50 Yıl Sonra 27 Mayıs Darbesi: III. Bölüm

-
Aa
+
a
a
a
Cemal Gürsel, Alparslan Türkeş

(27 Mayıs 2010 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)

3. Bölüm

Ömer Madra: Açık Radyo’da Açık Gazete’de 27 Mayıs Darbesi’nin 50. yılında Ali Bilge ile hazırladığımız özel programın  3. bölümündeyiz. Bugün 27 Mayıs’ın tam 50. yılı.

Ali Bilge: 27 Mayıs’ta da CIA, NATO hatta gladyo etkisini görmek mümkündür, bunu daha sonraki yıllarda da anlamak mümkün, ama 27 Mayıs’ta Amerika ve NATO etkisini görmezden gelmiştir Türkiye kamuoyu. Bir kere 6-7 Eylül olaylarına bakalım.

Muhterem dinleyiciler, 6-7 Eylül hadiselerine ait davaya dün öğleden evvel de devam edildi. Duruşma saat 9:30’da başkan tarafından açıldı.

Yassıada Mahkemeleri Yüksek adalet Divanı Başkanı  Salim Başol:

6-7 Eylül hadiselerini sanıkların tertip ettiği iddia edilmektedir. Sizin de bu hadise hakkında dahil sıfatiyle bilgileriniz varmış. Ne biliyorsanız söyleyin.

Hürriyet Muharriri Kıbrıs Türktür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil:

Efendim, sonra kendisi otomobile biniyordu, gene ben 15-20 metre uzaktaydım, otomobile binerken Zafer Ersu benim yanıma geldi. ‘Beyefendi sizi istiyor’ dedi. Otomobile gittim, kendisi sağ tarafta oturuyordu, sol tarafa da beni oturttu. ‘Biz bu cemiyeti zaten halkın malı olan Kıbrıs davasını devlete mal etmek için kurmuştuk. Görülüyor ki zat-ı âliniz mükemmelen benimsemişsiniz, müsaade ederseniz bu cemiyeti feshedelim’ dedim ‘ Yok daha dursun, cemiyet bize lazım’ dedi.

Sanık, Dönemin Milli Savunma Bakanlığı Adalet İşleri Başkanı Hakim Tümgeneral Arif Onat:

Efendim, 6-7 Eylül hadiselerinin tamamen mürettep olduğuna ve bu tertibin hükümet tarafından yapıldığına veya desteklendiğine tamamen kaniyim.

Aynı gün aynı saatte 3 şehirde cereyan etmiştir. Polis ve jandarma tamamen bu işe 2 veya 3, şeye gittim efendim, meclise gittim, yukarıda meclis reisinin odasına alındım. Orada sabık reis, cumhur reisi, daha hatırlayamadığım birtakım kimseler vardı. Bunların  yanında ben o raporu okudum, raporun maddesinden bu demin arz ettiğim kafi derecede deşarj olacaksınız da kayıtlıydı, niçin alakadar olmadılar.

TRT arşivinden ses kaydı: 

Anadolu Ajansı istihbarat şefi ve hadiseler sırasında aynı ajansın İstanbul muhabiri bulunan Selçuk Emre huzura alındı ve yapılan sorgusunda şunları söyledi: ‘Efendim, olan hadiseler hadisenin bir tertip eseri olarak, planlanarak yapıldığını ortaya koydu. Fakat tertipçilerinin kimler olduğunu kati olarak bilmiyorum.’ 6-7 Eylül faciasının rejisör ve aktörlerini fazla uzaklarda aramaya lüzum yok değil mi aziz dinleyiciler? Geceniz hayırlı olsun.

A.B: 6-7 Eylül olayları Yassıada duruşmalarının en canalıcı bölümlerinden biridir. 

Ö.M: Evet, elimizde epey kayıt da var, 1955 yılında 6-7 Eylül’de, özellikle 6 Eylül’de her yerin yakılıp yıkıldığını biliyoruz.

A.B: Azınlıkların mallarına özellikle ve canlarına da kasıt var.

