"İsyan etmek için kıyamet gününü beklemeyin"

-
Aa
+
a
a
a

Ekonomi Politik’te bu hafta Türkiye’nin otokratik baskı/sansür rejimini ve “sisler bulvarında” şiddetsiz bir isyanın olanaklarını konuştuk.

Ömer Madra: Günaydın Ali Bey, merhabalar. 

Ali Bilge: Merhaba Ömer Bey. 

Ö.M.: Yoğunluktan yoğunluğa, bir anda kıyametler kopuyor. Seller, sular. Bir yanda da rüşvet, yolsuzluk ve çürüme bütün ülkelerde ve son olarak da Sedat Peker'in açıklamalarıyla Türkiye'de büyük çapa ulaşmış durumda. Yani en azından kamuoyu nezdinde. 

A.B.: Çok uzunca bir süredir baskı, yolsuzluk ve rüşvet ortamında yaşıyoruz. İsterseniz Gülşen meselesiyle başlayalım. Baskı ve sansür otokratik rejimlerin karakterinde var. Üstelik bu otokrasi dinci, İslamcı bir mahiyette ise durum daha da ağır yaşanıyor. Çünkü bu tür uygulamalar aynı zamanda belli korkulara hitap etmeyi beraberinde getiriyor. Bu tür rejimler, siyasi konjonktürel duruma ve toplumun hoşnutsuzluklarına göre iletişim politikası güdüyor. Rejim açısından işler iyi gitmiyorsa, toplumsal muhalefet yükselmişse, korkulara, duygulara oynanıyor. Devletin bekasına, dini duygulara, ahlaki meselelere odaklanılarak hamleler yapılıyor. Türkiye'de otokrasi, seküler bir karakter taşımıyor, dinci bir karakter taşıyor. Dolayısıyla seküler hayata ait bir sanatçı, şarkıcı ideal bir taşlanma figürü oluşturuyor.  Son yıllarda bunu hep söylüyorum, Türkiye Cumhuriyeti'nin başında İslam Cumhuriyeti yazmıyor ama yapılan düzenlemelerle ve yasalarla Türkiye laiklik özelliklerini önemli ölçüde kaybetmiş, yarı laik, yarı İslamcı bir ülke hâline geldi.

Ayasofya'nın ibadete açılmasından, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetvalarına kadar bu durumu gözlemleyebilirsiniz. Diyanet’in diğer devlet kurumlarıyla yaptığı anti laik protokolleri ve uygulamalarını hep gündeme getirdik, otokratik rejimin merkezinde yer alan bir kurum hâline geldiğini sürekli vurguladık. Otokratik rejimler toplumu ve kamuoyunu sürekli bir gözetim altında tutuyor. Muhalif bilgiye, habere, kişiye odaklanmak suretiyle yasaklamalar, tutuklamalar söz konusu oluyor. Muhalif gazeteciler, sanatçılar ve medya da gözetim altında. Fikir ve ifade özgürlüğü yok. Bu rejimlerin özgürlük ve demokrasiyle ilişkisi de yok. Burada korku devreleri bulunuyor, korku devreleri kamuoyuna zaman zaman hatırlatılıyor. Rejim, topluma yargının ve medyanın kendi elinde olduğunu hatırlatıyor. Sanatçı Gülşen örneği de bunlardan biri. Benzerlerini çok yaşadık, her gün karşılaşıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşananlar, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ndeki mezuniyet töreni, Gezi davası ve diğer davalar, ölüm oruçlarında yitirdiğimiz insanlar… Adil yargılanma talebiyle ölüm orucuna başvuran avukat Ebru Timtik'in ölüm yıl dönümüydü dün. Baskıcı rejimlerde önemli siyasal gelişmelerin arifesinde, mesela seçim gibi, referandum gibi durumlara yaklaşıldığında baskı ve tutuklamaların daha da arttığına tanık oluyoruz. Biraz gerilere, 1982 anayasa oylamasına götürelim dinleyicilerimizi. O devirde içinde mavi geçen cümleler yasaklanmıştı. 

Ö.M.: 12 Eylül değil mi? 

A.B.: Evet, 12 Eylül Anayasası’nın referandumunda mavi renk “red”, beyaz renk “kabul”ü temsil ediyordu. Nitekim rejim tarafından mavi renk yasaklanarak, maviyi kullanan ve vurgulayan gazeteler kapatıldı. İçinde mavi geçen her şeyin yasaklandığı bir dönem oldu.

Ö.M.: O dönem seçimde kullanılan zarflar da şeffaftı, içleri görünüyordu yani. 

A.B.: Evet, zarfların içi görüldüğü için insanlar korkuyorlardı. Temel sebep bu olmasa da, o anayasa yüzde 92 oy oranıyla kabul edildi. Halit Refiğ’in TRT için hazırlanan Yorgun Savaşçı dizisinin başına gelenleri hatırlayalım. Muzır neşriyat uygulaması vardı, sıkıyönetim komutanlıkları bazı dergilerin poşet içine alınmasını emretmişti. Filmlerde öpüşme sahneleri bugün olduğu gibi yasaklanıyordu. Tüm senaryolar denetim kurullarından geçiriliyordu. Bugün de durum farklı değil. 12 Eylül 1981’de sanatçı Bülent Ersoy'a sahne yasağı kondu. 

