Konuğumuz Tuğrul Özkaracalar ile yoksulluk konusunu biyoçeşitlilik ve iklim krizinin hüküm sürdüğü çağımızda açlık ve eşitsizlikler bağlamında konuştuk.
Söyleşinin satırbaşları
- “Yoksulluk, temel mal ve hizmetlere hiç ulaşamama ya da yetersiz ulaşma durumu olarak değerlendirilebilir.”
- “Yoksulluk kabaca ikiye ayrılıyor: Birincisi mutlak yoksulluk; ikincisi göreli yoksulluk.”
- “Bir ülkede orta sınıf, hukuk devletiyle demokrasinin önemli oranda garantörüdür.”
- “Tüketimin artması ve orta sınıfın karakteristik özelliklerini kaybetmesi, çevresel krizler ve bunlar gibi topyekün faktörlerin ortaya çıkması yoksulluğu artırıyor.”
Antroposen Sohbetler’de seçtiğim konulara bakar ve aralıklarla yazmaya çalıştığım yazılarımı okursanız, içinde olduğumuz yokoluş çağına farklı pencerelerden dikkat çekmek isteyen biri olduğumu anlarsınız. Farklı pencereler diyorum çünkü bu, mesleki sorumluluğumun bana bıraktığı bir miras. Çevremizde olup bitenler sadece biyoçeşitlilik kriziyle sınırlı değil. Isınan dünya çok büyük bir sorun olsa da Ortadoğu’da insanlar yaklaşık on yıldır bir yerden bir yere göç ediyorlar. Kendilerine yer yurt arayan insanların dramlarını sıklıkla gözlemliyor, bir kısmına da birebir şahit oluyoruz. Tüm bunlar olurken, “bir gün biz de göç etmek zorunda kalır mıyız?” sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Bunun sebebi yaşadığımız coğrafyadaki yönetimsel ve politik zorluklar olarak algılanabilir ama tek sebep bu değil. Bununla birlikte diğer önemli neden, yaşadığımız gezegende aşırı hava olaylarının coğrafyalar üzerine getirdiği maliyet. Üzerinde durmamız gereken diğer önemli sorun da “yoksulluk”.
Yoksulluk konusunu Antroposen Sohbetler’in 38. ve 44. bölümlerinde işlemiştim. Konunun uzmanlarından Dr. Tuğrul Özkaracalar konuğum olmuştu. Söyleşilerin ayrıntılarına girmeden şu bilgileri de paylaşmak yerinde olacak: Dünyaca tanınan ekologlardan Paul Ehrlich, yaklaşık elli yıl önce kaleme aldığı The Population Bomb [Nüfus Patlaması] eserinde yaşadığımız gezegenin ekonomik ve tarımsal verimliliğinin doğal sınırlarına çoktan ulaştığını ileri sürüyordu. Bu kitap tam da “yeşil devrim” dönemindeki verimlilik artışlarının mercek altına alındığı süreçte yayımlanmıştı. Bugün temiz enerjideki ilerlemeleri tanımlamak için kullanılan “yeşil devrim” kavramı ilk kez 20. yüzyıl ortalarında tarımsal uygulamalardaki yenilikler sayesinde ürün getirilerindeki patlamayı ifade etmek için kullanılmıştı. O zamandan bugüne geçen en az elli yıllık süreçte insan nüfusu iki katına çıktı, ancak yoksulluk oranı azaldı[1]; fakat tüketim de aynı oranda arttı. O dönemden bugüne, gelişmekte olan ülkelerdeki yetersiz beslenme oranı ise azalarak yüzde 10 seviyelerine ulaştı. Tarımdaki verimlilik farklı şekillerde artarken besine ulaşım -belki de fast food sayesinde- her kesimden insanın bütçesine uygun hâle geldi. Yani, kalite düşse de proteine ulaşım kolaylaştı. Kapitalizm nüfus artışını ivmelendirirken artan nüfusa da farklı olanaklar sundu. Ama hâlâ eşitsizliklerin yaşandığı bu gezegende yoksulluk sorunuyla karşı karşıyayız. Bu konuda merak ettiğim bazı soruları Dr. Özkaracalar’a sordum. Özkaracalar ile bu söyleşilerimizin satır başlarını özetlemeye çalışacağım.