Ö.M: Özellikle İstanbul’da ama İzmir’de ve başka yerlerde de

A.B: Bunu tertip eden Demokrat Parti olarak, siyasal iktidar olarak algılanmasına karşın uzun yıllar -ki tabii ki siyasal iktidarın burada bir payı var- ama daha sonra Seferberlik Tetkik Dairesi’nin önemli elemanlarından 12 Eylül’ün orgenerallerinden sıkıyönetim komutanlığından Sabri Yirmibeşoğlu anılarında, bunun Türk gladyosunun, kontr gerillanın, nefis bir operasyonu olduğunu yazmıştır.

Ö.M: Çok başarılı, en baba gladyo operasyonlarından biri olduğunu söylüyor.

A.B: 6-7 Eylül olaylarında, 28-29 Nisan olaylarında Demokrat Parti iktidarının uygulamalarına karşı yapılan nümayişler –o günkü değimiyle- ve abartılı haberler, yüzlerce harp okulu öğrencisinin öldürülüp gömüldüğüne dair...

Ö.M: Kıyma makinelerinden geçirildiği haberlerini, gazetelerden gayet ne olarak hatırlıyorum 15 yaşında biri olarak.

A.B: Afaki abartılı yaklaşımlarla üstlendirilmeye çalışılmıştır. Tabii ki orada Turan Emeksiz vs. pek çok olaylar vardır, 27-28 Nisan olayları sırasında öldürüldüğüne dair şeyler vardır, ama tam çıplaklığıyla ortaya konmuş değildir o konu. Onun dışında çok abartılı yaklaşılmıştır ve darbe ortamı hazırlanmıştır. 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de aranan dış efekt, katkı ve içerideki gladyo çok ciddi araştırılmaya muhtaçtır ama önümüzde çok da ipuçları mevcuttur.

Ö.M: Bence 27 Mayıs’la ilgili en kayda değer noktalardan birisi, daha sonra gelecek darbelerin bir çeşit anası olmasına rağmen, katiyen öyle bakılmaması ve en eskisi olmasına rağmen en az sayıda araştırmaya yer verilmesi. Çünkü sonuçları itibariyle, dünyada ender görülen bir durum, başbakanın, dışişleri bakanının ve maliye bakanının idam edilip pek çok iktidar partisi mensubunun ağır hapis cezalarına çarptırıldığı müthiş ağır bir bilançosu var.

A.B: Bildiğim kadarıyla 588 kişi yargılanıyor Yassıada mahkemelerinde, 15 idam çıkıyor, 31 müebbet, 402 kişi de çeşitli cezalara çarptırılıyor, 135 kişi beraat ediyor, 5 kişi hakkında dava düşüyor. Düşmesinin nedeni duruşmalar sırasında ölmeleri ve intihar etmeleri.

Ö.M: Çok büyük bir olay; dava, 2 seneye yakın sürüyor.

A.B: 19 ay süren bir dava. Olağanüstü bir mahkeme oluşturuluyor ve savunma hakları yok neredeyse. Bu süre içerisinde bu sanıklar aileleriyle 2 kez görüşebiliyor, avukatlarla görüşmeler inanılmaz sınırlı ve denetim altındadır, yani normal bir savunma olmamıştır.

Ö.M: Bunlar da bilinmiyor mesela Başbakan’ın hasta olmasına rağmen, değil ailesiyle görüşmek, sürekli olarak tecritte, hücrede tutulması, gibi olaylara da çeşitli kaynaklarda rastlamak mümkün.

Adnan Menderes’in avukatı Burhan Apaydın ile Yassıada Mahkemeleri Yüce Adalet Divanı Başkanı Salim Başol arasında geçen bir diyalog:

-Müvekkilimiz Adnan Menderes hastalanmışlar efendim.

-Efendim??

-Müvekkilimiz Adnan Menderes Beyefendi hastalanmışlar, onu arzediyorum. Söz istiyorlar.??

- Çıkmak mı istiyorsunuz efendim?

- Söz istiyorlarmı efendim.

-Ne istiyorlarmış?

