki önkabullerinin derhal çökmesine yol açıyordu. Bilhassa bebop akımı, müzisyenlerinde cazın o devrimci, özgürlükçü yanını keşfediyor, duru bir akıl ve vicdanla bildiği ne varsa sorguluyordu. Hüzünlü olduğu kadar kabına sığmaz bir şenlik de olan caz müziğiyle, hayatını usul usul, ama geri dönülmez biçimde yeniden kuruyordu. Aradan yıllar geçtiğinde Gilad, yeni milenyumun başında yeniden hareketlenen Londra merkezli Britanya caz sahnesinin önde gelen müzisyenlerinden biri oluvermişti. Bebop kökenlerine sadık kalırken, İsrail marşlarını caz formunda ve Arapça sözlerle yorumlamak, cazın Yahudi gettolarından gelen bir müzik olduğunu kör bir inançla savunan Artie Fishel'le caz standartlarını Klezmer standartlarıymışçasına çalmak gibi politik ve estetik yepyeni fikirlerle dinleyicilerinin karşısına çıkıyordu.

 

Lakin, kendi besteleriyle birlikte bazı caz standartlarını da çaldığı son albümü, getirdiği yeni müzikal fikirler kadar bir yâd etme, bir özlem albümü olarak anımsanacak. O, caz 'bembeyaz' kulakların ince zevklerine tercüme edilen bir burjuva müziği olarak ehlileşmeden önceki günlerin ve o günlerin özgürlük, eşitlik ve savaş karşıtı isyanlarla savrulan Amerika'sına bir özlem. Albüm yazısında şöyle devam ediyor Gilad Atzmon: "Anlıyorum ki her şey değişti, caz artık bir direniş biçimi değil, hatta devrimci bir sanat biçimi bile değil. Amerika da artık benim vaat edilmiş topraklarım değil. Caz her zaman için özgürlüğe bir çağrı olageldi, ancak Amerika artık tastamam özgür bir yer değil. Bu albüm, Amerika'nın değerli hatırasına, Amerika'nın o yıllardır zihnimde yaşattığım hatırasına adanmıştır. Bu albüm, Amerika'nın kendilerini güzellikle özgürleştiren o en büyük kahramanlarına bir hediyedir."

 

Charlie Parker'ın caz klasiklerini yaylılarla çaldığı (1949-1952) kayıtlardan ilhamını alan In Loving Memory of America, beşi caz standardı, altısı da Atzmon'un orijinal bestesi  olmak üzere 11 parçadan oluşuyor. Albümde Atzmon'a her zamanki ritim grubunun yanısıra (piyanoda Frank Harrison, bas gitarda Yaron Stavi ve davulda Asaf Sirkis) Sigamos Yaylı Dörtlüsü eşlik ediyor. Albümün açılışını yapan Everything Happens To Me, Atzmon'un hüzünlü saksafon cümlecikleri ve yaylıların gecikmeyen yanıtıyla yukarıda sözünü ettiğim özlem duygusunun en yoğun hissedildiği parçalardan biri. Asaf Sirkis'in trampetvari davul vuruşlarıyla başlayan If I Should Lose You, Atzmon'un Tango Siempre grubuyla kayıtlarını anımsatan bir havada sürüyor ve yaylıların da sahne almasıyla sarmalayıcı bir melodiye dönüşüyor. Atzmon'un eski bestesini, bu yaylılar konseptiyle yeniden yorumladığı MusiK'ten sonra benim albümde en sevdiğim ve son derece yaratıcı bulduğum parçaya geliyoruz. What Is This Thing Called Love, yaylıların, Philip Glass bestelerini hatırlatan minimalist cümlecikleriyle açılıyor. Sakin bir drum'n'bass davuluna, dolgun bas dokunuşları ve groovy bir org eşlik ediyor. Parça, Atzmon'un altosuyla biraz daha derinlik kazanıyor, evcilleşiyor. Sonra gene yaylıların sürekli yinelenen minimal cümlecikleriyle zenginleşerek sürüyor. Atzmon'un o içli, doğulu üfleyişini bekleyenler için beşinci Call Me Stupid, Ungrateful, Vicious & Insatiable'daki klarnet solosu bilhassa tavsiye olunur. Dinleyici, bunu izleyen dört şarkıda albümün smooth caz havasına iyice gark olmuşken, gürültülü ve elektronik bir sürprizle sarsılıyor ve sonrasında da albüm Refuge'ün görkemli bir yorumuyla huzurlardan çekiliyor. Genel olarak bakıldığında In Loving Memory of America, Atzmon'un smooth caza şu ana dek en fazla yaklaştığı eseri. Ancak benim gibi smooth cazdan pek fazla haz etmeyenler de bu albümde dinleyecek çok şey bulacaklar. İyi dinlemeler ve görüşmek üzere.

 

 

Gilad Atzmon

In Loving Memory of America

Enja Records, 2009.

www.gilad.co.uk

 

[i] Gilad Atzmon, In Loving Memory of America albümü tanıtım yazısı, 2009. 

[ii]Jazz dergisi, sayı 46, Nisan 2007, s. 48-54.