Şehir Plancılar Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu’yla depremin ardından genel bir değerlendirme yapıyoruz.
Ömer Madra: Evet, Açık Radyo’nun Açık Gazete’sindeyiz tekrar. Bir konuğumuz var. TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu. Hoş geldiniz.
Pelin Pınar Giritlioğlu: Merhaba. Günaydın.
Ö.M.: Evet. Depremden başka çok az şey var konuşulacak. Bu konunun ağırlığı giderek basıyor üzerimize. Dolayısıyla İstanbul şubesi başkanı olduğunuz için hem genel durumu hem de şehrin daha fazla tartışılan ve kafalarda yer eden depreme hazır olup olmadığı konusunu konuşacağız bugün. Buyurun efendim.
P.P.G.: Evet, ne yazık ki birinci derece deprem kuşağı üzerinde bir ülke olmamıza rağmen biz depremi ancak olduğu zaman hatırlıyoruz. Halbuki Türkiye'nin tarihi, depremlerle dolu. Erzincan depremini yaşadık. Marmara depremini yaşadık. Van depremini yaşadık. İzmir depremini yaşadık. Elâzığ’da kaç kere deprem yaşadık? Hep büyük depremlerden bahsediyorum tabii ki. Her birinde şimdiki gibi büyük zararlar gördük. 1999 depremi burada bir kırılma noktası oldu aslında. Çünkü ilk defa büyük bir kentte, bir metropolde deprem yaşanmıştı. Bu depremin arkasından önemli adımlar atıldı, diye düşünüyorduk. Ne oldu? Öncelikle bir İstanbul deprem master planı hazırlandı. Bin sayfalık bir rapordu bu. Dört üniversite birlikte hazırladılar raporu. Bu rapor hazırlanırken çok sayıda toplantı da yapıldı. Akademisyenler, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşları sürece katıldı. Burada birtakım kararlar alındı. Örneğin kentlerde afet toplanma alanları yapılması o raporun çıktılarından biriydi. Ana yollar birinci derece acil ulaşım yolu olarak belirlenecekti ve park yasağı olacaktı bunlar üzerinde. Deprem konteynerleri konacaktı her yere. Bunlar başladı. Fakat ne oldu? Afet toplanma alanı dediğimiz alanların hepsi siyasi kararlarla dönüştürüldü. Neye dönüştürüldü? İktidar sermaye ilişkisi içerisinde bazı inşaat firmalarına tahsis edildi. Bunların üzerine alışveriş merkezleri ve rezidanslar yapıldı. İşte Etiler'deki karayolları arazisi, Mecidiyeköy'deki likör fabrikası, Küçükyalı'daki karayolları arazisi, Kazlıçeşme, Etiler Polis Okulu arazisi bunlardan sadece bazıları. Bu alanlar aslında kent içinde kalan son boşluklardı. Fakat hepsi hızla dönüştürülmeye başlandı.
Afet tahliye yollarına ihtiyacımız var
Meslek odaları olarak bunlarla çok mücadele ettik. Hepsiyle ilgili sayısız dava açtık. Aslında büyük kısmında olumlu sonuçlar da aldık. Ancak ne yazık ki yargı mekanizması çok geç işlediği için bunları geri döndürmek mümkün olamıyor ya da aldığımız kararlara rağmen yargı tanımayan adımlar atılmaya devam edilebiliyor. İşte Etiler Polis Okulu böyle bir yerdir. Orada hâlâ inşaatlar sürüyor. Halbuki o noktada lehimize kararlar da alındı. Ama bugün bakın, hâlâ arazide inşaatlar devam ettiriliyor. Bunun yanı sıra birinci derece acil ulaşım yollarından söz etmek isterim. Bu konunun ne kadar önemli olduğunu yaşadığımız bu son deprem bize gösterdi. İnsanlar deprem olduktan sonra bulundukları bölgeden dışarıya çıkamadılar. Kenti terk ve tahliye edemediler. Çünkü bütün yollar yıkım alanı ve enkaz haline geldi. Bu nedenle geniş, büyük, güçlü ve güvenli yollara ihtiyacımız var. Afet tahliye yollarına ihtiyacımız var. Fakat ne yazık ki bu da yapılmıyor. Mesela ana yollarda bu tip kararlar alındı. UKOME vasıtasıyla büyük caddeler, birinci derece acil ulaşım yolu ilan edildi. Fakat bütün bunların üzerine daha sonra İSPARK geldi, yerleşti ve hâlâ da öyle devam ediyor. Yani bu durum değişmedi.