Adnan Menderes’in Yassıada Mahkemesi’ndeki ilk konuşması:

Kumandan beyefendinin büyük lütufları olmasa zaman zaman biraz görüşmek ve çıkarmak imkanı vermemiş olsalar şimdi huzurunuzda bulunmak imkanını dahi elde bulundurmaya muktedir olamayacaktım. Arzım şu ki, bana imkan verecek bunu moralimi ve asabımı, rahatsızlığımı düzeltecek bir rejimin tatbikini.... Bendeniz huzurunuzda kumandan beyefendiye şükranlarımı arz ederim, huzurunuzda bütün genç subay beylerin nazik muamelelerine teşekkür ederim.

A.B: Bir kere koşullar gerçekten son derece elverişsizdir. Mahkemenin olağanüstü bir heyeti vardır. Salim Başol o dönemki daire başkanıdır, birinci başkan

Ö.M: Yargıtay’dan mı?

A.B: Yargıtay’dan birinci başkan Recai Seçkin kabul etmez görevi.  Bu da bilinmiyor örneğin.

Ö.M: Ben de bilmediğimi farkettim Recai Seçkin adını hatırlamama rağmen.

A.B: Recai Seçkin dönemin Yargıtay başkanı ve bu mahkemenin, ‘Yüksek Adalet Divanı’ denilen mahkemenin başı olması isteniyor ve toplantılardan sonra bakıyor ki Recai Seçkin bu ipe sapa gelmez bir durum. Savcı Egesel’in mi, Salih Başol’un mu bir lafı vardır; “Sizi buraya getiren irade sizin mahkum edilmenizi istiyor” diyor. Bu kadar açık seçik.

Ö.M: Evet, bu kadar açık seçik, burada hukuk filan yok.

A.B: Yok yani!

Ö.M: “Sizi buraya getiren irade...” Salim Başol’dur sanıyorum.

A.B: Evet, “Böyle emrediyor, istiyor” diyor. Recai Seçkin diyor ki; “Bu uygulama benim hukuk saygıma aykırıdır, ben bunun başı olmam,” onun üzerine Salim Başol’a gidiliyor. Bu da az bilinen bir şeydir.

Ö.M: Peki ne yapıyorlar Recai Seçkin’i?

A.B: Recai Seçkin aynı zamanda diyor ki “Ben bu kuruldan da istifa ediyorum, Yargıtay başkanlığından da istifa ediyorum.” Onun üzerine komite -ki o sırada astığı astık kestiği kestik- bunu gizliyor ve istemeye istemeye, hasıraltı ediyor istifasını, adalet divanı başkanlığından ayrılıyor ama yargıtay başkanı olarak kalıyor. Bunu söyleyebilmek o devirde inanılmaz bir cesarettir.

Ö.M: Çok saygın bir tutum, entelektüel cesaret göstermiş olduğunu söylemek ve takdirle karşılamak lazım.

A.B: ‘Entelektüel cesaret’ dediniz de, 27 Mayıs’ın arkasındaki entelektüel sermaye neydi? Baktığımızda buradaki en büyük suflörün CHP çevresi olduğunu görüyorsunuz. CHP’nin Milli Birlik Komitesi içerisindeki yandaşları o CHP’li aydınlardan, gazetecilerden, bazı figürlerden çok etkileniyorlar. Diğer bir unsur, üniversite kapsamındaki kişiler, dikkat çekilmesi gereken kişilerden biri anayasa komisyonu başkanı Sıddık Sami Onar ordinaryüs profesör ve İstanbul Üniversitesi rektörü. Bir de Hüseyin Nail Kubalı, bu iki portre bence çok iyi incelenmesi gereken portreler.

1961 Anayasası'nı hazırlayan komisyonun üyelerinden Ord. Profesör. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ses kaydı:

Hatta rahmetli Sıddık Sami Onar benim yanımda bir boş yer vardı, kalktı geldi, ‘Hıfzı Veldet Bey, bir semti meçhule gidiyoruz bakalım sonu hayırlı olur inşallah’ dedi.

General Cemal Madanoğlu’nun ses kaydı:

Sıddık Sami Onar ayağa kalktı, dedi ki ‘biz aramızda görüştük, düşündük, taşındık, bu iş sizin dediğiniz gibi değil şöyle olması lazım’ ‘Nasıl?’ dedim ‘siz teşrii salahiyetlerle mücehhez bir ihtilal komitesi kuracaksınız. Yani yasama yetkisiyle donatılmış bir ihtilal komitesi kuracaksınız. Devlet reisi de sizden hükümet de sizden.’

