2 Şubat 2009
Milli gururumuz başbakanımız Davos'u iyice bir sarstı.
Seyri, dünyanın gidişatıyla başı dertte insanların, mazlum dilinden başka hiçbir sığınağı olmayanların, gerektiğinde taşı sıkıp yoksul aşı gurur çıkaracak olanların ruhuna su serpti.
Nasıl serpmesin? Bayrağına sarınıp kendini sokağa vuranların hemen hepsi yoksuldu. Kendilerini, kendi temsilcilerini dünya karşısında yiğit görmeye sonsuz ihtiyaçları vardı. Kendilerinden daha mazlum birilerinin hakkını koruyan Başbakan'ın, mazlumların başının üstünde yeri var.
Öte yandan Davos muhabbeti karşısında içtenlikli bir tiksinti duyanlar; orada, dünyanın çeşitli yerlerinde katliamlar sürerken hiçbir tatsızlık yokmuş gibi oturup uygar uygar dünyayı nasıl birlikte idare ederiz diplomasisine çalışanlara diş bileyenlerin gururla işi yoktu elbet.
Fakat onlar; Başbakan'ın ya da Davos mertebesine ulaşımı olan herhangi bir insanın oradaki düzeni sarsacak, oyunu bir yerinden bozacak herhangi bir tavrını zevkle izlerlerdi. Bunu da izlediler.
Yalnız seyrin tadını kekreleştiren bir konu vardı doğrusu. Başbakan'ın tavrı, buradaki işçisine, Kürt'üne yönelik hoyrat tavrından farklı değildi. Şimdi toplum olarak en büyük korkularımızdan biri de, Davos performansı ve sonuçlarının, beyefendinin
pek bildik üslubunu kendi gözünde meşrulaştırabileceği olsa gerektir.
İyi biliriz; delikanlılık raconda durduğu gibi durmaz.
Olayın üstünden bir gün geçmeden diplomatlar, her şey mubahçılar ve benzeri zevat, 'Davos krizi' karşısında Başbakan'la eski günlerindeki ilişkiyi yad ederek burunlarını tiksintiyle buruşturup, 'Skandal. Skandal' diye ortalığı ayağa kaldırıyordu. Devletlerinin adamına yakıştıramıyor, utanç duyuyorlardı.
Onları da bir kenara bırakalım.
Başbakan'ın memlekete dönüşünde taşıdığı muzafferane edaya lafımız yok ama bu olayın gururunu biraz ölçülü kullanmasında yarar var. Başbakan kardeşim, sizli bizli konuşmalardan hoşlanmadığını biliyorum. Ama şunu iyi bil.
Davos denen imparatorluk sofrasında ciddi bir tatsızlık çıkarabilmek, katilin yüzüne katilsin diye bağırabilmek kanımca kayıtsız şartsız muhteşem bir eylemdir.
Lâkin, gece yarıları havaalanına koşan nümayişçi kitleler yer yutarsa da eloğlu kolay kolay yiyip yutmaz.
Dün Davos'takiler, buradaki monşerlerimiz gibi bu işlerin raconunu senden benden iyi bildikleri için ellerini bellerine dayayıp, ama sen de kendine bir bak dememiş olabilirler.
Yine de bir devletin en yüksek erki olarak muadillerinin suratına katil diye haykırıyorsan, senin suratına da aynı şekilde bağrılabileceğini hesaba katman gerek.
Bak, ben sana iki hikâye anlatacağım. Ben de çok yeni dinledim.
Mehmet ile Jiyan
Mehmet Alpsoy, 27 yaşında. Deri işinde çalışıyor. İki kızı var.
Biz konuşurken üzüm gözlü güzel Bahar ortalıkta koşturuyordu.
Bahar'ın dedesi, Mehmet'in babası Kasım Alpsoy, 1994 yılının Mayıs ayında bir sabah saat 6'da Adana'da polis tarafından alındı. Mehmet, 12 yaşındaydı. Mehmet'in ikisi kız, dört kardeşi daha var. Mehmet en büyükleri.
Sabahın köründe evleri basılıp çocukların gözleri önünde darmadağın edildikten sonra sivil polisler Kasım Alpsoy'u götürdüler.
Mardinli aile önce İstanbul'a taşınmış, sonra da baba Adana'da iş bulunca oraya göçmüştü. Kasım Alpsoy, 'deri işinde' çalışıyordu.
Polisler Kasım'ı akşamına serbest bıraktı. Kasım, ailesine o gün kendisini askıya astıklarını, ağır işkence gördüğünü anlattı. Ertesi gün, polislerin el koyduğu kimliğini almak için Adana Milli İstihbarat Dairesi'ne gitmesi gerekiyordu. Bacanağını da yanına aldı. Bacanak, kapıda bekledi. Ama Kasım bir daha o kapıdan çıkmadı.
Mehmet, ailenin en büyüğü olarak ailenin yapayalnız olduğu Adana'da anasıyla birlikte babasının izini sürmeye başladı. Anası Türkçe bilmiyordu. Savcılığa dilekçe vermek için saatlerce ayakta bekletildiler. Ana yorgunluktan dayanamayıp oturdu. Savcı, bu cahil Kürt kadınına çok öfkelenmişti. Dilekçelerini de yırtıp kafalarına attı.
12 yaşındaki Mehmet'in gözleri önünde anacığına küfürler, hakaretler savurdu.
