Ayna Ayna, Söyle Bana...

-
Aa
+
a
a
a

“Görmeye değer tek düş, yaşarken yaşadığını, ancak öldüğün zaman öldüğünü düşlemektir.”

Arundhati Roy

Tanınmış deprembilimci Ross S. Stein, meslekdaşı Aykut Barka’nın ölümünün ardından, onun üniversitesinin rektörüne Amerika’dan sıcağı sıcağına bir başsağlığı mesajı gönderdi. Olanca olağanlığı içinde olağanüstü bir insanı tarif eden çarpıcı bir metindi bu – edebi ve adeta lirik.

“Aykut, birçok nedenden ötürü uluslararası saygınlığı bulunan bir bilim adamıydı,” cümlesiyle başlıyor bu “taziye mesajı”. Ve şöyle devam ediyor:

“Çalışmalarının kalitesi ve derinliği, Türk halkına yönelik açıksözlülüğü, hükümeti olası bir deprem felaketiyle yüzleşmeye ikna etmek için bıkıp usanmadan gösterdiği yoğun çaba, sonsuz dürüstlüğü, şakacılığı, açıklığı ve fedakârlığı. O, halkın hizmetindeki bilimin şahikasıydı.”

Korkunç, hatta ölümcül bir bilimsel çalışma, açıksözlülük, dürüstlük, sorumluluk, açıklık, mizah duygusu ve özveri. Bir insanı yüceltmek için daha ne söylenebilir ki? Ama Stein, şaşırtıcı bir şekilde, çok daha fazlasını söylüyor:

“Aykut halkın gerçeği bilmeye hakkı olduğunu düşünüyordu; hem neyi bildiğimizi, hem neyi bilmediğimizi. [...]

“[Basınla konuşmayı kutsal bir görev sayarak] “her bireyi kendi güvenliği hakkında karar verebilmesi için aydınlattığınıdüşünüyordu. Değerli çalışma zamanının çoğunu halka böyle bir armağan vermek için feda eden başka bir bilim adamı daha tanımadım. [...]

“Ayrıntılı yeryüzü çalışmalarından derin bilgi edinmişti. Çayır ve dağ sırtlarındaki kırık ve kırışıklıklardan, depremlerin tarihini okumayı öğrenmişti. 1939-1944 yıllarında Kuzey Anadolu fay hattındaki depremleri yaşayan köylülerin yakında hayata veda edeceklerini fark edince, 700 kilometre boyunca köyden köye dolaşıp köyün yaşlılarıyla çay içerek kendisini depremin kanıtlarının durduğu bölgelere götürmelerini istedi. 17 Eylül 1999 tarihinde Science dergisinde yayımlanan öngörülü makalesinde Aykut, [17] Ağustos 1999 İzmit şokuyla iki fay hattının daha tehlikeli hale geldiğini öne sürdü: Batı’ya doğru uzanan Yalova fay hattı ve doğuya doğru uzanan Düzce fay hattı. İki ay sonra, 12 Kasım 1999’da, 7.1 büyüklüğündeki Düzce depremi meydana geldi. Yerinde ve zamanında yapılmış bu çarpıcı uyarı örneğinin dünyada bir emsali görülmemiştir." (Radikal, 4 Şubat 2002, vurgular benim - ÖM)

Uzun alıntılar yapmak zorunda kaldığım bu özlü yazıda yazarın bana çok ilginç gelen bir gözlemi var ve onu sona bıraktım: Stein, Barka’nın kendini hiçbir zaman bir entelektüel olarak görmediğini, oysa dünyanın en büyük entelektüalizm merkezlerinde müthiş bir kariyer yapmış, pek çok ödül almış ve sayısız önemli uluslararası eser yayımlamış olduğunu belirtiyor. “Kendisini kesinlikle hem bir entelektüel hem de bilim adamı olarak görebilirdi, ancak bu durumda halktan uzaklaşacağını düşünüyordu” diyor yazar. “Bildiklerinin meslektaşları, öğrenciler, sivil örgütler, hükümet ve tüm halkla paylaşılınca [ancak] değer kazanacağına inanıyordu.”

