6 Mayıs 1927, Eşref Şefik Bey İstanbul Radyosu'nda ilk anonsu yapıyor: "Alo alo, muhterem samiin..."
Bugün 13 Şubat Dünya Radyo Günü. 6 Mayıs 1927 tarihinde Eşref Şefik Bey'in İstanbul Radyosu'nda yaptığı ilk anonsun üzerinden ise 88 yıl geçmiş. Bütün 'radyocu'lara kutlu olsun.
Açık Kitap'tan birkaç madde
Radyo Aşkı
“Bir gün Minneapolis’e gitmeyi umuyorum” dedi Francis, ukala ukala. “Minnesota Üniversitesi’ne gideceğim.”
“İyi olur, yap bunu” dedi Amcası. “Ne okuycan orda?”
“Radyoculuk okumak istiyorum.”
Art Amca güldü: “Kimse radyoculuk okumaz oğlum. Onu okulda okutmazlar, çünkü acayip eğlencelidir. İnsanlar öğretmen ya da dişçi olmak için giderler okula. Radyo ise, bir yığın herifin deliler gibi eğlendiği bir yerdir... İnanılmaz bir şeydir radyo. Orada günde onbeş dakkadan fazla çalışan insan görmedim.”
Garrison Keillor’un Radyo Aşkı[1] adlı romanından.[2] (1991)
Bkz; Gece Uçuşu, Açık Radyo.
[1] Garrison Keillor; WLT: A Radio Romance. New York: Viking Penquin Group, 1991.
[2] Radyo Aşkı’ndan bu bölüm 1995 sonbaharında Açık Radyo’nun test yayınında okunmuştu.
Sevgili Açık Radyo
Doğduğum günden beri hep senin sesini duydum. Artık belli bir yaşa geldikten sonra anneme: “Anne Açık Radyo’ya gidelim” diye yalvarmaya başladım. Annem birkaç yıl beni oyaladı. En sonunda ise Açık Radyo’ya gitmiş oldum. Çok heycanlıydım. Bana “ne içersin?” dediklerinde bile ben, “farketmez” cevabını verdim. Bana “eğer çocuk programı yaparsak sen de gelir misin?” dediklerinde ben çok sevindim. Ama her zamanki gibi yine “farketmez” dedim. Bana “en çok hangi şarkıyı seviyorsun?” dediklerinde bile ben heyecanımdan şarkının adını unutmuştum. Sonra annem hatırlattı. Ertesi sabah benim için çaldıkları parçada benim adımı söylediklerine inanamadım. Bir tek benim için şarkıyı tercüme bile etmişlerdi. Onları çok sevmiştim. Bir dahaki gidişimde kesinlikle konuşacağım. Dinleyici Mektubu, Meryem Keskin, 9 Mart 2005.
Çişli Radyo
Fethi Bey ve karısı Zekiye, ardından bakmakta oldukları posta katarının sanki tüm bir ömrü beraber götürdüğünü düşünüyorlardı. Denkleri, sandıkları, sepetleri ve iki çocuklarıyla bu taşra istasyonunda kalakalmışlardı. Tren büsbütün görünmez olunca görevli hareket memuru onlardan yana koşmuş, telgrafla geleceğini haber aldığı yeni şeflerini “hoş geldiniz” diyerek selamlamıştı. “Buyurun” demişti, “lojman şu tarafta”. Sırf laf olsun diye de sormuştu yürürlerken: “Yolculuğunuz iyi geçti mi?”
Fethi Bey ve Zekiye Hanım ‘şark hizmeti’ için, önceki gün binmişlerdi trene Bostancı istasyonundan. Çocuklar bütün gün burunlarını cama yapıştırmış, gece kuşetler açılınca da en üste sen yatacaksın ben yatacağım derdine düşmüşlerdi. İki gün ve gece boyunca düşledikleri görev yeri demek burasıydı. Adamın peşinde suskun yürüyorlardı, birbirlerinin yüzlerine bakmaya pek cesaretleri olmadan.