Geçtiğimiz hafta Prof. Daron Acemoğlu ile yaptığım söyleşide biyoçeşitlilik ile özgürlük arasındaki ilişkiyi Dar Koridor kitabının perspektifinden değerlendirince, yoksullukla ilgili bu ilk söyleşiyi deşifre ederek paylaşmanın faydalı olacağını düşündüm. Yoksul toplumların çevreyle olan ilişkilerini anlamak içinde olduğumuz kriz çağında oldukça önemli.
Şekil 1: Küresel olarak aşırı yoksulluk içindeki insan sayısı 2010 ile 2021 arasında neredeyse yarı yarıya azaldı, ancak 698 milyon, yani dünya nüfusunun neredeyse yüzde 9'u, 2021'de hâlâ 1,90 dolarlık yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Yoksulluk nedir?
Yoksulluğu kavram olarak doğru tanımlamamız gerek. Dr. Özkaracalar yoksulluğu şöyle tanımlıyor: “Aslında yoksulluk ne yazık ki üzerinde tam uzlaşılmış bir kavram değil. İnsanlar yoksulluk durumuna kendi değerleri, düşünceleri, prensipleri, dünya görüşleri, hatta dinsel görüşleriyle yaklaşıyorlar. Durum böyle olunca yoksulluğu kavramsallaştırma sürecinde problemler çıkıyor. Neyse ki böyle zorlu kavramlarda iyi ve kötü üzerinde anlaşmaya varılmış asgari müşterekler var. Bunlara dayanarak, tüm bu yorum farklılıklarına rağmen şöyle çok kısa ve sade bir tanım yapılabilir: ‘Temel mal ve hizmetlere hiç ulaşamama ya da yetersiz ulaşma durumu’. Burada ‘temel’ sözcüğü önemli ama insanların temel sözcüğünden, temel mal ve hizmetler kavramından anladığı şey her zaman aynı olmayabilir. Temel mal ve hizmetlerden yararlanamama durumunda -ya hiç yararlanamama ya da ortalamaya göre yararlanamama durumu- ortalamanın neye göre hesaplandığı da ayrı bir soru… Meseleye böyle yaklaştığımızda yoksulluğun kabaca ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: Birincisi ‘mutlak yoksulluk’, ikincisi ‘göreli yoksulluk’. Mutlak yoksulluk kavramsal açıdan daha kolay anlaşılabilir çünkü kendisini çok iyi açıklıyor. Mutlak yoksulluk, yani açlık tam bir yokluk hâlidir ve insanı belirli şartlarda hastalıklara ve ölüme kadar götürebilir. Ama ‘göreli yoksulluk’ta işler epey bir karışıyor. Yoksulluk kavramı bu nedenle sorunlu, tartışmaya açık bir kavram. Göreli yoksulluk toplumun ya da ülkenin ortalamasına göre insanların temel mal ve hizmetlerden gereğinden az yararlanma durumu ya da şartlar doğrultusunda yeteri kadar yararlanamama durumudur. Göreli yoksulluğu ekonomik krizlerde ‘orta sınıfın yoksullaşması’ üzerinden düşündüğümüzde diğer bir anahtar kavramımız da ‘yoksullaşma’ olacaktır. Mutlak yoksullukta işimiz nispeten daha kolay.
İnsanın çevreyle ilişkisinde yoksulluğun nasıl bir yeri var?
