Akdeniz ortak bilinci etrafında deneysel arkeolojiyi konuştuk. Günümüzde hâlâ benimsediğimiz tarihsel Akdeniz öğeleri var mı?
Bugün, Akdeniz'de pusulasız gezerken bizlere çok gerekli olan bir kavramdan bahsetmek istiyorum: “Deneysel arkeoloji”. Ana başlığımız Akdeniz olduğuna göre, kavramımıza temel oluşturması için bu güzel denizden başlayalım.
Akdeniz kültürü, medeniyeti, diyeti vs. gibi bir sürü ortak payda vardır dilimizden düşürmediğimiz. Ülkeler, ırklar üstü bir birlikten bahsediyoruz. Mesela bir dil düşünün ki tek bir millete veya gruba ait olmasın, bir insan grubunun değil, bu iç denizin elinden çıkmış olsun.
İşte Lingua franca ki geçer dil demektir. Akdeniz’de 9 yüzyıl süreyle kullanılmış olan ortak bir dildir. Atlantik'in, Pasifik’in ve diğer büyük denizlerin de etrafı gelişmiş ülkelerle çevrili ancak adı geçen su kütlelerinin hiçbiri böyle bir paydaşlık yaratmayı başarabilmiş görünmüyor. Neden olabilir acaba? Akdeniz gibi bir içdeniz nasıl olmuş da bu kadar çok ortak payda biriktirebilmiştir?
Akdeniz ortak bir bilinçtir ve diğer kimliklerimizin toplamından büyüktür. Biz de bu bilincin ortağıyız. Sadece yaşam tarzı veya Akdeniz diyetlerinden bahsetmiyorum.
Günümüze bağlayıp düşünmeye çalışalım; mesela Türkçe’de kullandığımız sessiz harfler Fenike alfabesine aittir. Evet, sesliler hariç diğer tüm harflerimiz 3000 yıllık Fenike alfabesinin Akdeniz’e sunduğu katkılardan biridir.
M.Ö 1200’lerde, ‘Deniz Halkları’nın istilası sonucunda karanlık çağlarını yaşayan Akdeniz medeniyetleri, yazma ve kayıt geleneğini unutmuştu. İşte Fenikeli tüccarlar, günümüz Lübnan-Filistin topraklarından çıkarak hem ticareti tekrar başlattı hem de çok kullanışlı olan yeni alfabelerini dünyaya tanıttılar. Bu alfabeyi benimseyip uyarlayan Aramice; Arapça ve İbranicenin kaynağı olurken, sadece sesli harfleri ekleyerek yazı hayatına dönen Yunancadan da Etrüsk alfabesi ve içerisinde Latincenin de olduğu İtalik alfabeler doğdu. Hem Sami dillerinden Arapça ve İbranicenin hem de İtalik alfabelerin aynı kökten geldiğini düşünmek ilginç değil mi?
Fonetik kelimesi (fonetik dil: yazıldığı gibi okunan dil) de Fenikelilere atfedilir. İşlevselliğe çok önem veren bu Akdenizli hemşerilerimizin dünyaya daha ilginç katkıları da olmuş. Mesela, bize kutular içerisinde parçalara ayrılmış şekilde ürün satan, alıp eve gelip kendimiz birleştirdiğimiz meşhur bir sistem var. İşte kuzey ülkelerine ait olduğunu düşündüğümüz bu fikir de aslında Fenikelilere aittir. Onların da derdi, 1300 deniz mili uzaklıktaki kolonileri olan Kartaca’ya, Doğu Akdeniz'deki başkentlerinden, ihtiyaçları olan gemileri inşa ederek göndermekti. Ancak bu kadar çok deniz taşıtının transferi için gerekli olan kaptan ve denizcinin bulunması çok zordu. Bu sebeple, mesela 10 adet gemiyi yaptıktan sonra numaralayıp söker, parçaları tek bir tekne ile Kartaca’ya gönderip, orada birleştirirlerdi.
Fenikelilerden önce de Akdeniz’de alfabeler vardır, ancak bunlar yönetici ve ruhban sınıfın uhdesinde kalmış, halka mal olmamışlardır. Öğrenilmeleri o kadar zordur ki -örneğin hiyeroglifleri ele alamı- modern dünyada bile “çözülemez”, hatta “uydurma bir dil” şeklinde yorumlanmıştır. Ta ki o ihtiraslı Fransız topçu subayının Mısır seferine dek.
