“Beni kimse anlamadı” diye başlayan bir konuşma, bu bültenin okuru için ne kadar şaşırtıcıdır? Karşınızdaki kişi bir hastanız, ya da sizi kendisine seçmiş bir dostunuz olabilir. Geçmişini anlatırken, çocukluğundan kalma çarpıcı olaylar, bugünkü mutsuzluğunun kökeni olarak öne sürülür. Gördüğü kötü muamele, başına gelenler, çektikleri, mağduriyetinin gerekçeli öyküsü sizi bu günkü tanıya götürür. Anlaşılmamış bir hayatın tortusu ile uğraşmaya başlarsınız.
Çocukluk günlerinin hatırlanması, verilerin ön planda olduğu bir değerlendirme sürecinin bir parçası ise, bu hatırlananlara güvenebilir miyiz? Yaşananlardan iz bırakanlar, zihninizin nasıl işlediğiyle yakından ilişkilidir. Bilhassa, yürütücü işlevler, bizi şimdinin tutsağı olmaktan kurtarıp, yaşananların kaydının tutulmasını, yaşanılacakların tasarlanmasını sağlar. “Şimdi ve burada”nın dışında da olabilmemizi sağlar.
Biraz sonrayı bekleyebilmesi için, çocuğun zihninde bir gelecek tasarımının olması gerekir. Geçmişten hatırladıkları, gelecekte olabilecekleri daha iyi “tahmin” etmeyi sağlar. Ayrılığa (anne ihtiyacının bir süre eksik karşılanmasına) ya da açlığa (besin ihtiyacının karşılanmasındaki gecikmeye) dayanabilmek için bu işlevlerin gelişiminin tam olması gerekir.
Yürütücü işlevlerin bir sebeple iyi ve istikrarlı işlemediği durumlarda (örneğin, bebeklik normal olarak biraz böyledir), her şey şu andaki somut ihtiyaçlara göre cereyan eder. Ama, bu durum, bir bebek için bile çok uzun süremez. Geçmiş ve gelecek hiç yokmuşçasına yaşayan bir çocuğun zorlanmalara dayanabilirliği pek az olacaktır. Yürütücü işlevler “optimal” işlemediğinde, buna paralel gelişen duygu düzenleyici sistemlerinin aksaması da kaçınılmaz.
Dikkatini aynı anda birden çok yere veremeyen, karşısındakini gereken sürelerde takip edemeyen bir çocuk... Çocuğun annesi ya da babası ile ilişkisi içerisinde alabileceklerini kısıtlayan bu durum, yanlış ve eksik anlamaları kolaylaştırır. Verilenler yetmez, çünkü verilenler ona eksik ulaşır. “Hep ilgi isterdi,” diye tanımlayabilir annesi karşınızdakinin çocukluğunu, “hiç tatmin edemezdim onu.”
Çocuğuna neden yetemediğini bir türlü anlayamayan anne, kendini yetersizleştiren çocuktan uzaklaşır. “Annem bana hep uzak durdu”daki hakikat o noktada başlar. O noktaya nasıl gelindiğini öğrenemeyiz; çünkü o süreç karşımızdakinin zihninde yoktur. Dikkat edilmeyenler kayda geçmez. Dikkati çekenler çarpıcı, abartılı, vurucu olanlardır. Dayak, iz bırakır. Anne, “onu bir kere dövdüm hayatında,” dediğinde, o bir kerenin bıraktığı iz nasıl bu kadar büyük, şaşabilirsiniz. Ya da, dayak bir kere olmuştur; ama dayak yemiş gibi yapan olayların farkında değildir kimse. Bir durumdan onun anladığı ile benim anladığım arasında neredeyse her zaman ve her yerde farklar var ise, bu “anlaşmazlık” anlaşılmayı, anlaşılmışlık hissini bozabilir.
Farklı perspektifler. Benim ve onun görüşlerinin farklı olabileceğini kabullenebilmek için çok basit bir önkoşul var: iki farklı zihinsel taslağın aynı anda zihin ekranında, birbiriyle kıyaslanabilir biçimde gözlenebilmesi. Yürütücü işlevin bu kısmına, basitçe, bir tür dikkat/bellek işlevi diyebiliriz. İki uyaranın aynı anda işlem göremediği bir ön-beyinden (daha doğrusu beyinin sahibinden), anlamayı ve anlaşılmayı beklemek insafsızlık olabilir. İki uyaran ayrı modalitelerde (işitsel ve dokunsal, örneğin) olduklarında, önbeyinde barınmaları daha kolaylaşır. Sözlü bir alışveriş içindeyken, kabul ya da ret anlamına gelen bir işareti kaş-gözle, elinizi dizine koyarak ya da basitçe gülümseyerek verdiğinizde, “dikkat engeli”ni aşmak kolaylaşır. Hiçbir çocuğun alnında “benim şu özelliklerim var” yazmaz; ama, davranışlarından çıkartabileceğiniz çok şey vardır.