Stein’ın bu kişisel gözleminden yola çıkarak, Aykut Barka’nın belki de bir tek bu noktada, yani kendisini tanımlama konusunda “yanıldığını” söyleyebiliriz: Çünkü, bu tarife göre, Barka, kelimenin tam anlamıyla entelektüel sayılabilmek için zannımca hayati önem taşıyan “bilgi paylaşım ve aktarımı” ilkesini ömrünün her ânında yılmadan uyguladığı halde, bunun kendisini entelektüel olmaktan arındırması gerektiği fikrine sahipmiş gibi görünüyor.

Kişisel olarak tanıma ve birlikte birkaç iş yapma onuruna eriştiğim en mükemmel insanlardan biri olan Profesör Barka’ya –ve tabii Ross Stein’a– saygısızlık etme pahasına, kendi düşüncesinin aksine, Barka’nın gerçek bir entelektüel olduğunu söyleyeceğim. Başta sayılan diğer bütün özelliklerine ilaveten, işte bu bilgi paylaşma tutkusu yüzünden –büsbütün bu yüzden!– gerçek ve tam bir entelektüeldi o bence.

Deprem, bu yazı için bulunabilecek en müthiş metaforlardan biri. Çünkü hem metafor, hem de konumuzun ta kendisi...

Barka bakıyor: Dünyaya, yere, yerin içindeki yarığa, yeryüzündeki kırığa, zamana, zamanın yüzlerde açtığı yarıkların arasından bilgece bakan gözlere bakıyor. Görüyor sonra, dünyanın gidişâtını anlamakla yetinmiyor, gördüğünü gösteriyor ve paylaşıyor – başkalarının görmesine, anlamasına, fikir kırıntılarını kavramlaştırmasına ve derinlemesine düşünmesine yardımcı olmanın derin sorumluluğunuduyduğu için. Nadir rastlanan kuşlardan olduğu için kısacası: Entelektüel olduğu için. Düşünebiliyor musunuz: İki sene önceden yazısıyla, çizisiyle, paneliyle, konferansıyla dünya âleme “haber verdiği” o müthiş 17 Ağustos depremi oluyor ve daha bunun uğultusu bile dinmeden (üzerinden daha otuz gün geçmemişken ve kendisi her Allah’ın günü arazide çalışmasını aksaksız yürütürken!) dünyanın en saygın bilim dergilerinden birine, bundan çıkardığı gözlemlerle bir sonraki depremi “haber veren” bir yazıyı –öğrenci ve meslektaşlarıyla tartışmış, oturup yazmış, herhalde özel ulak çıkarıp göndermiş, bilim kurullarına onaylatmış ve– yayımlatmışbile! Bir ay geçmeden!

Tabii o deprem de oluyor, yazının üzerinden iki ay bile geçmeden.

Tabii o da hemen unutuluyor, birkaç ay bile geçmeden.

Tıpkı bir öncekinin unutulduğu gibi.

Tıpkı bunları anlatan yazılarının unutulduğu gibi – hemen.

Barka bu unutmaların hepsini görüyor, anlıyor, ama unutmuyor. O çalışıyor, yazıyor, anlatıyor, aktarıyor ve paylaşıyor... Bu yaptıklarının da unutulacağını, hatta daha yaparken unutulmaya mahkûm olduğunu belki de dünyada en iyi bilebilecek konumdaki insanlardan biri olmasına rağmen. Unutmuyor işte. O öyle çünkü: Zannımca, bir entelektüel için “olmazsa olmaz” bir şeyle, moral sorumlulukdenen cihazla donatılmış bir insan.

* * *

Tanınmış Hintli yazar, eylemci ve düşünür Arundhati Roy, Hindistan’ın ilk bombasını deneyerek “nükleer güçler” arasındaki “onurlu” yerini almasından hemen sonra kaleme aldığı “Düşgücünün Sonu” başlıklı tutkulu denemesinin bir bölümünde (“Bomba ve Ben”), kendi başından geçen ilginç bir olayı naklediyor: Bombanın patlatılmasından kısa süre önce üç haftalığına evden ayrılıp bir geziye çıkmış. Bir ara Amerika’da, çok sevdiği bir arkadaşına düşmüş yolu. Arkadaşı, Roy’un ödüllü romanının ona bir yıldan kısa süre içinde getirdiği şan, şöhret, para, övgü, haset, kur yapan erkekler ordusu vb. uğultusu içinde, başına her şeyin “biraz fazla” gelmiş olduğunu söylüyor. Bir anlamda “mükemmel hikâye”ye ulaşıldığını belirtiyor burada. "Ama sorun şu ki,” diyor, “bu hikâyenin sadece bir tane mükemmel sonu olabilir.” Yani, Roy’un, artık bundan sonra ne yapsa hayatının geri kalanının birazcık yetersiz kalacağını, dolayısıyla “mükemmel son”un ancak Roy’un ölümü olabileceğini –bir hayli kaygılanarak– ima ediyor. Yazar da arkadaşının “dıştan baktığını” söylüyor ona. Temel varsayımının, başarı, servet ve şöhretin herkesin düşlerinin zorunlu malzemesi olduğu yolunda sınırlı bir düşgücüne dayanan bir inanca dayandığını belirtiyor:

"New York’ta fazla uzun yaşamış olduğunu söyledim ona. Başka dünyalar var. Başka türden düşler de. Başarısızlığın mümkün ve yaraşır olduğu düşler. Onurlu olduğu. Hatta, kimi zaman uğrunda uğraşmaya bile değecek başarısızlık düşleri. İnsan parlaklığının ya da değerinin tek barometresinin şöhret olmadığı dünyalar. Tanıdığım ve sevdiğim, benden çok daha değerli savaşçılar tanıyorum ben, her gün savaşa giden, ve giderken kaybedeceklerini önceden bilen insanlar [...]

“Görmeye değer tek düş, dedim ona, yaşarken yaşadığını, ancak öldüğün zaman öldüğünü düşlemektir. (Öngörü mü? Belki.)”

Arkadaşı, kaşlarını çatıp bunun tam ne demek olduğunu sorunca Roy da, bir kâğıt peçete kapıp şunları yazıyor:

“Sevmek. Sevilmek. Kendi önemsizliğini asla unutmamak. Çevrendeki hayatın o dile getirilmez şiddetine ve adîce eşitsizliğine asla alışmamak. En hüzünlü yerlerde coşkuyu aramak. Güzelliğin izini ta inine kadar sürmek. Karmaşık olanı asla basitleştirmemek, basit olanı asla karmaşıklaştırmamak. Kuvvete saygı göstermek, ama iktidara asla. Ve hepsinden önemlisi, gözlemek. Uğraşmak ve anlamak. Hiçbir zaman başını başka tarafa çevirmemek. Ve asla, ama asla unutmamak."

Hikâyenin gerisini de hemen özetlersek: Bu konuşmadan iki hafta sonra Roy, evi diye benimsediği ülkesine dönüyor. Atom bombasının patladığı ülkesine. Burada ölen bir şey olduğunu, ama bunun kendisi olmadığını, ölenin kendisinden sonsuz derecede daha değerli bir şey olduğunu farkediyor. Bir süredir can çekişmekte olan dünyadır bu ölen ve krematoryumda yakılmakta olan. Havada elle tutulur bir çirkinlik ve meltemde faşizmin leş kokusu...

(Arundhati Roy,The Cost of Living, Flamingo, London, 1999, s. 134-135, vurgular benim – ÖM)

(Kaderin gerçekten garip bir cilvesi sonucu, benim yukardaki satırları kaleme aldığım gecenin sabahı, işyerimde okuduğum ilk haber, şuydu: Tanınmış Hintli romancı ve eylemci Arundhati Roy, Hindistan Yüksek Mahkemesi’ne göndermiş olduğu bir dilekçe-denemede “mahkemeye saygısızlık” suçundan bir günlük sembolik hapis ve 2000 rupi (42 dolar kadar) para cezasına çarptırıldı. Hindistan’ın en büyük ve kötü şöhretli hapishanesinde 1 gün yatan Roy, tüm sözlerinin ardında durduğunu söyledi. Sembolik para cezasını ödeyen yazar, fazladan 3 ay yatmadan hapisten çıktı. Ben de bu haberin üstüne işbu yazıya aşağıdaki satırlarla devam ettim:)