Konteynerler derseniz önce belli noktalara konuldu bunlar. Sonra bunları kim açacak tartışmaları başladı. Reklam panolarına dönüştü. Okul içlerine çekildi. Sonra ne oldu, belli değil. Çeşitli noktalarda hâlâ az sayıda bulunuyor fakat bunların koordinasyonunu kim yapacak? O konuda da hiçbir şey yok. Hiçbir düzenleme yok.
Özdeş Özbay: Nedir deprem konteynerleri? İçinde ne var onların?
P.P.G: İçinde deprem ânında faydalanılacak araç ve gereçler var. Erzak, konserve, fener ve kazma kürek gibi çeşitli aletler bulunması gerekiyor. Fakat bunlarla ilgili yerel bir örgütlenme gerçek anlamda sağlanamadığı için deprem ânında buraları kim açacak? Kim konteynerlere koşacak? Onu da ne yazık ki bilemiyoruz. Bunların mahalle düzeyinde örgütlenmesi, her mahallenin bir konteyneri olması lazım. Maalesef öyle bir şey söz konusu değil.
Ö.M.: Araya giriyorum izninizle. Bu yol meselesi hem depremzedelerin; deprem geçirenlerin kaçabilme imkânı hem de onlara bir an önce yardım ulaştırılabilmesi açısından hayati önem taşıyor. Yaşadığımız depremde gerek denizden gerek karadan gerekse havadan ulaşımın sağlanmasını engelleyecek şeyler, büyük engeller vardı. Yani yolların çatlaması, ana yolların bozulması gibi. Bir de en önemlisi, Hatay Havalimanı’nın, uçakların kullanmasına izin veremeyecek şekilde zarar görmesi. Yapımına bizzat Türk Hava Kuvvetleri bile karşı çıkmış olmasına rağmen büyük bir inatla sürdürülerek, sonunda mahkeme kararlarını da değiştirerek Hatay Havalimanı'nın inşa edildiğini ve bu büyük depremde kullanılamaz hale geldiğini gördük. Aynı zamanda İskenderun Limanı'nda da büyük bir yangın çıktı. Burası da kullanılamaz hale geldi. En büyük limanlarından birinden söz ediyoruz. Yollar açısından da böyle feci bir durum var, değil mi?
Avrupa'nın en büyük havaalanı dediğimiz havaalanını afette kullanamıyoruz
P.P.G.: Şimdi çok anahtar bir kelime kullandınız: “inat”. Gerçekten de bugün depremin bu kadar acı sonuçlarla ortaya çıkması, -İstanbul depreminde de bunu ne yazık ki göreceğiz-, siyasi bir inadın ürünüdür. Siyasi bir inadın çıktısıdır. Ama bunu sadece bugünkü iktidara atıfla da söylemiyorum. Çünkü aslında geçmişten bugüne imar aflarındaki ısrar ve inat, yasa dışı yapılaşmayı denetlememe yönündeki inat, sermaye ilişkilerini güçlü tutma ve kamuya değil, sermayeye hizmet etme yönündeki inat çok yeni bir şey değil, bunlar hep vardı. Fakat bunu biz muhtemelen bu dönemde daha güçlü şekilde görüyoruz. Bugün daha başka bir noktada, onu da söylemek lazım. İki binli yıllarla birlikte bu sürecin çok daha güçlendiğini, daha otokratik bir yaklaşımla aslında kentler üzerinde bir tahakküm ortaya çıktığını da görmek gerekiyor. Bunun en iyi örneklerinden biri, iktidarın İstanbul'daki Kanal inadıdır. Fay hatları üzerine, üç tane canlı fay hattı üzerine iki milyon nüfusu yığacak bir projedir Kanal İstanbul ve iktidarın yapım ısrarı hâlâ devam etmektedir. Depreme yakın bir zamana kadar Kanal İstanbul'u yapacağız, açıklamalarını duyuyorduk. Bu yaklaşım ne yazık ki işte bütün o siyasi projelerde ortaya çıktı. Hatay Havalimanı da böyle bir yerdir. Bugün Türkiye'nin dört bir yanında fay hatları ve dolgu alanları üzerine havalimanları inşa ediliyor. Neden? Bunlar siyasi projeler çünkü. Buradan oy alınıyor. Kurdeleler kesiliyor. Kırmızı kurdeleler kesiliyor. Törenler yapılıyor. Bunlar iktidarın oy toplama araçları. Burada tehlike var mı yok mu, bir afet durumunda burayı nasıl kullanırız bakılmıyor. İstanbul’un üçüncü havalimanı da böyle bir yerdir. Bakın bir kar yağıyor, biz o görkemli, Avrupa'nın en büyük havaalanı dediğimiz havaalanını kullanamıyoruz. Gene o pistleri sökülen Atatürk Havalimanı'na muhtaç kalmış durumdayız.
