1 -2 Mayıs 2010Yeni Şafak
"Yükselen et fiyatları" konusu üç yazıyı ele geçirince "siyaset"ten uzak düştük.
Bu arada gündeme bir de "Arato tartışması" düştü.
Devrim Sevimay, röportajlarını kaçırmamaya gayret ettiğim bir gazeteci olmasına rağmen, bu Arato faslı gözümden kaçmış.
Üzerine çok yazılıp konuşulunca dönüp okumak farz oldu üç metni de.
Arato'nun söz konusu röportajlarda ve bizzat kaleme aldığı yazı gerçekten de atlanmaması gereken cinstenmiş. Arato'nun "anayasa hukukçusu" hatta "hukukçu" olmadan –sadece – bir siyaset bilimci olarak dışarıdan gazel okumasına vurgu yapan eleştirilere katıldığımı söyleyemem. "Tek kelime Türkçe bilmemesi"nin öne çıkarılmasını da yersiz bulurum. Artık "küreselleşme" olgusunun hakim olduğu bir dünyada yaşadığımıza göre, biz nasıl canımızın çektiği her ülke için ahkâm kesebiliyorsak, Arato'nun Türkiye'de yaşanmakta olan anayasa değişikliği hakkında laf etmesi de aynı derecede tabii bir durum.
Ancak, anayasa tartışmalarımıza katılan bu misafir oyuncuyu, önemli bir siyaset bilimci olduğu söylenmesine rağmen, haddinden fazla "alaturka" bir bakış açısına sahip birisi olarak değerlendirdim.
Bu "alaturkalık"ın en veciz şekline de siyaset bilimcinin şu ifadesinde karşılaştım:
"Ben içeriğin de bir şekil problemine karşılık gelebileceğini söyledim. Mesela, anayasanın X maddesi, 'Gül sultan ve halifedir' şeklinde değiştirilecek olsa, buradaki şekil ihlalini kanıtlamak için içeriğe bakmak gerektiğini ve bunun da 2'yle 3. maddelerin değiştirilemez oluşuna refaransla yapılacağını söyledim."(!)
E yani bravo doğrusu! Belli ki, "misafir oyuncu" Türkçe bilmese de, Türkçe konuşan televizyon ekranlarının tartışma programlarında yıllardır –bıkılmadan/usanılmadan- tekrarlanan son derece "zeki" bir soruyu tekrarlamayı akıl edebiliyor.
Oysa biz –çok şükür- anayasa tartışmalarında ve anayasa mahkemesinin işlevi-rolü bahsinde bu can sıkıcı soru/cevapları epeydir geride bırakmış bulunuyoruz.
Bir kere soru sahibi her şeyden önce, örnek olarak sunduğu o "X" maddesinin, Anayasanın ilk üç maddesi girmesi dolayısıyla bırakın "değiştirilmesi"ni, "değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği" bilmiyor mu? Böyle bir dilek TBMM'de dile getirilip bir kanun teklifine dönüştürülecek, sonra da oylanarak Cumhurbaşkanı'nın ve Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelecek; haddinden fazla geniş bir hayal gücünün eseri değil mi bu!
Bu sorunun son derece "komik" kaçmasının en önemli nedenlerinden birisi de şu: Siz hiç bugüne kadar bu ülkede "Cumhurbaşkanı halife-sultan, başkent de (bu "endişe" de Arato'nun bir başka sorusunda yer alıyor) İzmir olsun!" benzeri bir isteğin-arzunun telaffuz edildiğine şahit oldunuz mu? Düşünün, "başkent" olarak hem de İzmir!
Demek ki, misafir siyaset bilimci adı Türkiye'nin toplumunu, asla boş bırakılmaya gelmeyen, aksi takdirde ilk fırsatta ".... kaçacak" bir yeni yetme olarak tasavvur ediyor. Ne yazık, bu mudur "siyaset bilimi"nin yol göstericiliği?