Lojman iki oda, uydurma bir mutfak, dönülmeyecek kadar küçük heladan başka bir şey değildi. Oğlanlar, Yüksel ve Sait, edindikleri yeni arkadaşların kılavuzluğunda komşu bahçelerdeki meyve ağaçlarını ‘keşfe’, Fethi Bey de istasyonu ‘teftişe’ çıktığında Zekiye evi yaşanır kılmaya girişti. Sağdan soldan bir-iki kasabalı hanım yardıma koşmuştu. Kapının önünde denklerin iplerini beraberce kesip gevşettiler, battaniyelere sarılı denklerin içinde ne var ne yok ortalığa saçtılar. Yine el birliği ile lojman demirbaşı sandalyeleri, masa ve mutfak dolapları silinip, temizlediler. Mutfak dolaplarının ve masanın muşambasını yaydılar. Giysiler odalardaki tahta dolaplara kaldırıldı. Perdeler takıldı. Yastık yüzleri geçirildi, koca iğnelerle yorgan kaplandı. Mutfağa, helaya ve odaların birer uygun köşesine camı gazete kâğıdı ile parlatılmış gaz lambaları yerleştirildi. İçine pek sinmese de rengi dönmüş döşemelerin üzerine aile yadigârı ‘kıymetli’ halılarını da serince, Zekiye Hanım’ın trenden indiğinden beri çektiği yürek ezintisi geçer gibi oldu. Aklı yatmaya başlamıştı. Topu topu günde üç posta treni ile Doğu Ekspresi’nin ve sayıları hiç bir zaman kestirilemeyen yük katarlarının geçip gittiği bu küçük kasabada yaşamayı, galiba becerebileceklerdi.
Savaş yıllarıydı. Memlekette geceleri karartma uygulanıyordu ama bu kasabanın derdi değildi. Buralarda zaten elektrik yoktu. Düşman uçaklarının mum ve gaz lambası ışığını görecek halleri yoktu ya. Kolla çevirmeli bir telefon, bir de ‘direkleri uzayıp giden telgraf’ istasyonun canı, kulağıydı. Hepsi bu. Gece yarısına doğru –çoğu zaman gecikmeli– posta trenine bir yanı yeşil, öteki yanı kırmızı camlı lüks fenerini sallanarak yol veriyorlardı. Gecenin zifir karanlığında yetiyor da artıyordu.
“Gazete At!”
Her şeye alışılıyordu da, elektriksizlik kötüydü. Kasabalının aldırdığı yoktu ama İstanbul’dan gelmişler için zordu. Geceler geçmek bilmiyordu. Üstelik Zekiye Hanım Suadiye’de hat boyundaki yirmi iki odalı, İstanbul’un ilk telefonlu evlerinden biri olan köşkte büyümemiş miydi? Fethi Bey’in zoruna gidense başkaydı. Haber alamamak. Elektrik olsa radyo dinleyecek, o da yok. Gelip geçen trenlerin bıraktığı üzerleri kavun-karpuz lekeli gazeteleri okumak zorunda kalmak kadar can sıkıcı bir şey olamazdı. Üstelik pek çoğunun da tarihi geçmişti. Üç günlüğüne rastlamak bulunmaz bir nimetti. Bir haftalık, on günlük… “Adam para verip yeni aldığı gazeteyi atacak değil ya” diyordu…Yıllar sonra çıktığı tren gezilerinde, “gazete at” diye bağıran çobanları gördükçe o günleri; üzeri börek, dolma, hatta çocuk kusmuğu lekeli ‘Harbi Umumi’ gazetelerini anımsamadan edemeyecekti. Her anımsadığında da savurduğu ‘kendine özel’ bir küfrü bile vardı dağarcığında Fethi Bey’in.