Günümüzde temel kategoriler arasındaki sınırlar iyiden iyiye belirsizleşiyor... İngiliz gazeteci Madeleine Bunting’in dediği gibi, ülkede kanun ve nizam güçlerinin kollarını kavuşturup seyrettikleri olaylarda bir hafta içinde cemaatler arası şiddet yüzlerce can alırken, bu görüntüler, mini minnacık tatlı dilli romancının, Yüksek Mahkeme tarafından, kendisini eleştirme cesaretini gösterdi diye “Hukukun şanı adına” ülkenin en korkunç hapishanelerinden birine gönderilmesi görüntüleriyle üstüste bindi... Roy, sembolizmin gücünü gören romancı gözü ve ilkenin amacını kavrayan eylemci anlayışı ile, dünyanın en büyük demokrasisi diye o çok böbürlenen Hindistan devletinin gururunu derinden yaralamayı başardı. (Kendisiyle aynı durumda olanların yaptıklarının aksine) özür dilemeyi reddederek, Hindistan demokrasisinin kumaşını testten geçirdi ve bu kumaş onun ellerinin arasında paçavraya dönüverdi. (The Guardian, 7 Mart 2002).

Bu kadın elinin hamuruyla, boyuna posuna bakmadan bakın nelerle uğraşıyor: Türkiye nüfusunun neredeyse üçte ikisini oluşturacak kadar insanı yerinden yurdundan edecek ve yarıkıtanın iklimini etkileyebilecek muazzam baraj projeleri ve bu barajların ardında döndürülen uluslar arası dolaplarla; yalnızca Hint yarıkıtasını değil, belki de yeryüzünün büyük bölümünü ortadan kaldıracak atom bombalarıyla, yeryüzünün en büyük iflâs ve dolandırıcılık olaylarının aktörleri olan yeryüzünün en büyük şirketleri ile; yeryüzünü karpuz gibi ikiye yarıp “çürük” yarıyı kozmosun çöplüğüne göndermeye hazırlanan bir garip “küreselleşme” ile; yıkımların en büyüğünü haberleyen başat hayat tarzımızla...

Yani, yerin ve göğün mutlak hâkimleri olma peşindeki kudret ve servet sahipleri ile savaşan bir küçük romancı kadın var karşımızda: “Kâinatın efendileri”ne karşı “Kaderinin Efendisi”. Şayân-ı hayret bir cesaret örneği doğrusu.

* * *

Yaşayan en büyük dilbilimci, düşünür ve muhaliflerden biri olan Noam Chomsky, bir konferansında modern endüstri medeniyetinin belli bir elverişli mitos sistemi içinde geliştiğini, bu medeniyetin itici gücünün de bireysel maddi kazanç olduğunu ekliyor.

“Ama,” diyor sonra, “çok uzun zamandan beri gayet iyi anlaşılmıştır ki, bu ilke üzerine kurulmuş bir toplum, zaman içinde kendisini yok edecektir. Bu toplumun, beraberinde getirdiği türlü ıstırap ve adaletsizliklerle birlikte ayakta kalması ancak, insanların yarattığı yıkıcı güçlerin sınırlı olduğuna, dünyanın sınırsız bir kaynak, sınırsız bir çöp tenekesi olduğuna inanırmışgibi yapılabildiği sürece mümkün olabilir [...]

“Tarihin bu aşamasında ancak iki şeyden biri mümkündür: Ya genel nüfus kendi kaderinin kontrolünü eline alacak, dayanışma, anlayış ve başkalarıyla ilgilenme gibi değerlerin rehberliğinde topluluğun çıkarlarına eğilecektir; ya da, alternatif olarak, kimsenin kontrol edebileceği bir kader kalmayacaktır ortada [...]

“İnsan varlığının bu muhtemelen son safhasında demokrasi ve özgürlük, baş tacı edilecek değerler olmanın ötesinde, varlığın sürdürülebilmesi için zorunlu değerler olabilirler pekâlâ."

("Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media” adlı belgeselden (1994); yön.: Mark Achbar, Peter Wintonick – vurgular benim - ÖM)

* * *

Burada çok basit, hatta insana aldatıcı gelebilecek kadar basit bir mantık yürütmeye çalışalım: Herkesin binyıllardan beri bildiği, siyaset felsefecisi Niccoló Machiavelli’nin yazılarından beri de neredeyse tartışmasız kabul ettiği bir “gerçek” var: Toplumların geleceğini elinde tutanların, yani siyasi-ekonomik-askeri karar vericilerin moral kaygıları olmaz. Çok bilinen ve tekrarlanan özdeyişle, devletlerin ahlâkı yoktur, çıkarları vardır. Onlar “amoral”dir. Devletler, karar vericiler, doğruları söyleme sorumluluğunu taşımazlar. Dolayısıyla, toplumlara doğruları değil, çıkarlarının gerekli kıldığı şeyleri söylemek durumundadırlar. Hatta, yalan söylemek, kimi durumlarda bir zorunluluktur.