Evet, Napolyon 1800’lerde Fransa’dan demir aldığında yanında sadece ordu birlikleri değil, yüzlerce bilim insanı da vardı. Çünkü amaç sadece Mısır topraklarını değil, kültürünü de almaktı. Amaç, bu büyük Akdeniz medeniyetinin tarihî birikiminin Avrupa kıtasına transferiydi de diyebiliriz. Öyle de oldu; askerler Rozetta taşını bulduklarında, belki fırlatılıp kenara atılabilecek bu çok kıymetli arkeolojik obje, orduda görevli bilim insanları tarafından incelendi. Taşın üzerinde üç ayrı dilde yazılmış ortak bir metin vardı. Taşın alt tarafına yazılı olan Antik Yunanca, bilinen bir dildi. En üstte bulunan ve o güne kadar sırrını koruyan hiyeroglifler bu sayede çözümlenebildi. Antik Mısır artık dünyanın en merak edilen konusuydu. Mısır’dan taşınan eserlerle Louvre dünyanın en büyük müzesi olurken, arkeoloji de en ilgi çekici bilim olma yolunda belki ilk adımını atmıştı. Ancak Fransız İhtilali’nin peşinden hızlanan milliyetçi hezeyanla soslanan arkeoloji için “tehlikeli bir bilim” de diyebilirim kendi adıma. İdeolojinize uygun yazılmak durumunda olan kazı sonuçlarına kadar giden bu yola antropolojik bir şapka da takarsanız, kafatası ölçümlerine kadar varabilirsiniz.
Rozetta taşı
Arkeoloji ile ilgili hepimizin bir fikri vardır. Eskinin bilimidir; kazı yapılır, çıkarılan objenin yaşı çeşitli yöntemlerle tespit edilir, yayınlar yapılır, eserler tasnif edilerek müzelerde sergilenir.
Deneysel arkeoloji nedir peki?
Antik bir şehri gezerken, piramitlere bakarken, çoğumuzun ilk aklına gelen, eskilerin bu yapıları o çağlarda nasıl inşa ettikleri değil midir? O taşlar nasıl taşınmış, tıraşlanmış ve dikilmiştir? Deneysel arkeoloji bu basit soru ile doğar. Yapanın kim olduğu, ırkı, ideolojisi değildir merak edilen. Der ki; o dönemin aletlerini, imkanlarını ve yöntemlerini kullanarak örneğin Hadrian duvarını tekrar inşa etmeye çalışalım ve görelim bakalım sonuç ne olacak? İşte bir arkeolojik objenin dönemin koşullarına sadık kalarak bir replikasının yapılması ve daha da önemlisi, sadece bir müzenin camekanının arkasında sergilenmesi için değil, kullanılması, sınanması için tekrar yapılmasıdır deneysel arkeoloji. Benim için deneysel arkeoloji Norveçli maceracı Thor Heyerdahl ile başlar. Edebi değeri fazla olmasa da yaşınız kaç olursa olsun okuyabileceğiniz bir kitaptır yazdığı “Kon-Tiki”. Eski çağlarda Amerika'da yaşayan insanların, okyanusu salla geçerek Polinezya’da koloniler kurmuş olabileceği düşüncesini kanıtlamak istiyordu. Dönemin koşullarına uyarak balsa ağacından inşa ettikleri bir salla bu teoriyi deneyledi ve başarılı da oldu! Bunun dışında, Mısırlıların, Amerika kıtasına gidip gelebildiğini kanıtlamak için, sazlardan yaptığı tekneler ile Atlantik’i geçti. Yapılan incelemeler sonucunda, Heyerdal’ın bu deneysel arkeoloji maceralarından çok sonra, mumyaların bazılarının saçlarında nikotin izlerine rastlandı ki unutmayalım, nikotin sadece Amerika kıtasında bulunabilen bir maddeydi.
Çevremize bu gözle bakarsak, sayısız deneysel arkeoloji konusu çıkartabiliriz. Örneğin Doğu Roma İmparatoru Theodosius, M.S 390 yılında Mısır’da bulunan bir obeliskin İstanbul’a getirilmesini istemiştir. Orijinal boyu 30 metre ve ağırlığı 200 ton olan bu dikilitaş hangi yöntemlerle taşınıp getirilmiştir? Ne tür bir gemiye nasıl yüklenmiştir? Yolda hangi limanlara uğramıştır, ne tür zorluklar yaşanmıştır? Bu tür sorular ilginizi çekiyorsa deneysel arkeolojiye hoş geldiniz.
Biz de 360 Derece Tarih araştırma derneği olarak benzer pek çok deneysel arkeoloji projeleri yaptık, artık onlar da başka bir yazının konusu olsun.