24 Mayıs 2010Referans Gazetesi
Eskiden ‘açık ve kapalı ekonomi' ayrımı önem taşıyordu. Gelişmiş ülkeler bu ayrımın önemini çabuk öğrendiler, iktisat politikalarını yeni ortama uyarladılar. Türkiye'de ise bu ayrımın önemini algılayamayan yöneticiler, ekonomimiz açıldıktan sonra bile kapalı ekonomideymişiz gibi politika kararları almaya devam etmeye kalkışmışlardı. Böylece kendimizi, kendi yarattığımız, 1994 krizi içinde bulmuştuk. 2008'de başlayan ve maalesef halen sürmekte olan kriz, açık/kapalı ekonomi ayrımının da ötesine geçilmesi gerektiğini ortaya koydu. Bu defa, küreselleşme olgusu ön plana çıktı. Küreselleşmenin hâkim olduğu bir ortamda, bir ekonominin tek başına, bırakın daha kapalı ekonomiye dönmeyi, marjinal sayılabilecek düzenlemeler yapmasının bile çok zor olduğu anlaşıldı. Bir şeyleri değiştirebilmenin fiilen başka ülkelerin onayına, dolayısıyla uzlaşmaya bağlı olduğu giderek daha açık bir biçimde ortaya çıktı. Uzlaşmanın neresindeyiz? Pek belli değil.
Kriz de dur durak bilmiyor. İktisat politikası yapıcıları da ‘küreselleşmenin bu denli güçlü olduğu bir ortamda, bu sorunun nasıl çözülebileceğini' bulacak Keynes gibi bir dâhinin daha ortaya çıkmasını bekleyemeyecekleri için, eldeki eskimiş bilgilerle ve "Her koyun kendi bacağından asılır" mantığıyla işe giriştiler. Sonuçta, gelişmiş ülkelerde kamu borcunun GSYH'ye oranı, ‘sürdürülebilir olma' sınırına yaklaştı, hatta bazılarında geçti bile. Bu ekonomilerin önümüzdeki dönemdeki büyüme performanslarının pek de tatmin edici olmayacağı görüşü giderek daha güç kazanır hale geldi. Gelişmekte olan ülkeler konusunda ise kimilerinin iyimser bekleyişleri var. Katıldığım farklı görüşte olanlar ise onların asıl bundan sonra etkilenecekleri yönünde. Türkiye'ye gelince, özellikle Avrupa'daki olumsuz gelişmelerden etkilenmesi doğal, hatta belki de kaçınılmaz.
Avrupa'nın bugünkü durumu da bizim 1994'teki şaşkın halimizden pek farklı değil. Onlar da küreselleşme ile kriz bir araya gelince bocalamaya başladılar. Almanya'nın, kimseye danışmadan, açığa satış üzerine kısıtlama getirmesini ele alalım. Haydi Türkiye'ye ya da Tayland'a haber vermedi diyelim. Ama Avrupa Birliği (AB) üyelerine de bilgi vermeden bu yola gittiği söyleniyor. Eğer bu bir hata değil de bir tercihse, arkası gelecek demektir. Yani Almanya başka çaresi olmadığını düşündüğü için ültimatom verdi. Diğer AB üyeleri ya bunu kabul edecekler ve Almanya'yı izleyecekler ya da Almanya aldığı kararın etkin olmasını sağlayacak yeni ültimatomlar vermeye devam edecek. Uzlaşmacı bir çözüme benzemiyor. Aslında, Almanya sadece bir örnek. AB üyesi Büyük Britanya'nın yeni başbakanının ağzından duyduğumuz, "Güçlü euro bizim için çok yararlı. Ama bunu sağlamanın maliyetine karışmayız" da bir tür ültimatom değil mi?
Bu arada bir darbe de merkez bankasının bağımsızlığı görüşüne vuruldu. Gerçi, Avrupa Merkez Bankası'nın (AMB) etkinliğinden kaygı duyanlar, tek hükümet varken para politikasını yürütmenin dert olduğu bir dünyada 27 hükümet söz konusu olduğunda işin içinden hiç çıkılamayacağını baştan beri ileri sürüyorlardı. Bu durum, AB'nin Almanya merkezli hiyerarşik yapısı ve Jean-Claude Trichet'nin saygın kişiliği birleşince önceleri ciddi bir sorun doğurmadı. Ancak, Yunanistan krizinden sonraki gelişmeler sırasında AMB kendisini tüm AB hükümetlerinden oluşan bir koalisyonun giderek artan baskısı altında buldu. Geçen hafta da baskılara teslim olmak zorunda kaldı; kurallarını gevşetti, kararlarını geri aldı. Kimine göre euroyu kurtarmak için başka çare yoktu. Kimine göre ise AMB günü kurtarmak için güvenilirliğini yitirmiş oldu. Buna değer miydi? Merkez bankasının bağımsızlığına ne denli önem verildiğine bağlı. Bu tartışmalı konuyu Türkiye deneyimi bağlamında ele alan çok güzel bir çalışma var. Koç Üniversitesi öğretim üyesi Caner Bakır'ın kitabını hararetle tavsiye ederim. Künyesi şöyle: Caner Bakır: Merkezdeki Banka, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.