1945’de ABD İkinci Dünya Savaşından her alanda büyük bir güçle çıkmıştı. Bunun sayesinde kendisini çabucak dünya-sistemin hegemonik gücü olarak konumladı ve kendi isteklerine uygun olarak işlemesi amacıyla dünya-sistem üstünde bir takım yapıları zorladı. Bu yapıdaki anahtar kurumlar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Sovyetler Birliği ile olan Yalta anlaşmalarıdır.
ABD’nın bu yapıları yerli yerine oturtmasını sağlayan üç tane şey var: 1) ABD çıkışlı üretici yatırımların ekonomik verimliliğindeki karşı konulmaz üstünlük; 2) BM’de ya da herhangi bir yerde ABD konumuna verilen otomatik desteği garantileyen ve müttefiklerinin en az ABD’de kadar kendilerini adadıkları ideolojik bir retorik (“özgür dünya”) ile güçlendirilen müttefik ağı (özellikle de NATO ve ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması); 3) ABD’nin nükleer silahları kontrol etmesine dayalı Sovyetler Birliği ile olan ve her iki tarafında bir Soğuk Savaş’ta birbirlerine karşı bu nükleer silhaları kullanmamasını garanti eden “korku dengesi” ile birleşen askeri alanda bir üstünlük.
Bu sistem başlangıçta gayet iyi işledi ve ABD zamanının %95’inde istediklerinin %95’ini elde etti. Tek güçlük sistemin yararlarına dahil edilmemiş üçüncü dünya ülkerinin direnişiydi. En önemlileri de çin ve Vietnam’dı. Çin’in Kore savaşına girişi ABD’nin, onu değişim hattında bir anlaşma ile tatmin etmesi anlamına geliyordu. Vietnam ise sonunda ABD’yi yendi. Bu ABD’nin konumunu hem politik hem de ekonomik (çünkü altın standardını ve sabit kuru sona erdirdi) olarak şoka uğrattı.
ABD hegemonyasına daha büyük bir darbe ise, yirmi yıl sonra, hem batı Avrupa’nın hem de Japonya’nin ekonomik olarak kendilerini aşağı yukarı ABD’nın ekonomik eşidi yapan adımlar atmalarıydı. Bu da sermayenin birikimi için dünya üretim ve finansının üç merkezi arasında uzun ve sürekli bir yarış başlattı. Sonrasında da temel olarak ABD’nin ideolojik konumunu (aynı zamanda da bunun tamamen karşısındaki Sovyet ideolojik konumunu da) zayıflatan 1968 dünya devrimi geldi.
Bu üç şok (Vietnam savaşı, batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik yükselişi ve 1968 dünya devrimi) dünya-sistem içindeki kolay (ve otomatik) ABD hegemonyası dönemini sona erdirdi. ABD’nin düşüşü başladı. ABD jeopolitik durumdaki bu değişikliğe, düşüşü mümkün olduğunca yavaşlatma çabası ile tepki verdi. ABD siyasetinde, Nixon’dan Clinton’a kadar (Reagan dahil) tüm Amerikan başkanlarının yürüttükleri yeni bir döneme girdik.
Bu siyasetin merkezinde üç tane hedef var: 1) Sovyetler Birliği’nin devam eden tehditini hararetle göstererek ve karar verme mekanizmalarında üçlü komisyon ve G-7 yoluyla “ortaklık” gibi bazı şeyler sunarak batı Avrupa ve Japonya’nın bağlılığını sürdürmek; 2) üçüncü dünyayı kitle imha silahlarına sahip olmalarını durdurmayı deneyerek askeri olarak yardımsız kılmak; 3) Sovyetler Birliği ve çin’i birbirlerine karşı kullanarak dengelerini bozmayı denemek.
Bu siyaset ilk anahtar hedefin ayaklarının altından halıyı çeken Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar bir şekilde başarılıydı. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etme riskinini almaya iten ve onu ABD ile değişim hattında bir anlaşma elde etmesini sağlayan bu yeni 1989-sonrası durumdu. üçüncü dünyada pek çok ülkenin çökmesine ve ABD ile batı Avrupa’yı şiddetli iç savaşları önlemek ya da yok etmek için temelde başarılamayacak çabalara zorlayan bu 1989-sonrası jeopolitik durumdu.