Ö.M.: Bunun arkasında bir de bu inşaatları yürüten müteahhitlerin büyük kârları var, değil mi?
P.P.G.: Öyle elbette. Özellikle bu iktidar döneminde hızla palazlanan bir sermaye grubu görüyoruz. Neredeyse bütün kamu ihalelerinin yüzde elliden fazlasının yirmi şirket arasında paylaştırıldığını görüyoruz. Bunların beşini daha çok konuşuyoruz ama neredeyse yirmi firma arasında paylaşılıyor bu ihaleler. Kamu ihale kanunu 2001 yılında çıktıktan sonra -ki onu da parantez içinde söyleyeyim: Bugünkü deprem bölgesi olan Hatay, Antep, Maraş bunlar hep pilot uygulama alanlarıydı ve 2007’ye kadar buralarda uygulandı bu kamu denetimi kanunu-, bugüne dek 195 kere değişikliğe uğramış. Ne için uğradı? İşte bu firmalara ihaleler dağıtmanın önünü açmak, süreci kolaylaştırmak için değiştirildi. Bu kolaylaştırmanın sonuçlarını görüyoruz. Denetimsiz, kontrolsüz yollar, havalimanları, köprüler, viyadükler, otoyollar… Şimdi bunları gördük işte. Depremde ne hale geldiler? Bir deprem sonrasında en önemli şey, erişilebilirlik. Eğer oraya erişemiyorsanız başka hiçbir şey önemli değil artık. Bu depremde ne yazık ki onu yaşadık. Erişilebilirlik sorunu yaşadık. Koordinasyonun da bir kısmı bununla, erişim sorunuyla ilgili. Çünkü bütün yollar yok oldu. Enkaz alanı haline geldi. Bakın, İstanbul'un bugünkü imar kanununun geçmişinde bir Ebniye (binalar) Kanunu var. Ebniye Nizamnamesi (yapılar düzenlemesi)*. Önce İstanbul için çıkıyor bu.
Bugün mahalleler devasa gökdelenler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, yedi metrelik yollar üzerine kuruluyor.
En önemli şey ne, biliyor musunuz? Bu kanun, yapı ve yollar arasındaki ilişkiyi düzenliyor. O imar kanununun İstanbul'a yönelik çıkan eski hali, hangi yükseklikte bir yapının hangi genişlikte yol üzerinde olabileceğini düzenliyor. Bugün mahalleler devasa gökdelenler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, yedi metrelik yollar üzerine kuruluyor. Düşünebiliyor musunuz, İstanbul'un deprem senaryosu içinde böyle bir yapının yedi metrelik, on metrelik yolların üzerine yıkıldığını? Yani bundan kurtuluş yok. Ama bu, işte biraz önce söylediğiniz şeyle çok ilişkili, bu bir inat, bu siyasi bir inat, siyasi ilişkilerin ve sermaye ilişkilerinin bir sonucu. Kamu politikalarını bir kenara bırakarak doğrudan sermayeye hizmet eden bir anlayışın sonucu ne yazık ki. Bunu kentlerin dört bir yanında görüyoruz. Özellikle de İstanbul'un. Bugün bir deprem olduğunda İstanbul'da en az 500 bin yapı hasar görecek. Bunun ne demek olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Hayal etmek istemiyorum.
