11 Eylül 2005Ahmet Çelikkol
Bülent Ecevit, "Vahdettin hain değildi" fikrini öne sürdürdüğünde 'doğru yaptı, yapmadı' tartışmasının dışında, kitleler üzerine etkili olmuş kişilerin bir gün tarih tarafından sorgulanacaklarını göstermiş oldu. Aslında tarih hüküm vermez, değer yargılarında bulunmaz, olayları kaydeder. Bir kişiliği tarihin tartısına koyarken, o kişinin yaptıkları öne serilir. Çağdaş bir bakış açısıyla yaptıkları yanında yapması gerekirken yapmadıkları ya da yapamadıkları tartıya konulur. Konu Vahdettin'se yaptıkları ve yapmadıkları sıralanır. Kim vatan hainidir, kim değildir, tarihi izleyenin kişisel takdiridir. Dahası, eğer tarihsel bir kişilik vatan hainliği ile suçlandı ve yargılanıp hüküm giydiyse, tarihin görevi o kişinin vatan haini olduğuna hükmetmek değil, vatan hainliğinden yargılandığını ve hüküm giydiğini kaydetmektir. İkisi her zaman aynı şey değildir. Çeyrek yüzyıl öncesinde hain sayılan Nâzım Hikmet'in şiirleri bugün Zafer Bayramı kutlamalarında okunuyor. Ecevit'in iddiası bir bakıma yararlı da oldu; bugün yaşananların yarın ne ölçüde tarihin terazisine konulabileceğini kanıtladı. Bu tartışma en azından bana, 12 Eylül'ün ve elbette yetkili ve elbette sorumlu aktörlerinin günün birinde mutlaka tarihin sorgulaması için sandalyeye oturtulacaklarını düşündürdü. Aradan çeyrek yüzyıl geçtiğine göre artık 12 Eylül sorumluları tarihin önüne geldi ve tarihin keskin kalemi hazırlıklarına başladı. Tarih bilimi yanında, tarih ile psikoloji ve psikiyatri kavşağında yer bulan 'psikolojik tarih' ya da 'psikohistori' konuya yeni bir bakış açısı, değişik bir boyut getirdi, tarihin yanıt verdiği 'ne oldu?' sorusuna, 'niçin oldu?' sorunu ekledi. Konu Vahdettin ise, 'ne yaptı, ne yapmadı?' sorgulamasının yanında 'niçin böyle yaptı' sorusunu ortaya attı ve yanıt aramaya yöneldi. 'Vahdettin, Osmanlı sarayının kaygan zemininde, sultan ağabeyinin aşırı vesvesesi de eklenince, 57 yaşında sultan oluncaya kadar sarayda yarı bağımlı bir hayat yaşadı. Zaten değil sultan olmak için, vasat bir Osmanlı vatandaşı için bile gerekli olan eğitimi almamıştı. Üstelik aldığı fıkıh eğitimi Halife unvanı için yeterli olabilirdi ama dünyevi bir görev olan sultanlık için yetmezdi. Doğuştan sahip olduğu yetenekleri, saltanatı aldığında sözü edilen eksiklikleri kapatacak düzeyde değildi, zaten sultan olduğu 1918 yılında koşullar kötülerin kötüsüydü.'
12 Eylül Vahdettin hakkında kısaca böyle de, acaba aksakallı tarih 12 Eylül'ün ilk sorumlusu ve sorumluları hakkına ne yazar, kısa bir antrenmana ne dersiniz? Zamanın Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanının emir komuta zinciri içinde hallettiği darbe, başlangıçta kısmi bir meşruiyet ya da haklılık taşısa da, devam edegelen terörün bıçak gibi kesilmesiyle daha başlangıçta şaibe altına girdi; 'Madem bir günde durdurabiliyordu, neden darbe öncesi durdurulamadı?' sorusunu akla ve tartışma ortamına getirdi. Yeni Anayasa taslağı, önceden adına Kurucu Meclis dense de niteliği gereği sonra Danışma Meclisi adını alan kurulca hazırlanmış olsa da, hazırlanan taslağa son şekli, gene bir tür meclis gibi çalışan beş kişilik konseyce verilmişti. Anayasa halk oylamasına sunulduğunda hukuk, demokrasi bir yana ağır bir baskı söz konusuydu. 'Anayasaya Hayır' propagandası yasaklanmıştı. Halk oylamasında oy zarfları yarı saydamdı, 'evet' oyları beyaz, 'hayır' oyları mavi kağıda basılmıştı. Anayasaya hayır diyenlerin mavi oyları zarfın içinde açıkça belli oluyordu ve her halde bu amaçla böyle düzenlenmişti. Bu uygulama hakkında sorumluların ne düşündüğü bilinmez ama kayda geçirirken tarihin hayrete düşeceği, yüzünün buruşacağı kuşku götürmez; elbette yüksek zeka ürünü olduğu için değil. Anayasa oylamasının aynı zamanda cumhurbaşkanı seçimini içermesi konusunda da tarihin hükmü aynı olmalıdır. 'Bu Anayasa'yı kabul ediyorsan aynı zamanda Sayın Evren'i cumhurbaşkanı seçeceksin' dayatmacası. Dahası, 'Bu Anayasayı kabul etmezsen, demokrasi belirsiz bir tarihe ertelenecektir' tehdidi. Meydan nutuklarında İslam'ın Kutsal Kitabı'ndan ayetler okumakla, imamlık ile devlet veya cumhurbaşkanlığı karıştırıldı, daha sonraki laiklik karşıtı gelişmelerin önü açıldı. İnsan hayatını hiçe sayan konuşma ve uygulamalar oldu. Ardı ardına gelen idamları savunmak için 'Asmayalım da besleyelim mi?!' gibi mantıksız konuşmalar yapıldı. Mantıksızdır, çünkü asmakla beslemek birbirinin alternatifi değildir. Böyle bir sözü değil insan için, herhangi bir canlı için söylemek bile başlıbaşına tüyler ürperticidir. Gene idamlar konusunda, tarafsız davrandığını kanıtlamak için, 'bir solculardan, bir sağcılardan' dendi. İnfazların sağcılık-solculuk dengelemesiyle yapıldığı söylemi de anlaşılamaz. İnfazların önemli bir bölümü siyaseten idamdır. İçlerinde yaşı küçük olanlar vardır. İşkence yapılırken ölenler oldu. İşkencenin başlı başına insanlık suçu olması yanında, işkenceyle öldürmenin adı daha ötesi olmalıdır. Gözaltına alınanların, tutuklananların sayıları binlerle ifade buldu. Bunların önemli oranı mahkemece aklanmış olsa da hapiste kaldıkları süre ve sonra bir tür etiketli yaşam sürmeleri nedensiz fakat ağır biçimde zarar görmelerine yol açtı. İşten atılan devlet görevlilerinin sayısı tam bilinmese de on binler basamağındadır.