File dolusu şişeyle çıka gelmişti lojmana bir akşamüstü. Evin önüne, henüz açmaya başlayan akşamsefalarıyla, gaz tenekelerine ekili ayçiçeklerinin arasına oturmuş bir ‘Kulüp’ sigarası yakmıştı. Keyfi yerinde sayılırdı. Yeleğinin cebinden bulup çıkarttığı ‘İngiliz sicimini’ ispirtoya batırıyor sonra da sicimi boş rakı, bira, şişelerinin boğazına sıkıca sarıyor ve sonra da ipi çakmağıyla tutuşturuyordu. Şişeler sicimin dolandığı yerden çatır çatır kırılıyordu. Bu işi öyle ustalıkla yapıyordu ki, bilmeyen şişeleri fabrikadan öyle çıkmış sanacaktı. Şişeler bahçede asker gibi sıraya girince: “Bundan böyle herkes çişini bu şişelere yapacak.” dedi. Zekiye Hanım soracak oldu ama Fethi Bey onu susturdu. Anlatmaya, açıklamaya çalışsa önce kendi gülecek. Bu ve benzer durumlarda en iyisi ciddi olmak. “Siz işeyin hele” diye kestirip attı, lafı fazla uzatmadı.
Fethi Bey boş şişeleri kırka tamam edince ‘dolum’ işleminin ağırdan gittiği inancına vardı. Henüz yarılamamışlardı bile. Yarılamak ne kelime, on şişe dolmuştu ancak. Hatırını kırmayacak, nazının geçtiği kimseleri yakalayıp yakalayıp bu şişeleri bir güzel doldurttu. Hatta trenden inip hela aranan çocuklu kadınlara bile bu şişelerden uzattı. Dolu şişeleri evin dışına, gözden uzakça bir yere sandıklar içinde diziyor, üzerlerini kaba kağıtlar ve çadır beziyle sıkı sıkı örtüyordu. Şişelerin dolduğuna kanaat getirince “Zekiye, bizim radyo nerelerde?” diye sordu. Yüksekkaldırım’dan şu kadar para verip aldığı radyo, dolabın dibinde bir yerden bulunup, çıkarıldı. Gidecekleri yerde elektrik vardır umuduyla katılmıştı eşyaların arasına. Olmadığı anlaşılınca da daha ilk gün, evvela onu kaldırmıştı Zekiye Hanım dolaba.
Nahoş Kokulu Bir Pil
Çocukların şaşkın bakışları arasında Fethi Bey hazırladığı bakır çubukları birer birer şişelerin içine sallandırdı. Sonra hepsini birbirine bakır tellerle bağlayarak tuhaf görünümlü ve ‘nahoş kokulu’ dev bir pil elde etmiş oldu. Bataryadan uzattığı kabloyu da radyonun girişine bağlanmıştı. Diğer hazırlıklar gözden geçirildikten sonra radyonun düğmesini de usulca çevirivermişti. Radyonun ‘gözüne’ ışığın gelmesi, lambaların bir bir ısınması için gerekli otuz-kırk saniye geçmek bilmemişti. Önce bir parazit, azıcık kurcalayınca da çok uzaklardan ulaşan bildik bir ses duyulmuştu. ‘Ajans Haberi’ okuyordu. İşte Ankara Radyosu!