Gelelim Arato'nun anayasa değişikliğine ilişkin kanunun Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelmesi gerektiğini savunan görüşlerine. Bunlar da şöyle şeyler:
"Mahkeme netlikle paketin anayasaya aykırı olduğunu ileri sürebilir ve 4. Madde ile sabitlenen ilk üç maddeyle uyuşmadığını savunabilir. Gerisini tartışmaya bile gerek yok, sadece anayasaya aykırı olduğunu söyleyip yeniden görüşülmesini söyleyebilir. (...) Türkiye'nin anayasasında değiştirilemeyen hükümler var. Sadece formel bir denetim yetkisine izin verilse, değiştirilemez olanı değiştirmek sonuçta bir yandan formel bir ihlâldir ve bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamanın yolu da içeriğe bakılması ile mümkündür."
Arato'nun bu sözlerini okuyunca, bir kere daha şöyle düşündüm: Yok artık, bu kadarı da fazla! Misafir oyuncu "Türkiye" denilince hangi ülkeleri hatırlıyor acaba? Anayasa Mahkemesi'nin anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları nasıl, hangi yönden inceleyebileceği konusu bu ülkede yarım yüzyıla yakındır yapılmıyor mu? Bu ülkede Mahkeme'nin bu türden kanunlara nasıl, hangi şartlar altında el atabileceğine ilişkin bugüne kadar onlarca tartışma yapılmadı mı? Hatta bu konuda en açık son noktayı bugün orasından burasından didiklenen 82 Anayasası koymadı mı? Hatta bu ülkede, bugünkü gibi bir "referandum" söz konusu olduğunda da Mahkeme'nin "kapı gibi"bir kararı ile karşılaşmadık mı? Yine Anayasa çerçevesinde "asli ve tali kurucu iktidar" konusu hakkında az mı yazıldı çizildi ve kararlar alındı?
Diyeceğim o ki, "Anayasa"ya ilişkin bu ve benzer konularda tartışılmayan, farklı görüşlerin karşı karşıya gelmediği, "Mahkemesi"nden farklı kararların çıkmadığı "bâkir" bir ülke değil burası. Her anayasal demokraside olduğu gibi bizde de bu konularda bugüne kadar epeyce yol alındı. Ancak bizim tuhaf bir huyumuz var. Bizdeki Anayasa Mahkemesi, ne yazık ki, bugüne kadar bu konularda "tutarlı" olmayı öğrenemedi bir türlü... Mahkeme'nin 60'lı yılların sonunda itibaren bu konulara ilişkin verdiği kararlara açın bakın bir. Bir kararında "İşte bu!" dediğiniz Mahkeme, bir başka kararında "Oldu mu şimdi!" dedirtiyor. Demek ki ihtiyacımız olan şey, Arato'nun ilkelerini üşenmeden sıraladığı "anayasal demokrasi"nin ilkelerinden haberdar olmamız değildir; ihtiyacımız olan şey, Mahkememiz'in ve siyasi partilerimizin bu konuda "bir ileri iki geri" adım atmamasıdır.
Konu çekici, yarınki yazıda devam ederiz...
2 Mayıs 2010
87 referandumunda iptal davası nasıl geri çevrilmişti
Dünkü yazıda -artık hemen herkes tarafından tanınan- Arato'nun anayasa değişikliği kanununun Anayasa Mahkemesi tarafından (Anayasa'nın 4. Maddesi tarafından sabitlenen ilk üç maddeyle uyuşmadığı gerekçesiyle) iptal edilmesi gerektiğine ilişkin görüşünü değerlendirirken, bu Amerikalı siyaset bilimcinin Türkiye'de bugüne kadar benzer durumlarda ne tür tartışmalar yaşandığından galiba habersiz olduğunu söylemiştim.
Oysa, özellikle 1971 sonrası dönemde yasama karşısında Anayasa Mahkemesi'nin yetkisinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair önemli tartışmalar yaşanmıştı.
Bu tartışmalardan bugün bizi özellikle ilgilendirenin 17 Mayıs 1987 tarih ve 3361 sayılı anayasa değişikliği kanununun başından geçen hikayeye ilişkin olduğunu söyleyebiliriz.