A.B: Ve bu anayasa tartışmalarında iki isim, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli iki en genç isimdir; Sıddık Sami’nin ve Nail Kubalı’nın komiteye ihbarıyla görevden aldırılıyorlar ve komisyon bir türlü anayasayı hazırlayamıyor, ki “15 günde anayasayı hazırlayın gelin” denilerek başlayan süreç uzuyor.

Sonuçta 27 Mayıs’ın bir vizyonu filan yok. Nasıl bir Türkiye tasarlayacağız? Anayasa yapılması gerektiğinden bahseden Madanoğlu’na diğerleri diyor ki; “O sonraki iş.” Dolayısıyla 27 Mayıs’ın ciddi bir boşluğu var, yani diğerlerine göre çok farklı ve bu boşluğu da dönemin CHP ‘entelektüelleri’ dolduruyor ve arka planda da bana kalırsa daha sonra anayasanın oluşumunda Birleşik Devletler ve NATO önerileri geliyor. Hem darbenin oluşma sürecinde hem de darbe sonrasında, Millli Birlik Komitesi’nde iktidarın CHP’ye bırakılıp ve bırakılmaması ve ordunun en az 5-6 yıl hiç gitmemesi üzerinde dönen tartışmalar yapılıyor hatta komitede de oylanıp kabul ediliyor. 14’lerin gitmesinden kısa bir süre önce Milli Birlik Partisi kuruluyor.

Ö.M: Burada ufak bir parantez açayım, “14’ler” deyip duruyoruz, yani ilk darbeyi yapan alt rütbeli, daha düşük rütbeli subaylar. Sonra bir kısmını uzaklaştırıyorlar, Amerika’ya ve çeşitli yerlere elçi, temsilci filan olarak gönderiliyorlar. Türkeş’i hatırlıyorum, ama 14 kişi mi bunlar?

A.B: Bunlar 14 kişi, ama alt rütbe değil. Aslında Milli Birlik Komitesi, yani darbeyi yapan subayların en yükseği albaydır, onlar bir baş arama yarışına girerler son dönemde. General bulup onları ikna etmeye çalışırlar, Madanoğlu, Cemal Gürsel, Sıtkı Ulay böyledir.

Ö.M: Cemal Madanoğlu, Cemal Gürsel ve Sıtkı Ulay.

A.B: Biliğim kadarıyla Utkan soyadlı bir general vardır, o bir trafik kazasında öldüğü için onun ismi sonra anılmaz. Fahri Özdilek en son dakikada dahil edilir, İstanbul sıkıyönetim komutanıdır. Pek çok kişinin bilgisi vardır ama başarılı olduktan sonra gemiye atlarlar çoğu.

Bu 14’ler, iktidarın çabuk bırakılmaması gerektiğini, yarım kalan Atatürk reformlarını yapıp bir nevi askeri diktatörlüğün en az 2 dönem devam edip ondan sonra seçimlere gidilmesini empoze eder. Sunay ve geri kalan ekip -ki içinde iktidarın CHP’ye bırakılmasını isteyenler vardır- “Bir an evvel anayasa yapılsın, seçimlere gidilsin,” der. Yol ayrımına, artık birbirlerine darbe yapma noktasına doğru yaklaşırlar; bu görüş ayrılıkları yüzünden, önce 7, sonra çoğaltılır ve 14 kişi yurt dışına sürülür. Türkeş başbakanlık müsteşarlığına atanır, ama fiilen başbakandır darbe sonrasında. Onun isteklerini törpülerler ve 14 kişi gider, 23 kişi kalıyor bildiğim kadarıyla. Giden 14 kişinin hepsi de aynı görüşte değil, mesela Muzaffer Karan daha sonra İşçi Partisi’ne katılıyor. O günkü çizgide iktidarın bırakılması ve devredilmesi hususundaki görüş ayrılıklarıdır.