'Bizim çocuklar başardı' Yunanistan NATO'dan çekilmişti, tekrar katılmak istiyordu. Bir NATO üyesi olarak Türkiye'nin de onaylaması şarttı. Böyle bir konunun geniş durum değerlendirmesi sonucu karara bağlanması, söz konusu ülkenin ülkemiz hakkındaki olumsuz tutumlarının da ele alınması, birlikte masaya yatırılması gerekirdi. Yunanistan için hayati önemi olan hediye, altın tepsi içinde sunuldu. Daha sonraları yetkili bir Amerikalı ağzı 12 Eylül darbesi yapıldığında "Bizim çocuklar başardı" dedi. Sarı bir zarf içinde sunulan yarım sayfalık bir yazıyla 100'e yakın öğretim üyesinin işine son verdi. Bunlardan bir kısmı saygın yabancı üniversitelerde yer buldu, hatta bir kısmı üniversiteye geri döndükten sonra on yıl kaybıyla da olsa TÜBA üyesi olma şerefini kazandı. Başka bir altın tepsi ile iktidar Turgut Özal'a verildi. Çünkü seçime katılacak önemli kadro veto edilerek seçime katılması önlendi, iktidar adayının seçimi yarışsız kazanması sağlandı. Tarih çoğu zaman anekdotal olayları da kayda alır. Olay küçük olsa da derin bir anlam taşıdığı için. İşte anekdotlar... Darbe liderinin bazı anlaşılmaz davranışları da olmuştur. Picasso'nun resimleri için "Ben daha iyisini yaparım" deyivermiştir. Sözlerini kanıtlamak istercesine, kartpostal fotoğraflarına bakıp resimler yaptı, sergiler açtı. Ortaokul resim derslerinde bile anlatılan, fotoğrafa bakarak yapılanın sanat resmi olmayacağı bilgisi görmezden gelindi veya fark edilmedi. Bir ses sanatçısının mesleğini icra etmesi, sırf transseksüel olduğu için yasaklandı. Devlet yönetmek ile imamlık karıştırıldığı gibi, kolluk kuvveti görevi ile de karıştırıldı. Daha çok konu olmakla birlikte, tarih 'bu kadarı bir fikir vermeye fazlasıyla yeter' diyecektir. Darbecilerin 'ne yaptığı' konusunda tarihin düşeceği notlardan sonra, psikohistorinin soracağı 'niçin böyle yaptığı' konusu daha ilginç olmalıdır. Bir tıp bilimi olarak psikiyatrinin keskin etik kuralları vardır. Psikiyatri uzmanı, kişi kendisine başvurduğunda incelemesini yapar, gerekli gördüğü bilgileri kendisine verir. Bu bilgi kişinin izni olmadan en yakınına bile verilmez. Kişi tarihsel bir kişilikse, yetkileriyle insanları bir biçimde etkiliyorsa bu etik kural tartışmaya açık duruma gelebiliyor. Ancak bu konuda inceleme yapacak uzman çıkar mı bilinemez. Gene de şu kadarına değinmekte yarar var. Zaman zaman cesur seslerce dillendirilen 'yargılansın' talepleri karşısında, muhatabın sessiz kaldığı, duymazdan geldiği de tarih kayıtlarına geçecektir. "İnsanoğlunun birçok durumda, ruhsal savunma mekanizmalarına başvurması kaçınılmazdır. Mesela, böyle bir yazıyı üzerine alınacak kimse varsa, 'yazar, yaşı başı itibariıla 12 Eylül'den, belki 12 Mart'tan zarar görmüş kişidir, onun için böyle düşünüyor' diyebilir. Açıklama gereği duyuyorum, bu satırların yazarı, kişisel anlamda 12 Eylül'den veya 12 Mart'tan maddi manevi herhangi bir zarar görmemiştir". AHMET ÇELİKKOL: Prof. Dr., Ege Üni.