Bu analize eklememiz gereken bir başka unsur daha var: dünya kapitalist sistemin yapısal krizi. Bunu burada tartışmak için yerim yok, kitabım ütopyacı- Yirmibirinci Yüzyılın Tarihsel Seçenekleri’de yaptım, ama burada sonuçtan tekrar bahsedeyim. 500 yıldır bildiğimiz sistem artık sermaye birikiminin uzun dönem bakışını garanti edemediği için, bir kaosa girdik: ekonomik, siyasi ve askeri durumlarda vahşi ve çoğunlukla kontrolü mümkün olmayan çalkantılar. Bu da sistemde bir yol ayrımına yol açıyor. Bu yol ayrımı da temelde dünyanın gelecek elli yılda inşa edeceği yeni çeşit sistem hakkındaki ortaklaşa tercihi. Bu yeni sistem kapitalist bir sistem olmayacak ama iki çeşitten biri olabilir: aynı derece de ya da daha hiyerarşik ve eşitsiz bir değişik sistem ya da daha demokratik ve eşitlikçi olanı.
Şahinlerin siyasetini onların kapitalizmi kurtarmayı denemediklerini aslında onu daha kötü başka bir sistem ile değiştirmeye çalıştıklarını anlamadan kavrayamayız. Amerikalı şahinler Nixon’dan Clinton’a Amerikan dünya siyasetinin izlediği yolun bugün sürdürülemez olduğuna ve yanlızca felakete neden olacağına inanıyorlar. Sürdürülemez olduğu konusunda büyük olasılıkla haklılar. Kısa dönemde bunun yerine koymayı arzuladıkları önceden planlanmış müdahalecilik siyasetidir. Çünkü yanlızca en maço saldırganlığın kendi çıkarlarına hizmet edeceğine ikna olmuş durumdalar. (ABD çıkarlarına demiyorum çünkü öyle olduğunu düşünmüyorum.)
11 Eylül 2001’de Osama bin Laden tarafından ABD’de yapılan başarılı saldırı Amerikan şahinlerini ilk defa ABD hükümetinin kısa dönem siyasetlerini kontrol ettikleri noktaya getirdi. Hemen kendi orta dönem programlarını işleme koyacak bir ilk adım olarak gördükleri Irak ile bir savaşın gerekliliğine itti. O noktaya ulaştık. Savaş başladı. İşte bu yüzden buna başlangıcın sonu diyorum.
Buradan nereye gidiyoruz? Bu biraz Irak savaşının kendisinin nasıl devam edeceğine dayalı. Savaşta ilk hafta işler şahinlerin umdukları ve beklediklerinden daha az iyi gidiyor. Büyük olasılıkla uzun ve kanlı bir savaş olacağı görünüyor. ABD büyük olasılıkla (ama kesinlikle değil) Saddam Hüseyin’i yenecek. Ama sorunlar esas ondan sonra artacak. Bu sorunlar üzerine düşüncelerimi “Bush Herşeyini Bahse Koyuyor” (15 Mart 2003) başlıklı son yorumumda detaylandırdım.
İşlerin kötü gitmesi Amerikalı şahinleri yanlızca daha çaresiz yapacak. Belki de iki kısa dönem önceliği olduğu görülen kendi planlarını daha fazla zorlayacaklar. Bu iki öncelik olası üçüncü dünya nükleer güçleriyle savaşmak (Kuzey Kore, İran ve diğerleri) ve ABD’de baskıcı bir polis aygıtı kurmak. Bu iki hedefi garantiye almak için bir tane daha seçim kazanmaya ihtiyaçları var. Ekonomik programları ABD’yi iflasa sürükleyecekmiş gibi gözüküyor. Yoksa ABD içindeki kendi programlarını tamamen uygulamada belki de engel olarak gördükleri bazı anahtar kapitalist tabakaları zayıflatmayı mı istiyorlar?
Bu noktada açık olan dünya siyasi mücadelesinin keskinleştiğidir. Kendisini 1970-2001 döneminde Amerikan dünya siyasetine yapıştırmış olanlar (ılımlı Cumhuriyeçiler ve Demokratik Oluşum ve ayrıca pek çok yönde şahinlerin karşıtı olan batı Avrupalılar, örneğin Fransızlar ve Almanlar) kendilerini şu anda yaptıklarından daha fazla acı verici siyasi tercih yapmak zorunda kalmış olarak bulabilirler. Genelde bu grup, dünya durumu analizlerinde orta menzil netliğinden yoksun ve ABD’li şahinlerin bir şekilde başlarından gideceğini umutsuzca umut ediyorlar. Gitmeyecekler. Ama şahinler yenilgiye uğratılabilirler.