Kurucu Meclis, ve Temsilciler Meclisi diye bir meclis vardır, ikisi 23 kişilik Milli Birlik Komitesi’nin tahakkümüyle anayasa hazırlar. Daha öncesinde 14’ler bu anayasa hazırlıklarının olabildiğince gecikmesine, akamete uğramasına neden olurlar.

Ö.M: Burada da önemli bir nokta var, eksik bilgi sahibi olduğumuz en önemli hususlardan biri; 27 Mayıs seçilmiş insanları alel usûl, hukuka aykırı biçimde yargılayıp, işkence filan da dahil olmak üzere kötü muameleden geçirip, bir kısmını asıp bir kısmını da ağır cezalara çarptırmasına rağmen, “ama işte sonra da mis gibi, tamamen özgürlükçü bir anayasa yapıldı, her şeye söz var ama o 27 Mayıs anayasasına söz yok” diyenler var. Bu konuda da bazı tereddütler ileri sürülebilir herhalde değil mi?

A.B: Bence tartışılması gereken özgürlükçü yanları var, peki o yanlar nasıl çıktı? Ya da özgürlükçü olmayan soğuk savaş ideolojisine uygun yapılanmaları içeren kurumlarla bezenmiş bir anayasa. Bir şeyi söyleyelim her şeyden evvel, 60 ihtilali olduktan sonra darbeci subaylar üniversite öğretim üyelerine sorarlar; “Bir meşruiyet lazım bize,” derler.

Ö.M: En temel şey o, meşruiyet.

A.B: Sıddık Sami Onar, Kubalı der ki; “Meşruiyet ihtilalinizdir, her şeyi yapabilirsiniz!”

Ö.M: Hangisi Sıddık Sami Onar mı Kubalı mı?

A.B: İkisi de, ikisi zaten benzer şekilde birlikte hareket ediyorlar, ama zaman zaman “benim ismim önde, senin ismin arkada” tartışmaları da oluyor.

Ö.M: Ordinaryüs profesörler bunlar.

A.B: Evet ordinaryüs profesörlerimizdir.

Ö.M: Anayasa hukuku profesörleri ve “Hukukun hiçbir önemi yok, ne isterseniz yapın, kuvvet yapar” diyen hukuk profesörleri!

A.B: Tabii. “Siz güçsünüz, ne isterseniz yapın, her şey olabilir.” Askerler bile şaşırırlar bunun karşısında. Üniversitenin, ihtilaller, darbeler içerisindeki rolü de başlı başına bir program konusu.

Ö.M: İşte bence bu zaten dünyanın da en önemli sorunsallarından biri, yalnız Türkiye’ye özgü bir şey değil. Bu Julien Benda’nın ünlü kitabında The Treason of the Intellectuals, yani Aydınların İhaneti’nde yazdığı gibi. Asıl entelektüeller, akademik kimliği olanlar, ve medya... Medyanın rolüne de kısaca değiniriz belki... Bu hukukçu adı altında, hukuku, Tevfik Fikret’in deyimiyle, “Hukuk diye diye hukuku tepelediler” mısrasına uygun şekilde davranan pek çok hukukçu var. Bütün formasyonlarına ihanet eden insanlar olarak bakmamız lazım.

A.B: Kesinlikle.

Adnan Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’ın Yassıada duruşmalarından ses kaydı:

Reis beyefendi, usül bakımından müsaade buyurulursa, bendeniz zabıtlara geçmiş bulunan ve bir anayasa prensibi ile ilgili bulunan bir hususa kısaca temas etmek istiyorum.