Söz konusu kanun 1982 Anayasası'nın eski siyasetçilere bir takım yasaklar getiren geçici 4. maddesini ilga ediyordu. Bu geçici maddeyi hatırlayanlarınız çoktur. 12 Eylül rejimi ve dolayısıyla 82 Anayasası, askeri darbe ile kapatılan partilerin özellikle yönetim organlarında bulunan siyasetçilere siyaset yapma yasağı getiriyordu. (Yeri gelmişken hatırlayalım: 87 referandumunda kanunun %49'a karşı %51 ile kabul edilmesi (de) ülke seçmenlerinin nasıl kolay fikir değiştirdiklerinin bir delili değil mi?)
Söz konusu kanun yürürlüğe girmesini "halkoylaması" şartına bağladığından yeterli imzayı bulan milletvekilleri Anayasa Mahkemesi'ne iptal davası açmışlardı. Söz konusu iptal başvuru, kanunun -175. Maddenin ilk halinden dolayı- Cumhurbaşkanı tarafından Meclis'e geri gönderilmediğine göre Resmi Gazete'de yayımlandığı gün yürürlüğe girmesi gerektiği belirtilerek "biçim bakımından" yapılmıştı.
Anayasa Mahkemesi'nin önüne gelen bu "iptal davası"nı yetki yönünden reddetmişti. Mahkeme şöyle diyordu:
"Anayasa Mahkemesi'nin görev ve yetkilerini belirleyen Anayasa'nın 148. Maddesinde, Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların esas bakımından denetimine yer verilmediği gibi, bunların biçim yönünden denetimleri de; teklif ve oylam çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı tutulmuştur. İptal istemi bu sınırlı sebeplerin herhangi birine ilişkin bulunmadığı sürece davanın dinlenmesi olanağı yoktur. (...) Bu itibarla işin esasına girilmeden yetkisizlik nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekir."
Bu gelişmeyi bir yazısında gözden geçiren Prof. Kemal Gözler, bu "problemi" şöyle yorumluyor:
"Yine burada görülmektedir ki, eğer 1961 Anayasası döneminde Anayasa Mahkemesi şekil denetiminin kapsamını tartışma götürür yorumlarıyla genişletmeseydi, yani şekil denetimi adı altında esas denetimi yapmasaydı, 1982 Anayasa koyucusu muhtemelen şekil denetimi kapsamını bu derece sınırlandırmayacak ve yukarıda zikredilen 1987'deki Anayasa değişikliğindeki şekil sakatlığını muhtemelen inceleyip iptal edecekti. Dolayısıyla 1961 Anayasası döneminde, Anayasa Mahkemesinin şekil denetimi yorumunda aşırıya gitmesi, 1982 Anayasası döneminde normal şekil denetiminin dahi aşırı ölçüde sınırlanmasına yol açmıştır."
Hatırlattığımız bu örnek bile tek başına, Arato'nun bugünlerde önümüze gelmesi muhtemel bir gelişmeye ilişkin yorumunun Türkiye'deki anayasa tartışmalarına ne derece yabancı olduğunun bir delilidir. Anayasa Mahkemesi'nin yetkisi hakkında "Sadece formel bir denetim yetkisine izin verilse, değiştirilemez olanı değiştirmek sonuçta bir yandan formel bir ihlâldir ve bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamanın yolu da içeriğe bakılması ile mümkündür" sözleriyle dile getirilen bu yorum, Anayasa Mahkemesi'nin bile, Anayasada açık-seçik olarak çizilmiş olan yetkilerini hatırlayarak sırasında –yani sürekli olmasa da!- aklının yatmadığı bir akıl yürütme tarzıdır. Demek ki Arato'nun yorumu, anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların bırakın "esas bakımından denetimi"ni, "biçim yönünden denetimi"ni bile kalın "kırmızı çizgiler" ile belirlemiş olan 82 Anayasası'nın hayal gücünün sınırlarını bile aşmaktadır.