Fethi Bey buluşunu, orta ikide, okulun alt katındaki laboratuvarda yaptıkları bir dizi fizik deneyine yorup durdu. Nedense hiçbir zaman tam olarak anımsayamadı. Hatta bu fikri ‘rüyasında görmüş olabileceği’ sanısına kapıldığı bile oldu. Çok dert etmedi, ayrıntının üzerinde durmadı. Önemli olan radyonun çalışıp çalışmadığı idi. Almanların ne halt ettiğini, nerede püskürtüldüğünü, ‘Adana buluşmasını’, İstanbul’da karaborsaya düşen malların ayrıntılı listelerini, Aşkale treninin varlık vergisini ödemeyenleri taşıyacağını; adı artık ‘çişli’ye çıkmış olan radyosu aracılığıyla öğrendi. Buralarda ‘haber’ öyle kıymetliydi ki. Bazı geceler radyo dinlemeye gelen konukları bile oluyordu. Konuklar zayıflayan bataryaya ‘takviye hizmeti’ görerek katkıda bulunuyor, Fethi Bey’e borçlu kalmamaya çalışıyorlardı. Öyle zaman oldu ki Çişli Radyo tüm demiryollarında nam saldı. Gelip geçen trenlerin önce makinistleri, sonra biletçileri, en nihayet yemekli vagon çalışanları bile inip radyoyu görmeye gelir olmuşlardı. Böyle durumlarda radyo dışarıya taşınıyor, gösteri alkışlarla son buluyordu. Devamlı yolculardan kimileri, tren ününü duydukları “çişli radyo istasyonunda” durduğunda vagonların camlarını indiriyorlar ve akıllarınca treni gözleyen istasyon şefine, “Fethi Bey! çişli radyo nasıl gidiyor?" diye takılıyorlardı. Alınan yanıt ise hiç değişmiyordu “İyidir, iyi!...”
Türkiye’de İlk Radyo Yayını
İstanbul’da, dolayısıyla da Türkiye’de ilk radyo yayını 1920-22 yıllarında yapılmıştı. Kesin tarihinin bilinememesinin nedeni ise yayınların Boğaziçi’nde demirli bir Fransız savaş gemisinden yapılmasıydı. Bu seyyar verici, yayınını ‘kendi personeli’ için gerçekleştiriyordu. Adına ‘telsiz telefon’ denilen bu yayınlar; Dar-ül Fünûn yani İstanbul Üniversitesi konferans salonunda bulunan alıcılar aracılığıyla öğrencilere dinletiliyordu. Fransız bahriye radyosu yayınlarının duyulmasını sağlayan da Dar-ül Muallimin öğretmenlerinden Rüştü Bey’di.
Türk radyoculuğu bugün hâlâ varlığını işgalci Fransız denizcilerine ve Rüştü Uzel’e borçlu... Fransız General Charpie İstanbul’dan ayrılırken, vericiyi Rüştü Bey’e armağan etmişti. Bu davranış dört-beş yıl içinde karşılığını görecek, İstanbul’a radyo vericisi kurma ihalesi, 1925 yılında Fransız TSF firmasına verilecekti.
Afife Hanım’dan ‘Rossignol’
Rüştü Bey ve öğrencileri yeni verici ile ilk deneme yayınını 19 Mart 1923 günü yaptılar. Radyo yöneticisi, oyun yazarı Turgut Özakman tarihî olayı şöyle anlatıyor: “Sonunda beklenen an geldi. Yayın, Rüştü Bey’in kısa bir konuşmasıyla başlar. Yeğeni Ahmet konuşmayı Fransızca olarak özetler. Genç bir flütçünün çaldığı zeybek havasından sonra Bakırköy İttihad-ı Osmanî özel okulunda müzik öğretmenliği yapan Afife Hanım ‘Rossignol’ adlı parçayı söyler. O kadar alkışlanır ki, Afife Hanım bir kaç kez mikrofona gelir”. 20 Mart 1923 tarihli Tevhid-i Efkâr Gazetesi ise haberi şöyle duyurmuştu: “Rüştü Bey bir aydan beri İstanbul halkına dahi Avrupa ve Amerika’da birdenbire fevkalade taammüm eden telsiz telefon hakkında bir fikir verebilmek için tecrübeler yapmaktadır. Dün Dar-ül Muallimin konferans salonundan bir nutuk, ney ile çalınan bir zeybek şarkısı terennümatı, Dar-ül Fünûn’dan vâzıh bir surette dinlenebilmiştir.”[1]