Bu soruyu sormamın temel nedeni “yoksul halklar çevreye daha çok zarar verebilirler” düşüncesinin zihnimde gelişmesi oldu. Dr. Özkaracalar, “Evet, bunu inkâr etmek çok zor. Yoksul bir insanın çeşitli sebeplerden dolayı çevreye zarar verme potansiyeli gerçekten var. Çok basit ve sade bir örnekle, belli bir çevrede yaşayan yoksul bir nüfusu ve bu nüfusun ormanlık, görece verimli bir ortamda yaşadığını düşünelim. Bu ortamda ağaç kesimi ekonomik şartlardan dolayı kontrolsüz oluyor ve denetim de iyi yapılmadığı için ormanlara, ağaçlara zamanla çok ciddi zarar veriliyor. Belki belli bir süre para kazanılabiliyor, gelir elde edilebiliyor ama kontrolsüz kesim ve ormana büyük zarar verilmesi nedeniyle yoksulluk yeniden baş gösteriyor. Bu sefer dikkatlerini başka bir doğal kaynağa çeviriyorlar, o doğal kaynak da aşırı ve dikkatsizce kullanılıyor ve bir kısır döngü oluşuyor. Burada bir parantez açıp daha üst gelir seviyelerindeki sınıfların çevreye verdikleri zarara baktığımızda da çok enteresan benzerlikler keşfedilebilir. Yoksullar zarar gördüklerinde motivasyonları hayatta kalabilmek, kendilerini idame ettirebilmek ve en başta söylediğimiz temel mal ve hizmetlere ulaşmaktır. Zenginler ise sistemi sürdürmeye, kârı maksimize etmeye odaklı, üst boyutlarda açgözlü bir tutum sergiler. Bunlar aynı kapıya çıkan durumlar. Buraya bir nokta daha eklenebilir: Çevrede ciddi bir sorun oluştuğunda - çevresel felaket ya da kaynakların tüketilmesi gibi – bu durumdan en fazla etkilenenler yine yoksullar oluyor, çünkü ellerinde yeterince imkân olmadığı için kendilerini koruyabilmeleri çok kolay olmuyor.” diyor.
Yoksulluk derinleşen bir problem mi?
Kapitalizmin sunduğu olanaklar her tür çevresel baskıya rağmen insanın yüreğine su serper nitelikte. Özellikle 20. Yüzyıldaki tarımsal patlama kaynak kıtlığının ortaya koyduğu zorluklara karşı bir umut olmuştu. Bugün insanın çevreyle olan ilişkisi de değişti. Ben orta sınıfın kapitalizmin karakteristik özelliklerini bozduğunu düşünüyorum. Bu durum sanki nüfus artışını da tetikleyen bir faktör gibi görünüyor. Yoksullar daha da yoksullaşırken orta sınıf üst sınıfa kayıyor. Bu noktada yoksulluk dünyada derinleşen bir problem olarak karşımızda duruyor.
Bu şartlar altında yoksulluğun belli bir coğrafyaya sıkıştığını söyleyebilir miyiz?