Oysa, bireyler etik değerlerle hareket ederler. Yine çok iyi bilinen bir şeyi tekrarlama, yani “malumu ilan” etme pahasına şunları da söylememiz gerekir: Bireyler, kendi eylemlerinden sorumludurlar. Entelektüel, yeryüzünde ve kâinatta olan biteni gözleyen, olup bitene kritik gözle bakan bireydir. O, bakar, bir an olsun başını çevirmeden bakar, görür ve sürekli eleştirir. Kişinin entelektüel sorumluluğu doğruların söylenmesini, yalanların açığa çıkarılmasını zorunlu kılar.

Gelecek kuşakların kaderini belirleyecek olanlar doğruları söylemek zorunda değillerse, hatta, “küresel adalet” eylemcisi Susan George’un dediği gibi “ciddi değillerse, bombardıman uçaklarının burunlarının ötesini görmekten âcizlerse” yurttaşlar onların yerine de ciddi olma riskini göze almak zorundadırlar. Entelektüeller içinse bu, büsbütün (ipso facto) böyledir.

Dolayısıyla, günümüzde entelektüelin “yeni” bir tanımını yapmak gerekli gibi görünüyor: O, tüm diğer özelliklerinin yanında, gerçek’ten, doğru’dan yana, yalana ve “realpolitik” gereği yalanları dile getirmek durumunda olanlara karşı olmak zorundadır da aynı zamanda. Realpolitik’in etik değerlere üstün gelmesine karşı çıkmak zorundadır. Kısacası, muhalifolmak zorundadır.

Buna “meşrû müdafaa” da diyebiliriz. Bizi bekleyen korkunç depremlere, iklim ve atmosfer yıkımlarına, bütün o politik, ekonomik ve askerî yıkımlara ve bilhassa –Chomsky’nin sözünü ettiği– o nihai yıkıma karşı bir entelektüel meşru müdafaa.

* * *

İşte onun içindir ki, Aykut Barka, dünyanın en büyük entelektüel merkezlerinde haklı olarak edindiği “yaldızlı” mevkilerle yetinmemekte, binlerce kilometre yol katedip köy kahvelerinde ihtiyar bilgelerle ömür tüketmekte, resmî ölü-yaralı-hasar sayılarını –doğru olmadıkları için– elinin tersiyle itip gerçek tehlikeye yönelik mülâkatlar vermekte, durmadan medyada konuşmakta, İstanbul milletvekillerini âcil toplantılara çağırıp bu toplantıların bedelini de –olmayan– parasıyla kendi cebinden karşılamaktadır.

Arundhati Roy, gencecik yaşında kazandığı en prestijli entelektüellik ödülünün ışığında yan gelip “yıldız banyosu” yapmak ve Hollywood’dan gelecek milyon dolarlarla gününü gün etmek yerine dev eğlence şirketlerini inletip onlara romanını satmayı reddetmekte, ödülünün parasal kısmını baraj direnişçileri hareketine bağışlamakta, barajlarla, bombalarla, boru hatlarıyla, Enron davalarıyla “ellerini kirletmekte”, mahkeme kapılarında sürünmektedir.

Dünyanın en saygın gazetelerinden birinin (The New York Times Book Review) tanımıyla: “Düşüncesinin gücü, menzili, yeniliği ve etkileri açısından değerlendirildiğinde muhtemelen yaşayan en önemli entelektüel” sayılan Noam Chomsky, insan algılayışı ve dilbilim alanında bir devrim yapmanın ve dünyanın en prestijli bilim kurumlarında tepe noktalarını tutmanın kendisine ve dünyaya getirdiği kuşaklar boyu yetecek prestij ve tatmini hiçe sayarak, yarım yüzyıldan fazla bir süredir akıllara durgunluk verecek bir enerji ile, insanlık hali üzerine sayılamayacak kadar çok kitap, yazı, haber, gazete ve resmî belge okumakta, neredeyse sayılamayacak kadar çok kitap ve makale yazmakta, mistisizminden arındırıp tüyler ürpertici bir şekilde ete kemiğe büründürdüğü bu dünya halini o köy senin bu kasaba benim bütün dünyayı dolaşarak ve buralarda sayılamayacak kadar çok sayıda konferans vererek, mülâkat yaparak, eylemlere katılarak, mahkemelerde ifade vererek, kitlelerle paylaşmaktadır –hiç de “üstüne vazife” olmadığı halde. Ya da, belki, tam da üstüne vazife olduğu için!