Ö.M.: Prof. Naci Görür de zaten en az 500 bin kişiyi kaybedebiliriz, demiş. Sizin bahsettiğiniz gibi 500 bin bina zarar görecekse hayatını kaybedecek olan insanların sayısı 500 bini de aşabilir. Yani akıl almaz, düşünmek bile istemediğimiz rakamlar bunlar.
Ö.Ö.: Verdiğiniz sayı on ilin toplamından, resmî olarak verilen hasarlı bina sayısından daha fazla.
P.P.G.: Evet. Şimdi bakın bugün karşımızda neredeyse 75.000 kilometrekarelik bir deprem bölgesi alanı ve on üç buçuk milyon nüfus var. Bir de İstanbul'u düşünün. Burada tek bir ilde yirmi milyon, yirmi bir milyon nüfus yaşıyor. Onun neredeyse onda birini, onda birinden daha az bir alandaki yoğunluğu düşünün. Yapı yoğunluğunu düşünün. Bunun ne kadar büyük bir risk olduğunu gerçekten hayal etmek çok zor.
Ö.M.: Toplanma alanları diye bir şey kalmadığından bahsediliyor sık sık. Deprem olduktan sonra nerede kurtarma organizasyonları yapılabilecek?
P.P.G.: Bakın, Türkiye genelinde eğer rakamlarda değişiklik olmadıysa 18 bin kadar toplanma alanı görülüyor. İstanbul'da da 3 bin kadar bu alanlar. Ama bunlar nasıl yerler? Geçen gün televizyonda bir yayında gösterdiler bu alanları. Böyle bir iki metrekarelik, üç metrekarelik alanlar ya da duvar üzerinde tabelalar görüyoruz. Sayı olarak baktığınızda çok gibi görünüyor. Ama ne yazık ki esas büyük toplanma alanları, afet sonrasında da bir süre geçici yerleşim yeri olarak kullanabileceğimiz büyüklükte ve altyapıya sahip toplanma alanları ne yazık ki yok. Hiçbiri kalmadı. İşte bakın, bu depremde de tek bir tane öyle bir yer yok. İstanbul'da bunu zaten bulma şansınız yok bu yoğunluğun içerisinde.
Neden biz hâlâ kamusal alanlarımızı özelleştiriyoruz?
Yasalar yapıldı, yeni kurumlar yaratıldı, yeni özelleştirilmiş yapı denetim firmaları gibi piyasalaşmış araçlar, modeller ortaya konuldu ve bütün bunların sonucunda geldiğimiz noktada bakıyoruz: Maalesef 1999 depreminden hiç de farklı bir noktada değiliz bugün. Bu deprem bize bunu çok açık bir şekilde ortaya koydu. Bu kadar adım atılmasına rağmen ortada ne var, elimizde ne var? On binlerce ölü, yüz binlerce yaralı, yüz binlerce yıkılmış yapı var. Milyonlarca evsiz var. Bir adım bile atamamışız. Bakın, bütün bu kentlerin deprem senaryoları hazırlanmış, her birinde ne olacağı biliniyor. Bu konularda belediyeler de bakanlık da çalışmalar yaptı. Bunlara yok diyemeyiz. Hepsi var. Her birinde en düşük ne kadar, en yüksek ne kadar deprem olacağını biliyoruz. İşte Hatay'da en az 5, en yüksek 7,5 büyüklüğünde deprem olacağı şehrin deprem senaryosunda var. AFAD bu çalışmaları yaptı, bunu biliyoruz. Ama peki ondan sonra buna yönelik nasıl bir adım atılmış Hatay'da? Maraş'ta? Antep'te? Osmaniye'de? Bu senaryonun karşısında tek bir adım bile atılmamış ne yazık ki. Yani üzülerek söylüyorum. Hani biz haklıydık demek bir sevinç meselesi değil. Bunları yıllardır konuşuyoruz. Eğer bu senaryo hazırlandıysa, bu envanter çalışmaları yapıldıysa neden bunun karşılığı hayata geçirilmedi kentsel mekânda? Neden açık alanlar yaratılmadı? Neden biz hâlâ kamusal alanlarımızı özelleştiriyoruz? Neden inşaat yoğunluğuyla bütün alanları betonlaştırıyoruz? Neden bu alanlarda sosyal konut anlayışını hayata geçirmiyoruz? Hâlâ sermayeye çalışıyoruz. Ne yazık ki bunların cevabı yok bizde. Çünkü orada siyasi bir ısrar var. Siyasi inat var. Siyasi bakış açısı var.