“Führer emreder, biz yerine getiririz”

Aynı dönemde büyük kentlerde yaşayan eşcinseller trenlerle başka illere sürgüne gönderildi. Bugün de İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ taahhütleri parçalanmış vaziyette. Otoriter rejimler, özellikle de dinci bir karakter taşıyorsa, seküler hayatı ve sanatı baskılama eğiliminde oluyorlar. İşkencede ölenler oluyor. Gündelik hayatı terörize eden uygulamalarla karşı karşıya kalıyoruz. Tüm bunların sonucunda da adi suç patlaması yaşanıyor, cinsel sapıklık, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, ağaçlara şiddet artıyor. 

Otokrasilerde kuvvetler birliği var, kuvvetler ayrılığı yok. Yargı bağımsız ve tarafsız değil. Parlamento değerini önemli ölçüde yitirmiş, sarayın organı haline gelmiş durumda. İşler kötüye gidiyorsa kutsal duygulara, beka sorununa, huzur ve güven ortamı sağlama duygusuna oynarsınız. Her vesile ile yargı elimde vurgusu yapılır. Bunun en veciz örneğini Hitler rejiminde görürüz. Savcıların ve hakimlerin arkasında, “Führer emreder, biz yerine getiririz” yazıyordu. Bugün idari yargıda idarenin tasarrufunun tersine tek tük kararlar çıkıyor, emekliliği yaklaşan hakimlerin dışında bu kararları alan kimseyi göremezsiniz. Adalet Bakanlığı’na ya da rejimin merkezine, saraya aykırı karar alan savcıların, hakimlerin başlarına gelenleri biliyoruz. 

Bir ülkede medya ve yargı rejimin emrine girdiği takdirde ana haber bültenleri mafyanın, suç örgütü liderlerinin bültenleri hâline geliyor. Sedat Peker Türkiye gündemini bir yılı aşkın süredir belirleyen bir suç örgütü lideri. Otokratik rejimin içindeki bütün patikaları çok iyi bilen bir isim. Çeşitli yayınlar, ifşaatlar yapıyor. Bu yayınların sonuncusu da, sermaye piyasası kurulu ve borsa üzerinden dönen yolsuzluk, rüşvet olaylarıydı. Türkiye’de tam teşekküllü, düzgün bir ekonomi politikası yok, kredisi olan, kabul görmüş bir dış politikadan söz etmek mümkün değil ama tam teşekküllü, gerçek bir yolsuzluk politikası uygulanıyor. 

“Şiddetsiz isyana ihtiyacımız var.” 

90’lı yıllarda bu duruma benzer bir durum İtalya'da yaşandı. Temiz Eller Operasyonu’nu yürüten savcı Antonio Di Pietro’dan daha önce söz etmiştim. Tangantepoli kelimesini ondan duymuştum. Tangente hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet anlamına geliyor. Poli’de şehir demek. Rüşvet ve yolsuzluk diyarı anlamına geliyor tangantepoli. Yolsuzluklar ülkesini, İtalya’yı böyle tanımlıyordu Di Pietro ve “isyan etmek için kıyamet gününü beklemeyin” diyordu. Bugün Türkiye'de her gün bazı ağızların çözülmesiyle yolsuzluk tablosu daha fazla ortaya çıkıyor. Tangantepoli’ye dönmüş durumdayız. Beşli çete örnekleri, ihalelerde yaşananlar, emanet usulü verilen şaibeli işler ortada, saymaya zamanımız yetmez. Devran değiştiğinde, belli bir tarihten sonra bütün sözleşmelerin, uygulamaların, idari tasarrufların gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu şekilde sarfedilen kaynaklar bizim kamusal kaynaklarımız, bu kaynaklar bireysel servetlere dönüşüyor. Bu kaynakların toplumun ihtiyaçları doğrultusunda harcanması gerekiyor. 

Peki bu olan bitene nasıl karşı koyabiliriz? Evet, bugün şiddete başvurmayan bir isyan gerekiyor. Şiddetsiz isyana ihtiyacımız var. Sağlam bir ittifakınız olursa otokratik rejimlerin bunları yapması zor olur, gördüğümüz pratikler böyle, ortak refleks geliştirirseniz -ki ilk defa altılı masa olarak bir refleks gelişiyor- bir şeyler yapmak mümkün olabilir. Suç duyurusunda bulunacaklarını söylüyorlar ama Gülşen’in tutuklanması konusunda bu ortak refleksi göremiyoruz. Otokrasiye karşı ittifakın geniş bir bant içinde olması gerekiyor. Otokrasiden demokrasiye geçiş sürecinde sadece siyasi partiler ekseninde değil, sivil toplum, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ekseninde de ittifakların olması gerekiyor. Gerçekten ülkenin işi zor. Önce yoğun bakım, sonra normal servis daha sonra hastaneden çıkış süreci derken uzunca bir tedavi süreci gerekiyor.