Mehmet de okumaya çok hevesli zeki kızkardeşi de diğer çocuklar da okulu bırakmak zorunda kaldı. Hepsi küçük yaşlarında çırak oldu, sabahlara kadar elişi işledi. Mehmet'ten bir yaş küçük olan kız kardeşi bundan altı yıl önce dağa çıktı. İki yıldır da cezaevinde. O dağa çıktığında çok sevdiği bu kardeşinin hayatından ümidini kesen Mehmet, büyük kızına onun adını vermiş. Bahar.
Mehmet, babasının mezarını istiyor. Babasının katillerinin ortaya çıkarılmasını istiyor. "Babama dair her şeyi bilmek isterim" diyor. Babası Kasım Alpsoy, son çektirmiş olduğu fotografından bize bakıyor. 30 yaşında. Hep 30 yaşında kalacak babaları.
Mehmet'in hikâyesinin hemen üstüne Jiyan'ınkini dinliyorum. Jiyan,
23 yaşında ışıl ışıl bir genç kadın.
Babası Fehmi Tosun'un adını kayıplarla ilgilenmiş olanlar hatırlayacaktır.
Beş çocuğu var Fehmi Tosun'un. Diyarbakırlılar. 1994 yılında Fehmi Tosun, üç yıl yattığı bednam Diyarbakır Cezaevinden çıktığında İstanbul'a göçmüşler. Ölümün, vahşetin, işkencenin olabildiğince uzağına kaçtıklarını umarak. Avcılar'a yerleşmişler. Ama bir yıl sonra, 1995'te, "Özel bir gündü" diye anlatıyor Jiyan. Babası kayıp edildiğinde 10 yaşındaymış. "Annem ona yemekler hazırlıyordu. Her şeyi an an hatırlıyorum. Ablam geldi. Babam, birkaç adamla birlikte bahçede. Bir şey kazıyorlar. Kapının önünde beyaz bir araba bekliyor. Babam birden bahçeden doğru 'beni öldürecekler' diye bağırmaya başladı. Aşağı koştuk. Adamlar babamı zorla o beyaz arabaya bindirdi. Hepimiz çığlık çığlığa babamızı götürmesinler diye bağırıyorduk. Abim arabaya yapıştı. Arabayla birlikte epeyi sürüklendi. Ona, 'Seni de götürürüz. Sonun babanınki gibi olur' demişler. Bu arada mahalleli bir tanıdık, arabanın plakasını almış.
Plakayı polise verdik. Polis eve geldi ve babamın ne kadar fotografı varsa hepsini alıp götürdü. Delil diye kullanacağız dediler."
Polis sanki Fehmi Tosun diye biri hiç varolmamış gibi bütün izleri silip süpürmüş. Fotografları bir daha geri alamamışlar.
Jiyan, şimdi sekreterlik yapıyor. Aile içinde babasından hiç konuşulmuyormuş. Analarını üzmemek için çocuklar hiç baba konusu açmıyormuş. Çok uzun bir süre acılarını bastırmış, ayakta durmaya çalışmışlar. Ama bir gün Jiyan bu acıya yakalanıvermiş.
Babası gözleri önünde sürüklenerek ölüme götürülmüş olan Jiyan bir gün isyan edivermiş. Yolda, bir arabanın içinde bir mezarlığın yanından geçiyormuş. Orada bir adamın
mezar taşına dokunduğunu görmüş. Jiyan'ın elleri yanmış. Arabada ağlamaya başlamış.
Çocukluğunu bütün ağırlığıyla hatırlayıvermiş besbelli.
Çocukken Jiyan bazen yolda bir adamın peşinden koşarmış. Babası zannedip. Kaç kere başına gelmiş, şaşkın bir yabancının suratıyla karşı karşıya kalıvermek. Babasının yaşadığına ve onları takip ettiğine inanırmış. Yürürken birden ardına döner onu yakalamaya çalışırmış.
Fehmi Tosun'la birlikte o gün bir arkadaşını daha kaçırmışlar. Ondan da bir haber alınamamış. 1999 yılında Fehmi Tosun'un kardeşini de gözaltına alan polis ona, "Çukur kazdırıp seni de ağabeyinin yanına gönderelim mi?"
Jiyan, "Bunu bilmeme rağmen, yani babamın öldürüldüğünden emin olmama rağmen, hâlâ onu görüvereceğim zannederdim" diyor.
Biliyor musunuz, Jiyan, Kürtçe 'hayat' demek.
Kayıp aileleri yine Cumartesi günleri Galatasaray'da oturmaya başladı. Dirilerine sahip çıkamadıkları babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin ölülerine sahip çıkabilmek için.
Vahşice koyunlarından sökülüp alınan sevdiklerinin hayatları kayda düşsün diye.
Evet sayın Başbakan; bu insanlar ve daha niceleri bu devletin kolluk güçleri tarafından yok edildi. Vahşet ölçeğine vurursan, bu devletin günahları da en az gözünüzdeki en beter ülkeninki kadar zengin ve çeşitli çıkar.
Evinin kapısında terörist diye babasıyla birlikte ayağındaki terliklerle vurulan 12 yaşındaki çocukların, babası gözleri önünde sürüklenip götürülen çocukların, anası gözleri önünde itilip kakılan çocukların ülkesinin başbakanısın.
Bu konularda kör ve sağır kalırsan, dünyanın hiçbir zulmü üstüne yükselttiğin ses, inandırıcı olmaz.
Yiğitliğine yiğitsin. Destan olmaya da hevesin var. Ama Kasımpaşalı mısın, Keşanlı mı?
Mesele, bu.