A.B: Birincisi Sıddık Sami ve bu ekibin askerlere tavsiyesi şu; öyle bir anayasa yapalım ki, siz egemen olun o anayasada. Bürokratik devletin sınırları 60 anayasasıyla genişlemiştir Türkiye’de. Zaten tek parti dönemi bürokratik devletin perçinlenmeye başlandığı dönemdir. Güvenlik bürokrasinin, askeri bürokrasinin de alanının son derece genişlediği bir dönemdir. Dolayısıyla bu fikrin iki yerden geldiğini görüyoruz. Benim kişisel saptamam, bu Milli Güvenlik Kurulu denilen şey burada monte ediliyor ve Milli Güvenlik Kurulu, bürokratik devletin, askeri bürokrasinin yönetim içinde gücünün arttırılmasını tasarlıyor. Milli güvenlik doktrini ve milli güvenlik kurullarının patenti nereden geliyor? Birleşik Devletler’in modelidir bu, soğuk savaşta ve bir NATO ülkesindeki ilk darbedir Türkiye’de 27 Mayıs darbesi. Daha önce Kore’de ve Küba’da yaşanılanlar, Küba devrimi öncesinde yaşananlardan büyük bir ders çıkartmıştır NATO ve Birleşik Devletler. Sizin biraz önce çerçevesini çizdiğiniz o soğuk savaşın en zor günlerini yaşamaktadır dünya.

Ö.M: Evet evet, işte Küba krizi.

A.B: Sert günler yaşıyor ve Türkiye NATO’nun Sovyetler Birliği’ne en uzun sınırı olan ülkesi. Zaten bunun ceremesini çok çekmiş. Hiçbir ülkenin bu kadar uzun bir sınırı yok, dolayısıyla buradaki tasarımlar değerli tasarımlardır ve 27 mayıs darbesi sonrasında, Milli Güvenlik Kurulu ve milli güvenlik doktrininin, iç ve dış düşman tehdidi üzerinden ülkeyi dizayn ettiğini, egemen yapının dışarıdan gelen bilgi ve öğretim üyelerinin aktarımıyla dizayn edildiğini düşünüyorum.

Ö.M: Bugüne kadar büyük sıkıntısını çektiğimiz Devlet Güvenlik Mahkemeleri, “milli güvenlik” kavramı, Emasya protokolleri vs. vs. bütün hepsinin kökeninde taa bu 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra getirilen 1960 anayasasının köklerini burada bulmak mümkün. Hatta köklerini değil kurumsallaşmasını bulmak mümkün, Milli Güvenlik Kurulu başta olmak üzere. Özgürlükçü anayasa bu kadar yani.

A.B: Yıllar boyunca Türkiye’de bu anayasaya ilericilik atfedilirken bunlar hep görmezlikten gelindi. Ayrıca darbelere imkân veren iç hizmet yönetmeliğini getiriyorlar, sonra diyorlar ki o dönemde “bunu bari kanunlaştıralım”. Yani aynı dönem darbelere imkân tanıyan, silahlı kuvvetlere koruma ve kollama misyonunu veren ve dünyanın hiçbir yerinde bir kanuna dayanarak olmayan şey Türkiye’de oldu. Yani bir kanun anayasanın altındadır, kanuna dayanarak, hatta daha önce yönetmeliğe dayanarak darbe yapma imkânı...

Ö.M: İç hizmet kanunu.

A.B: İç Hizmet Kanunu’nun, o maddeler de bu dönemde yerleştirilmiştir. Dolayısıyla buna bir ilerici pozisyon demek mümkün değildir. Yani biz üniversitede 61 anayasasını okuduk, siz de öyle, daha sonrakiler 82 anayasasını okudu ve bunların hiçbiriyle biz meşgul değildik. Bunlarla ancak 90’larda meşgul olmaya başladı Türkiye’nin aydınları.

Ö.M: İşin ilginç tarafı Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bu anayasayı hazırlayan hocalarımızdan...

A.B: Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal değil mi?

Ö.M: Evet ve Bahri Savcı... Milli Güvenlik Kurulu’nu da buraya yerleştiren, ama hukukun ve insan haklarının en temel savunucuları olan hocalarımızdan okuduk, ama bu MGK’nın pek üstünde durduklarını hatırlamıyorum mesela.

Gene süreyi bitirmek üzereyiz, 27 Mayıs’ın 50. yıldönümünde yaptığımız bu programın son bölümüne de yarın devam edeceğiz. 50 yılın muhasebesini, bu şekilde, sohbet şeklinde gerçekleştirmek çok da kolay olmuyor, bunu da itiraf etmeliyiz.

A.B: Gerçekten.

Ö.M: Didem’e ve Ömer’e teşekkür ederek hoşçakalın diyelim.