Ö.M.: Bir de Birgün’denNurcan Gökdemir'in aktardığı çok çarpıcı bir haber var: AFAD yani Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı, 2019 rakamlarıyla afet sonrası müdahale kapasitesini artırmak için 477 milyon lira, afet konutlarının yapımı için ise 3 milyar lira harcamayı öngörmüş, ama aynı AFAD kendisine yeni hizmet binaları ve sosyal tesis yapımına da 2,5 milyar lira ayırmış. Yani bu hakikaten aklın, hayalin alamayacağı kadar tuhaf bir şey. Afet konutlarına harcanacak miktara yakın bütçeyi kendi yeni hizmet binası için ayırmış yani.
P.P.G.: Bunlar çok üzücü şeyler. Hâlâ bu kaynak dağılımında afetler açısından önceliğimiz yok. AFAD'ın, Kızılay'ın bütçesini koyun, Diyanet'in bütçesinin yarısı kadar hâlâ. Yani bunların, gerçekten bu bütçe meselesinin çok iyi tartışılması gerekiyor. Bu kaynakların çok iyi düzenlenmesi lazım.
AFAD'ın kadrosu bu kadar büyük depremleri koordine edebilmek açısından yeterli gelmiyor ne yazık ki. Bunu gördük. Evet oradaki arkadaşlar da belki canla başla alanda çalıştılar -hepsine teşekkür ederiz- ama bu kapasiteyle yapabilecekleri bu kadardır. Bunu da ortaya koymak gerekiyor. Eğer biz birinci derece deprem kuşağında bir ülke olarak en büyük kaynaklarımızdan birini afete ayırmıyorsak bu sonuçları görmeye devam edeceğiz. Bu bitmeyecek. İstanbul depremi olduğunda da bu son olmayacak. Yani olaya bu kadar kısa vadeli de bakmamak lazım çünkü bizim geçmişimiz bir sürü büyük depremle dolu.
Ö.M.: Sizin de biraz önce belirttiğiniz gibi nüfusunun çoğunun fay hattı üzerinde olması nedeniyle İstanbul'da çok geniş kapsamlı bir deprem tehlikesi var. Peki önümüzdeki günlerde şimdiki deprem bölgesinde ve ardından İstanbul’da hızlı bir dönüşüm planı nasıl gerçekleştirilebilir? Nasıl bir şey öngörüyorsunuz bunun için?