Eşzamanlı işlem yapma kapasitesinin gelişimi, diğer kişinin farkına varmanın bir önkoşuludur. Karşılıklı ilişki ve alışveriş olabilmesi için, beynimizde birkaç kişinin (taslağının) sığması için gereken yeri açabilmeliyiz. Bu yerin açılması için uyarılmaya ihtiyaç vardır. Yürütücü işlevlere yataklık eden beyin özellikleri hangi ölçüde uyarılmamız gerektiğini belirler. Annenin (ve diğer yetişkinlerin), çocuklarının uyarılma ihtiyacını kestirmeleri, ipuçlarını görebilirlerse, mümkündür. Kendisinin farkına varıldığını farketmeyen çocuk, bu farkındalığı “iade etmekte” (empatik olmakta) zorlanabilir. Refleks anlamındaki empatinin gelişmesini bile zorlaştıran bu durumun izleri yıllar sonra psikoterapi görüşmelerinde görülebilir.
Hayat kimin denetiminde? Yürütücü işlevlerdeki zorlukların duygusal gelişimi ve alışverişi aksatmasının bir sonucu, çocuğun gündelik esintilere göre yol almasıdır. “Dış” etkilere fazlasıyla açıklık, çocuğun hayatının üstündeki denetim duygusunu zayıflatır. Anne-babalar ise çocuğun dilediği gibi savrulmasına seyirci kalıp, dış etkileri denetleme ve düzenleme görevini yerine getirmekte çeşitli sebeplerle zorlanabilirler. Hayat üzerindeki kontrolünü kurmakta zorlanan çocuk, bu kontrolü sağlamak için saldırganlıktan içedönüklüğe dek uzanan davranışlara girebilir. “Kendini kabul ettirmek için yapıyor” türü amatör açıklamalar, ne yazık ki, doğrudur.
Acizlik duygusunu aşmanın yolunu, kaybetmemek için her şeyi yapmak veya hiçbir şey yapmayarak kaybetmemekten geçiren çocuk, obsesiflik ile hiperaktivite arasında salınır. Gerekene yöneltemediği dikkati, gereksize takılıp kalabilir. Mükemmeliyetçi, tedirgin, hayat her an bitiverecekmiş duygusu içinde yaşayan, aceleci, sabırsız, öfkeli kişinin anlattığı geçmiş genellikle böyle bir şeydir.
Çocuk büyüdüğünde, düşe-kalka, hoplaya-zıplaya, ağlaya-güle bir şekilde büyüyüp karşımıza geldiğinde geçmişten beraberinde getirdiği bir teşhis olmayabilir. Çocukluk “sorunları”nın önemli bölümü “subklinik” gidebilir; sorun olmaksızın, sorun çıkartmaksızın; hayatın yükü ağırlaşıp da kendisini hissettirene değin. Sorumluluk ile sorunluluklar beraber çoğalırlar. Sorumlulukları yerine getirebilirliği azaltan etkenlerin başında ise, geçmişten bugüne kalan “hiç anlaşılmamış”lık gelir. “Hiç anlaşılmamış, hiç değer verilmemiş...” Verilen değer sinyallerini algılayamamış, da denebilir. Bugün de kendisini adam yerine koyulmamışlar, koyulmayanlar, arasında görmeye devam etmektedir.
Kişi hiç anlaşılmamış, yaptıkları hiç karşılığını bulmamış bir çocukluk hatırlıyorsa, bunun psikolojik terimlerle adı, biraz tercüme koksa da, düşük kendilik saygısı’dır. Düşük kendilik saygısından ben, kendi değerini biçememişlik’i anlıyorum. Kendi değerini bilemeyen, değeri bilinmemiş ve değerbilmeyen bir yetişkin olarak, yaşadıklarını fark etmekte zorlanır; farkedilmeksizin yaşananlardan tad almak ne kadar mümkün?
Hayatın tadı nasıl? Cevap, hayatı ne tür bir tat nesnesi olarak gördüğünüze göre değişecektir: İyice çiğnendiğinde tadı alınan bir İzmir enginarı mı, yoksa dilinize değmesiyle birlikte şekersi tadıyla kendine bağlayan zahmetsiz “junk food” mu?