Ayrımcılığa karşı atılacak en önemli adım bir an önce yasa çıkarmak

Dünya Basınından
-
Aa
+
a
a
a

2 Ağustos 2010Referans Gazetesi

Türkiye'de yapılan araştırmalar, toplumsal, kültürel, milliyet ve cinsiyet üzerinden ayrımcılığın devam ettiğini gösteriyor. Buna karşı bir yasa şart ama ayrımcılık, ‘yasaklandığında' değil, toplum tarafından ‘ayıplandığında' sona erer.
 
Kamuoyunda yer aldığı biçimiyle ‘Kürt sorunu' başlığı altında toplanan ‘sorunlar kümesi'nin neler olduğunun iyi anlaşılması ilk bakışta göründüğünden daha zor. Her şeyden önce bu sorunlar kümesi daraltılabilir nitelikte değil. Sorunlar farklı boyutlarda yer alıyor. Kendilerine özgü özelliklerinin iyi kavranması, bunu yaparken bütünle olan ilişkilerinin de gözden uzak tutulmaması gerekiyor. İkinci olarak, bunlardan bazıları çok daha genelde ortaya çıkan toplumsal sorunların belli bir biçimde somutlaşması. Bu tür sorunlar Kürt sorunu bağlamında algılanmalarına rağmen çözüm arayışlarının bu özelliği dikkate alarak yapılması zorunlu. Bu karmaşık yapı içinde sorunlara çözüm bulmak isteyenleri bekleyen önemli bilgi eksiklikleri de var. Bu, daha önce yapılmış çalışmalardan çıkarılan ya da çıkarılabilecek olan bilgilerin küçümsenmesi anlamına gelmiyor. Sadece bütün bu değerli katkılara rağmen bilgi düzeyimizin hâlâ yeterli olmadığına işaret ediyor. Bunu giderebilmek için soruları sormaya ve yanıtları aramaya devam etmekten başka da çare yok. Bunu zaman kaybı olarak görmek ciddi bir hata olur.
 
Amaç çözüm bulmak değil
Bu konuda bilgi dağarcığımızı biraz olsun artırabilmek için Sayın Tarhan Erdem'in öncülüğünde bir grup oluşturduk ve söz konusu sorunların neler olduğunun olabildiğince açık bir biçimde tanımlanması için bir ortam yaratmaya çalıştık. Bunun için de karşılıklı etkileşime olanak sağlayan, yargılama yerine aramayı ön plana çıkaran bir yöntem olan ‘soru konferansı' yaklaşımını denemeye karar verdik. Bu bağlamda birisi 10 Şubat 2010, diğeri 20 Mart 2010'da iki toplantı yapıldı. Her iki toplantıya da 40 dolayında konuyla ilgili ancak farklı görüşleri olan, kişi katıldı. Bu toplantıların yönlendirilmesini de konunun uzmanı olan Sayın Tınaz Titiz yaptı. Ulaşılan temel sonuçlar da 7 Haziran 2010 tarihinde ulaşabildiğimiz kişilere bir mektupla iletildi.
Hemen iki noktanın altını çizeyim. Bu toplantılarda Kürt sorunu adı altında bütüncülleştirilen sorunlara çözüm bulunmaya kalkışılmadı. Yapılmaya çalışılan; bu sorun demetini açmak, sorunların neler olduğunu gözler önüne serebilmekti. Bu çabanın sonucunda hiç kimsenin bilmediği sorunların var olduğunun ortaya konulması da beklenmiyordu. Çalışmanın odak noktası; bilinen ya da araştırılırsa öğrenilebilecek olan, sorunlar listesi içinde görece önemli olanların hangileri olduğu konusunda uzlaşı sağlanıp sağlanmadığıydı. Bu noktaya ulaşılabildi. Katılımcıların geniş bir sorun listesi oluşturup bunların arasında en önemlilerini belirlemekte uzlaşabildikleri görüldü. Kuşkusuz yapılan bu çalışmanın bir benzeri başka katılımcılarla tekrarlanacak olursa uzlaşma sağlanan sorun listesi, az ya da çok, değişecektir. Ne kadar değişeceğini görmenin yolu da benzer çalışmaları yaygınlaştırmaktan geçiyor. Ancak bu yolun tıkalı olmadığını gördük. Bu, Türkiye'deki demokrasi deneyiminin pek başvurduğu bir yol değil. Ama deneyimimiz, Türkiye'nin ‘müzakereci demokrasi'ye, sanıldığından daha hazır olduğunu gösteriyor.
 