Türk radyoculuğu hemen hemen Cumhuriyet’le yaşıt dersek yanlış olmaz. Uzun zaman devlet tekelinde kalan radyolar, Cumhuriyet kuşaklarının yetişmesinde önemli görevler yerine getirmiştir. Başta musiki olmak üzere güzel sanatların, bilim ve kültürün tanıtılıp sevdirilmesinde yararlılıklar göstermiş kurumlardan biri olduğu hiçbir zaman inkâr edilmez. Vefa borcuyla anılır, öyle ifade edilir. Pek çok kuşak, geçen seksen yıl küsur boyunca musiki ve kültür birikimini radyolar aracılığıyla almış yahut pekiştirmiştir. Radyonun haber kaynağı olmak işlevinin yanı sıra Türkiye’de üstlendiği eğitim, sanat ve kültür organı olabilme gönüllülüğü ilginç bir durumdur. Biçilen görev, dünyanın pek çok ülkesinde herhangi bir haber ve eğlence kaynağından beklenilenin çok çok üzerindedir. Giydirilen ağır yük, hem kurumlara hem de kurumu yönetenlere önemli sorumluluklar yüklemiştir. Sorumluluk anlayışı kimi zaman bir takım katı, yanlı yayın kurallarına ve politikalarına, yasaklara, ön yargılı bakış açılarına olanak sağlayarak ‘kendisini ve dinleyenlerini’ korumaya çalışmıştır.
Son yıllarda devlet tekeli kırıldı pek çok özel radyo kuruldu. Sayısı yüzlerle ifade edilen özel radyolar kendi anlayışları ve yetenekleri çerçevesi içinde yürütüyor radyo yayıncılığını. Tanımlanmış, sınırları az-çok belirlenmiş seçim alanlarında faaliyet gösteriyorlar. Kendi ‘meşreplerine’ göre de dinleyici buluyorlar. Epeyce ideal ve demokratik bir ortam gibi görülüyor. Bundan iyisi can sağlığı. Bütün bunlar tamam, iyi hoş. Öte yanda doğru yanıtlanması gereken soruların sayısı da hayli kabarık. Radyolar neyi ne kadar başarmıştır, kurumlaşabilecek midir, kalıcı olabilecek midir, dinleyicisi ile ne kadar bütünleşebilmektedir mesele oradadır...
Sorulması gereken asıl soru da galiba şudur: Fethi Bey’in tutkusuna değecek radyo var mı çevremizde? Olanaklarını zorlayarak kendisine ulaşmaya çabalayan kaç dinleyiciye sahip bu radyolar. Varsa eğer; nerede, kaç tane? Cemal Ünlü, www.acikradyo.com.tr , 29 Ocak 2002.
[1] Özden Çankaya; “Türkiye’de Radyo Yayıncılığının Öyküsü” İstanbul Radyosu: Anılar, Yaşantılar…, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Mayıs 2000.
Balkon Radyosu
Stüdyo radyosundan ayrılan özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Kapısı, yalıtım sistemi, sabit masası, ışıklandırması ve havalandırması olan stüdyo radyosuna karşılık balkon radyosu havadar, komşulara ve her türlü hava şartlarına açık, hareketli, teknik donanım konusunda yetersiz ama istek ve inanç konusunda yeterlidir. Denendikçe olanakları ortaya çıktığından olanakları sonsuzdur. Kendini yalnız hissetmemek ve teknik konuda destek almak için stüdyo radyosuna ihtiyaç duyar. Günümüzde bunun örneklerini görebiliriz ve hatta balkon radyolarından doğan enerji, kimi stüdyo radyolarında yeni çatlaklara, yeni oluşumlara ve kırılmalara, şaşkınlıklara yol açmaktadır. Bazı stüdyo radyoları mekânında yer alan ‘Varış’ isimli çay pişirme makinaları, balkon radyosu çalışanları için her zaman önemli bir metafor olmuştur. Seçil Yersel.