Tüm bunlar olurken savaş ve harekat planlarının yapıldığına tanık oluyoruz. “Bir gece ansızın gelebiliriz” deniyor. Yani Suriye’ye girmekten söz ediliyor. Fakat “bir gece ansızın” Sedat Peker bazı açıklamalarda bulunuyor. Yüz milyonlarca dolarlık rüşvet çarkını açıklıyor ve hiçbir savcı soruşturma açmıyor. “Bir gece ansızın” Putin yerli müteahhitti Akkuyu’dan atıyor. “Bir gece ansızın” o kadar çok şey yaşadık ki bu ülkede, 128 milyar dolar uçmuş gitmiş, eksi 55 milyar dolar rezerve gelmişiz. “Bir gece ansızın” Berat Albayrak bir mesaj yayınlıyor, “At izi it izine karıştı” diyor. “Bir gece ansızın” baktık ki ayakkabı kutularından paralar fışkırıyor, 17/25 Aralık olmuş. “Bir gece ansızın” Sedat Peker konuşuyor, “Sıra sana da gelecek” diyor. Bahsettiği kişi ülkenin devlet başkanı! Gündemi o belirliyor. “Bir gece ansızın” Rus füzeleri 33 askeri şehit ediyor. Bu örnekleri genişletmek mümkün.

Ö.M.: Esas itibarıyla gündemdeki son derece çarpıcı iddialar karşısında medyanın da tam bir suskunluk içinde olduğunu önemle belirtmek gerekiyor. Biraz önce Özdeş’le beraber kısaca baktık, Hürriyet, Milliyet Sabah, Yeni Şafak gibi gazetelerin hiç birinde bu iddialardan bahis yok. 

A.B.: Aslında bu medyaların çoğunun sahipleri de kamu bankaları. Bugün bu kurumlar iktidarın elinde. Bu kurumlardan gündemdeki iddialara karşı bir pozisyon almalarını beklemek gerçekten çok zor. Medya da, yargıda da iktidarın elinde. Savcılar soruşturma açmıyor. Cumhuriyet savcılarının Türkiye'nin neresinde olurlarsa olsunlar soruşturma açma yetkileri vardır, bu yetkiler kullanılmıyor. Çünkü iktidar partisinin ilçe başkanından, il başkanından, yöneticisinden savcılar, hakimler yarattılar. Adalet Bakanlığı, hakimler ve savcılar hallaç pamuğuna döndü. Tecrübe ve liyakat kalmadı. Yargı bağımsızlığı kalmadı. Kaotik bir durumla karşı karşıyayız. Bunlar bildiklerimiz, bir de bilmediklerimiz var… Denetlenmeyen bir rejim içerisindeyiz. 

Ö.M.: Burada sözü edilen çok üst düzey isimler var. Cumhurbaşkanı danışmanı Serkan Taran’ın oğlunun istifa ettiğine dair haberler, iddialar var. Erk Acarer yazmış. Onun dışında eski SPK Başkanı'nın içinde olduğu iddia edilen rüşvet ağına dair SPK'nın kendisinden de üst düzeyde yetkili ağızlardan da hiçbir açıklama gelmemesi, anaakım medyada tek bir habere rastlanmaması, Carl von Clausewitz’in “savaşın sisi” benzetmesi gibi artık bu ülkenin de bir sis içinde olduğunu söylemek mümkün herhalde. 

A.B.: Evet, bu sisler bulvarında arayış içerisindeyiz, önümüzdeki süreçte rejim değişiminin başlangıcı sayılabilecek bir seçime gideceğiz. Bu seçimle, ülkenin bu yüzyıl içerisinde ne olacağına bir anlamda karar verilecek. Çünkü ipin ucu kaçmış vaziyette. Bu sırada bir seçim olmayacak, ülkedeki tüm etnik grupların temsil edildiği, demokratik bir çerçeve içerisinde bir ittifak oluşması gerekiyor.

Hep içimi titreten bir tanım var, “etkisiz hale getirmek.” Geçen gün Milli Savunma Bakanı Akar açıkladı. 2015 Temmuz’undan bu yana, 35 bin 275 terörist etkisiz hale getirilmiş. Bütün bu çatışma dönemlerinde ne kadar insan kaybettik, sayısını bile bilmiyoruz. Yuvarlıyoruz. Bu yolsuzluk rejimlerinde sanıyorum sona doğru yaklaşıldıkça dışarıya daha fazla bilgi sızıyor. Dünyada da bu örnekleri görüyoruz. Gerçekten içler acısı, iç parçalayıcı bir durumla karşı karşıyayız, gelişmeleri izlemeye devam edeceğiz. 

Ö.M.: Çok teşekkür ederiz Ali Bey. Görüşmek üzere. 

A.B.: Ben teşekkür ederim. İyi yayınlar.