P.P.G.: Hem bölge için hem de İstanbul için çok hızlı adımlar atmamız gerekiyor. Öncelikle şu anki deprem bölgesinden bahsedeyim. Şimdi çok hızlı hareket etmek zorundayız. Çünkü bir deprem oldu zaten. Bölgede bir kere geçici yerleşim alanları kurulması meselesini hızla hayata geçirmek lazım ama biz onu duymuyoruz şu anda. Neyi duyuyoruz? Bir yıl sonra yapılacak konutların müjdesini duyuyoruz. Dağıtılacak paraların müjdesini duyuyoruz. Halbuki bizim şu anda geçici yerleşim alanlarıyla ilgili çok hızla hayata geçirilecek bir uygulamaya ihtiyacımız var. Hayatı olağanlaştırmamız gerekiyor. Hızla hastaneler, sahra hastaneleri kurulmaya başlandı. Bunların hayata geçmesi, eğitimin ve hayatın normalleştirilmesi için bu alanlara ihtiyacımız var. Fakat bütün bu sürecin uzmanlar eliyle planlanması lazım. Bugüne kadar bu yaklaşımı görmedik ne yazık ki. Yardım çağrılarına umarım ki kulak verecektir siyasiler. Çünkü TMMOB yani meslek odaları olarak yardım ve destek çağrılarını yapmış durumdayız. Hem geçici konut alanlarının planlanması hem de ondan sonraki sürecin yani kalıcı konutların planlanması konusunda iş birliği içinde olmamız gerektiğini söylüyoruz. Tabii şimdi bu yeni yapılacak konutlar meselesi de burada çok önemli. Çünkü mesela buradaki zemin etütlerinin hızla yapılması gerekecek. Tarım arazileri üzerine kalıcı konutlar yapılması konusu ortaya çıkıyor. Bütün bunların kentleri ve kentlerin dirençliliğine daha fazla zarar vermeyecek şekilde nasıl planlanması, nerede planlanması konusunu, yer seçimini çok iyi ortaya koymak gerekiyor. Ve gerçekten de şimdiye kadar yapılmış bu senaryoların üzerinden yeni bir kentsel tasarıma ihtiyacımız var. Madem elimizde bu senaryolar var, bu senaryolar kentsel mekânda nasıl hayata geçirilmeli? Artık bu siyasileşmeyi ve sermayeyi bir kenara bırakarak hakikaten kamucu politikalarla kentlerimizi tasarlamamız gerekiyor. Kamu yararını öncelememiz gerekiyor.
Kamu yararını öncelememiz gerekiyor.
Bunu İstanbul için de hızlı hayata geçirmemiz lazım. İstanbul'un senaryoları zaten belli. Bugün yapıların durumu belli. Bütün etütleri yapılmış durumda. Envanter var. Kaç yapının yıkılacağı biliniyor. Kaç yapı az hasarlı, çok hasarlı olacak biliniyor. Kaç kişi zarar görecek depremden, bütün bunlar biliniyor. Artık kent mekânının sermayeye peşkeş çekilmesi yerine yeni bir anlayış doğrultusunda yapılandırılması gerekiyor. Mesela askeri alanları 15 Temmuz'u bahane ederek boşalttık. İstanbul'un yüzde 10’uydu bu alanlar. Orman alanları yok oldu, konut alanlarına çevrildi. Üstelik kamu yararına yapılmadı bunlar. Bunun hepsini biliyoruz. Bu anlayışı hızla bir kenara bırakmamız lazım. Artık bunun için çok zamanımız yok artık.
Ö.M.: Evet, en önemli nokta bu zaman yetersizliği.
P.P.G.: Yani şöyle, devletin, -iktidardan bahsetmiyorum- yapısal olarak görevidir bu. Anayasal sorumluluğudur. Devletin böyle bir afet durumunda can ve mal güvenliğini sağlamak, bu konutları yapmak, barınma hakkını temin etmek ve tesis etmek görevidir. Seçimden sonra hangi iktidar görevde olursa olsun bu görevi yerine getirmekle sorumludur. Bunu bir seçim müjdesi ve vaadi gibi sunmanın burada yanlış ve hatalı olduğunu söylemek istiyorum ben sadece.
Ö.M.: Peki, bu konuları konuşmaya olanca hızımızla devam edeceğiz. Çünkü çok acil. Sizin de net olarak belirttiğiniz gibi zamanımız hiç yok. Bu zaman darlığı içinde bunları konuşmaya devam edeceğiz.
P.P.G.: Artık kamu ihalelerini kime nasıl paylaştıracağımızı konuşmayalım gerçekten.
Başta İstanbul olmak üzere kentlerimizi depreme nasıl hazırlayacağımızı da konuşmayalım, artık hayata geçirelim. Biz bunları 1999 depreminden beri konuşuyoruz. Yapılacak olanlar ve atılacak adımlar bellidir. Tek eksiğimiz, bunları hayata geçirmek; en önemli eksiğimiz de bu.
Ö.M.: Çok teşekkür ederiz.
* Yapı tüzüğü olarak da adlandırılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk imar mevzuatı olarak kabul edilen “Ebniye Nizamnamesi” 1848 yılında Moltke’nin planı ve ona ilişkin kararlarının öncülüğünde hazırlanmıştır. http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr › Dergi › Dergi158