“Bu, hakkında daha fazla konuşulan fakat yakın zamana kadar pek de farkında olunmayan bir problem. Cevabı bazı açılardan zor, bazı açılardan kolay. Tüketim toplumu içerisinde insan kendisini bir şeylerden ne kadar yoksun hissederse o kadar yoksullaşmış da hissedecektir. Yoksul derken sadece parası pulu olmayan, çok büyük açlık çeken, deyim yerindeyse ‘açlıktan ağzı kokan’ insanlar anlaşılmıyor. Artık orta sınıf için de yoksulluktan bal gibi söz edilebiliyor. Orta sınıf bu göreli yoksulluk bağlamında kendilerini giderek yoksullaşan bir sınıf olarak görüyor. Bu konuyu orta sınıfın tarihsel gelişimini düşünerek konuşabiliriz. Orta sınıf, bir ülkede hukuk devleti ile demokrasinin önemli oranda garantörüdür. Zengin sınıfın demokrasi ve hukuk devletini önemsemeleri ve bu tip devletlerde mutlu yaşamaları orta sınıftan farklı oluyor. Orta sınıfın hukuk devleti ve demokrasiden talepleri zengin ve yoksul sınıftan farklı. Ben yoksulluğun yoksullaşma kavramından dolayı yaygınlaştığını ve giderek daha fazla yaygınlaşacağını düşünüyorum. Yoksulluk derken göreli yoksulluğu kastediyorum. Yoksulluk da kişiden kişiye değişiyor ve dünyadaki ekonomik krizler nedeniyle giderek yaygınlaşıyor. Türkiye’de yaşayan biri olarak senede en azından bir kez seyahat etmeyi temel bir gereksinim olarak görüyorsanız, son döviz kriziyle birlikte artık senede bir değil de üç senede bir yurtdışına çıkmanız söz konusuysa kendinizi yoksullaşmış hissetmeniz çok doğal. Bunu kimse açık bir şekilde söylemiyor ama bugün dünyada mutlak yoksulluk yaşayan, hayati tehlikelerle bile karşı karşıya kalabilen insanlar gözden çıkarılmış durumdalar. İoanna Kuçuradi’nin ‘yüzleri unutulan insanlar’ diye bir lafı vardır. Yüzleri unutulan insanlar, varlıkları unutulan insanlardır.”
Yoksulluk ve “insanlaşma” kavramı arasındaki ilişki
Dr. Özkaracalar, yoksullukla ilgili hazırladığı tezinde “insanlaşma” kavramından da bahsediyor. Bu teze göz attığımda, kavramın Antroposen dönem için de önemli olduğunu düşünmüştüm. Konu hakkındaki bilgimin oldukça zayıf olduğu aşikâr olduğu için “insanlaşma” kavramını Dr. Özkaracalar’a sordum. İçinde olduğumuz insan çağı ile birleştirerek konu hakkında şunları söyledi: “İnsanlaşma, insan hâline gelme. Amiyane tabirle söyleyecek olursak bu görüşe göre insan annesinin karnından insan olarak doğmuyor, insan şeklinde doğuyor ve aile, arkadaşlar gibi toplumsal bir çevrede insanlaşıyor. Gelenekler, görenekler gibi değerleri öğreniyor ve insanlaşma potansiyellerini keşfediyor. ‘Potansiyel’ burada anahtar sözcük. Potansiyel derken neyi kastediyoruz? İnsanlaşmadan anladığımız, sadece yürüme, görme gibi fiziksel kabiliyetler değil, aynı zamanda sanatla, soyut kavramlarla, felsefeyle, siyasetle uğraşmanın yanısıra sevme, sevilme, arkadaşlık kurma, insan hakları konusunda belli bir bilince sahip olma, bu anlamda insan onurunu hak etme gibi insana özgü potansiyeller. İnsan kavramı gerçekten problemli bir kavram, insandan ne anladığımız çok önemli. Bununla birlikte, felsefe alanında çalışanlar için insan tanımı yapmak bir gereklilik de. İnsan doğası dediğimiz şeyin ne olduğunu da insanın sabit bir doğası olup olmadığını da tam bilmiyoruz. İnsan ucu açık da bir varlık; bundan beş yüz ya da bin yıl sonra ne olacağını bilemiyoruz… Bu yüzden insan potansiyeli denince şu anda kabul edilen, modern insanın potansiyellerini gerçekleştirmesini anlıyorum. Bundan binlerce sene önce doğada cansız dediğimiz nesnelerde ruh gören insanlar farklı potansiyellere sahiplerdi. Kültür de insanlaşmayı etkileyen en önemli kavramlardan biri.