* * *

George Orwell’in gerçek totaliter toplumu haber verdiği benzersiz klâsiği 1984’te, romanın kahramanı Winston Smith’in çalıştığı Gerçeklik Bakanlığı’nın (Yenidil’deki adıyla “Minitruth”), 300 metre göğe yükselen ve aynı oranda yerin dibine uzanan beyaz piramit binasının üstünde zarif harflerle bakanlığın üç sloganı yazılıdır:

SAVAŞ BARIŞTIR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

C E H A L E T K U V V E T T İ R.

Yeryüzünde tüm insanlara “kalıcı özgürlük” gelmesi için Süveyş’ten Pasifik’e en az 60 ülkede savaşıldığı ya da savaşa hazırlanıldığı, çimen-biçen, misket-saçan, beton-delen, ısı-yayan-ciğer-söken bombaların dörtbir yanda uçuştuğu; Çin ve Rusya dahil dünyanın en az 7 ülkesine nükleer bomba atmayı planlayan gizli raporun Kongre’ye resmen sunulduğu; barış ve özgürlük uğrunda kuşaklar sürecek bu mücadeleyi “haklı savaş” olarak niteleyen Amerikan “entelektüelleri”nin “Amerika’dan Mektup” yazıp bu mektubu Le Monde’da (hani şu, 11 Eylül’den sonra “Hepimiz Amerikalıyız” şeklindeki sembolik manşeti atan Fransız gazetesi) yayımladıkları; her gün onlarca insanın vahşice parçalanarak öldüğü Ortadoğu’da kalıcı barış gelmesi için Filistinlilere karşı “topyekûn savaş” açılması yolunda “Güçlü İsrail için Profesörler Grubu”nun bildiri yayınladıkları; 40 küsur gencin fecî ölümleriyle sonuçlanan operasyonun hayata dönüş olarak adlandırıldığı; yeryüzü insan nüfusunun yarısının günde ortalama 2 dolardan az bir parayla “yaşadığı” ve hepsinin özgür vatandaşlar kabul edildiği, televizyonlarla gazetelerin ve de sinemaların onlara pekâlâ gerçekleştirilebilirmiş hissini uyandıran renkli başarı düşlerini dizim dizim gösterdiği; modern endüstri medeniyetinin getirdiği hayat tarzı dolayısıyla onbinlerce yıldan beri görülen en büyük iklim değişikliklerinin, ısınmaların görülmeye başladığı ve bu görülenlerin görülmediğini yazan istatistikçilerin bulunduğu bir çağda yaşıyoruz...

* * *

Noam Chomsky’yi ABD’nin bütün eyaletlerinde, Kanada’da, Japonya’da ve bir sürü Avrupa ülkesinde konuşurken, anlatırken, tartışırken izleyen belgesel filmin “final”i: Radyocu soruyor: “100’lerce mülâkat, 100’lerce konferans... Hepsinde ele aldığınız konular da katliam, savaş, istila, soykırım gibi tüyler ürpertici şeyler...ölüm mangaları falan... Peki, sizi sürekli ‘götüren’ şey nedir? Yanıp tükenmiyor musunuz?..”

Chomsky, çocuksu bir ifadeyle utangaç utangaç gülümsüyor, saçıyla oynuyor sonra ve duyulur duyulmaz bir sesle mırıldanıyor: “Bilmem... aynaya bakma ihtiyacı herhalde.”

* * *

Bence, entelektüelin yeniden tanımlanmasının zamanı geldi gelmesine de, geçmiş olmasından korkulur.

(2002 Bahar, 31 sayılı Cogito’da yayımlanmıştır)