Ayrımcılık genel bir konu
Soru konferanslarında ortaya çıkan sorun başlıklarından birisi ‘ayrımcılık' oldu. Ayrımcılık, kabaca, ‘bir kişi ya da topluluğa bazı özellikleri (etnik, dinsel, cinsiyet gibi) nedeniyle olumsuz bir önyargıyla davranılması' biçiminde tanımlanabilir. Bu konu soru konferanslarında, ‘kişinin; 1) Seçtiği kimlik üzerinde tehdit hissetmemesi ve 2) Seçtiği kimliğin diğer kimlikler üzerinde üstünlük oluşturduğu algısına yol açmaması' biçiminde iki somut istek biçiminde ifade edildi.
Ayrımcılık Kürt sorunu bağlamındaki arayış içinde ortaya çıkmasına rağmen çok daha genel bir konu. Bu konuda Türkiye'de duyarlığın yüksek olduğunu gösteren bir çalışma daha var. Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ve Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu tarafından yapılan ‘Türkiye'de Toplumsal Eşitsizlik 2009' başlıklı çalışmada da bu konu ele alınan boyutlardan birisi. Söz konusu çalışmada ‘Toplumsal eşitsizliğin bir uzantısı olarak toplumsal–kültürel ayrımcılığın nasıl algılandığı ve somut olarak bireylerin hayatına nasıl etki ettiği' saptanmaya çalışılmış. Çalışma anket yoluyla toplanan verilere dayanıyor. Ulaşılan sonuçlar Türkiye'de ayrımcılığın ciddi bir sorun olarak algılandığını gösteriyor. Deneklere bu bağlamda sorulan temel soru "Kendinizi hiç hak ettiğinizden daha azına razı olmak zorunda bırakılmış hissettiniz mi" biçiminde. Denekler, özellikle, bireysel olarak işe girmek, okula kaydolmak ve işte terfi etmek konularında ayrımcılığa uğradıklarını belirtiyorlar. Ayrıca bu hususlarda genel olarak kadınların daha büyük bir ayrımcılığa uğradıkları kanısındalar. Buna karşılık etnik, mezhep ve din temelindeki toplulukların ise ‘daha az' ayrımcılığa uğradıklarını düşünüyorlar. Ancak bu genel görünüm, alt gruplara inilince değişiyor. ‘Dezavantajlı olarak değerlendirdikleri gruplar' (Kürtler, Aleviler) içinde yer alan denekler, ayrımcılığın bu grupların geneli söz konusu olduğunda, kişisel deneyimlerinde karşılaştıklarından ‘daha fazla' olduğu kanısındalar. Başka bir deyişle ayrımcılık konusunda ‘nesnel ve bireysel' olanla ‘algılanan' arasında ikincisi aleyhine bir fark ortaya çıkıyor.
 
Önleyici mekanizmalar az
Bu, çok önemli bir bulgu. Çünkü, toplumsal düzeyde ayrımcılığı önleyici mekanizmaların yeterli olmadığı kanısının güçlü olduğu anlamına geliyor. Kişiler kendilerinin toplumsal düzeyde algıladıkları kadar ayrımcılığa tabi olmamalarını sıra dışı etmenlere (şans gibi) bağlıyorlar; buna karşılık toplum düzeni hakkında bu boyutta olumsuz düşünüyorlar. Bu yorum ile sorulan temel soruyu birleştirdiğime şu sonuca varılabileceğini düşünüyorum: Cinsiyet, etnik köken ya da din/mezhep nedeniyle dezavantajlı durumda olan bir grubun üyesi, içinde bulunulan ortamda, salt bu nedenle grup üyelerinin ‘hak ettiklerinden azına razı olmak' zorunda kaldıklarını düşünüyor. Dolayısıyla bu gruplarda yer alan insanların sadece becerileri, bilgileri ve doğal yetenekleri gibi ‘devredilemez kaynaklarıyla' [inalianable resources] içinde bulunduğu toplumsal ortamın dışına çıktıkları takdirde, daha iyi bir durumda olacakları düşünülüyor. Dikkat edilirse, bu bağlamda, ‘daha iyi olmak', sadece gelir boyutunda tanımlanmış bir kavram değil. Gelirin yanı sıra, saygı, hoşgörü, toplumsal konum gibi boyutları da içeriyor. Böyle bir seçeneğin var olup olmaması, bu sorun açısından önemli değil. Önemli olan bu ortamda, böyle bir algılamanın oluşmuş olması. İşte bu nedenle de tamamen farklı koşullarda ve farklı kişilerin katılımıyla yapılan ‘soru konferansı'nda da bu ortamın değişmesi gerektiği savının somut öneriler biçiminde yer alması, bu bulguyu tamamlıyor ve güçlendiriyor.
Bu yorumdan hareketle yasa koyucunun atabileceği önemli bir adım olduğu sonucuna kolaylıkla varılabilir. O da bir an önce ‘ayrımcılığa karşı' yasa çıkarılmasıdır. Avrupa Birliği'nde olduğu gibi… Yasa çıkınca ayrımcılık ortadan kalkacak mı? Hayır. Avrupa ve ABD kaç yıldır uğraşıyor. Ayrımcılık, ‘yasaklandığında' değil, toplum tarafından ‘ayıplandığında' sona erer. Ama Türkiye'de ayrımcılık hakkında duyulan kaygının biçimi, bu noktaya varan sürecin Meclis'ten güçlü destekle çıkan bir yasa ile başlatılması gerektiğini gösteriyor.