Tüketim, orta sınıf, çevresel krizler ve yoksulluk arasındaki ilişki
Dünyadaki eşitsizlikler her geçen gün artıyor. Tüketimin artması ve orta sınıfın karakteristik özelliklerini kaybetmesi, çevresel krizler gibi faktörlerin ortaya çıkması yoksulluğu arttıran bir durum mu? Dr. Özkaracalar bu soruya açıklayıcı bir şekilde şöyle yanıt verdi: “Tabii ki arttırıyor, bunu tekrar tekrar söylememiz lazım. Söyleşimizin bu açıdan faydalı olacağını ve insanları düşünmeye sevk edeceğini düşünüyorum. Yoksulluğu açlık hâlinden öte bir yoksunlaşma olarak görmeliyiz. Bir şeyden yoksun olmak, ya da işin psikolojik boyutunu da katacak olursak yoksun olduğunu düşünmek bile bir nevi yoksulluktur. Sistemin ürettiği eşitsizlik ve eşitsizliğin ürettiği sistem birbirine çok bağlı. Birileri yoksul olduğu için birileri zengin, bunu inkâr etmenin pek kolay olduğunu zannetmiyorum. Eşitsizlik yaygınlaşıp genişledikçe yoksulluk da yaygınlaşıyor. Hatta derinleşiyor ve beraberinde de tabii ki insanî, psikolojik, insan haklarıyla bağlantılı problemleri getiriyor.”
Isınan Dünya: Gezegenin tüm problemlerinin sergilendiği bir sahne
Bugün krizleri deneyimlediğimiz bu gezegen, biyoçeşitlilik ve iklim krizleri ile ilişkilendirilen birçok problemi barındıran bir sahne. Burada tartışma konusu olarak kullanılan akademik kavram “taşıma kapasitesi”. Belli bir doğal çevre, aşırı kullanım nedeniyle çökmeksizin, doğal olarak kaç kişilik nüfusu barındırabilir? Küresel ısınma tek başına bir değişken olmaktan ötede konumlanıyor sanki. Nasıl mı? Isınan Dünya’ya bağlı iklim değişikliği eşitsizliklerle, çatışma ve savaşlarla, yoksulluk gibi ekonomik problemlerle mücadele eden gezegenin karşı karşıya olduğu bir sorun değil, bütün bu zorluklarla mücadele edeceğimiz bir sahne. Bu sahne, dekor ve düzenine çok alışık olmadığımız, hayretle baktığımız bir mekân gibi. Sahnede sergilenen yaşam oyunu kaç perde, içinde çözüm barındırıyor mu, perde mutlu sonla mı kapanacak, şimdilik kestirmek zor.
Kapitalizm, Batı dünyasının ve ekonomisi gelişmekte olan ülkelerin karbon salımını istenmeyen bir düzeye getirdi. Soğuk Savaş sonrasında, gelişmekte olan ülkelerdeki orta sınıfın insani açıdan belli ölçüde büyümesinin bedeli ise fosil yakıtlardan beslenen sanayileşme oldu. Tüm bunlar, yaşadığımız gezegenin geleceğini ekolojik açıdan ipotek altına aldı. Çin ve Hindistan küresel iklim krizinin temel nedeninin kapitalizmin ivmelendirdiği yollar olduğunu bilerek yüz milyonlarca kişiyi gelişen sanayileriyle küresel orta sınıfa taşıyor. Yükü de kapitalizmin üstüne atarak esasında sorumluluktan kaçıyor. Bu sırada, söz konusu orta sınıf da kapitalizmin kurallarını değişen dünya düzenine uygun bir şekilde benimseyip tüketimden geri durmuyor. Bu durum da, gezegenin geleceğini biyoçeşitlilik kayıpları ve iklim değişimi açısından farklı bir boyuta taşıyor. Hasta olan Dünya daha da hasta olacak, hastalığın semptomları da daha belirgin hâle gelecek. Doğal yaşam, bu maliyeti farklı şekilde ödüyor ve ödeyecek. Toplumlar da eşitsizlikler, yoksulluk, göçler, çatışma ve savaşlar ekseninde bu maliyeti ödemeye devam edecek.
[1] Kaynak: https://devinit.org/resources/poverty-trends-global-regional-and-national/