Açık Gazete'de Ömer Madra ve Özdeş Özbay, uzun süre deprem bölgesinde gözlemlerde bulunan bağımsız gazeteci Fatma Yörür ile deprem bölgesindeki son durumu konuşuyorlar.
Ömer Madra: Evet Açık Radyo burası, 95.0. Açık Gazete’de saat 08:33 iken tekrar beraberiz ve biraz önce de Özdeş Özbay’ın da sunumunu yaptığı gibi Fatma Yörür ile beraberiz. Fatma Yörür, uzun süre bu bölgede, yakın zamanda da daha yoğun olmak üzere bağımsız bir gazeteci olarak Hatay'ı, Adıyaman’ı ve Maraş’ı ziyaret etmiş ve Malatya'dan da yerel kaynaklarla görüşmüştü. Kendisiyle deprem bölgesindeki son durumu konuşmak istiyoruz. Merhabalar hoş geldin.
Özdeş Özbay: Merhaba, hoş geldin Fatma.
Fatma Yörür: Hoş bulduk.
Ö.M.: Uzunca bir süre yani sadece depremle değil bizim AçıkGazete’de üzerinde durduğumuz dünya çapında, çeşitli ülkelerde ve kıtalarda dünyanın savaş, açlık, kıtlık, göç, küresel iklim değişikliği ve çeşitli sebepler yüzünden bir genel travma, sosyal travma durumu yaşadığı görülüyor. Depremin de böyle bir etkisi olduğuna herhalde tahmin etmek hiç zor değil. Yakın bir şekilde orayı izlediğine göre, bize biraz bu travma meselesinden bahseder misin lütfen?
F.G.: Şuradan başlamak belki daha doğru olur; özellikle benim bu son gidişimdeki rotam Hatay, Adıyaman ve Maraş’tı. Kentler de var bunun içinde, köyler de var. Yani hekimlerle de görüştüm, aynı zamanda bir köyde çiftçilerle de görüştüm. Kime ne sorarsak soralım hâlâ aslında soru farklı olsa bile ilk yanıta deprem gecesini anlatarak başlanıyor. Yani bu da oradaki travmanın artık ne kadar görünür olduğuna ilişkin sanırım en somut şey. Çünkü zihinler biraz bir önceki 6 Şubat'ta kalmış yani o gece, depremden önce ne yapıyor olduklarıyla ve sonrasındaki o şoku, o çaresizliği, ne yaşadıklarını anlatmaya gelen bir girizgahla başlıyorlar. Ben bu kadar net olarak zihinsel bir yerde kalış hâlini daha önce açıkçası gazetecilik deneyimimde çok tanık olduğumu söyleyemem. Yani ne yaşandığını anlatabilir genelde insanlar ama eğitim düzeyi ne olursa olsun bu üç şehirde de bir deprem akşamından başlayan bir halle karşılaştım. Sanırım en net göstergesi bu diyebilirim bu travmaya dair.
Sonrasında ne yapılmış dersek, özellikle bazı kamu yayınlarında bir takım rakamlar telaffuz edilerek psikolojik destek sağlandığı söyleniyor ancak bunu bölge nüfusuna vurduğumuzda çok düşük kalıyor. Hem de bir insan böyle derin bir korkuyu yaşayıp, üstüne kendini bu kadar yalnız ve çaresiz hissettikten sonra bir kez aldığı bir destek bir yaraya teselli olabilir belki anlık ama tedavi olabilir gibi görünmüyor.
Ö.M.: Evet, bu normalde posttravmatik stres bozukluğu diye ifade edilen ve özellikle savaşlarda çok sık rastlanan bir şey. Yani bu konuların uzmanı olma konusundan çok uzaktayız tabii ama okuduklarımızdan ve senin anlattığın gibi anlatıları dinledikten sonra insanın aklına büsbütün bu takılıyor. Yani bunun üstesinden gelmek de öyle kolay, kısa zamanda yapılabilecek bir şey gibi gözükmüyor, öyle değil mi?
F.G.: Mesela ben başka bir belgesel çalışmamla ilgili İstanbul'a kaçıp gelmiş Ukraynalılarla görüşmüştüm, şimdi konuşurken hatırladım. Orada da çok ani başlayan bir savaş vardı bildiğimiz gibi ve beklemiyordu aslında Kiev bunu ama o insanlardan bunu da dinlemiyorum. Burada verdikleri mücadeleden bahsedebiliyorlar, buradaki yeni hayatlarından bahsedebiliyorlar ancak deprem bölgesinde hâlâ o gecede kalma hali çok ağır görünüyor.
Ö.M.: Özdeş, sen bir şey soruyordun sözünü kestim ben.
Ö.Ö.: Bir defa destek almaktan söz etmiştin, o kısmı anlayamadım, onu soracaktım.
F.G.: Genellikle şöyle bir deneyim yaşamış depremzedeler; - tabi şimdi kapasiteler de var ama - kimi zaman sivil toplum örgütlerinin, kimi zaman hastaneye gittiklerinde yönlendirildiklerinde yani aslında herkes birer kez bir psikolog, psikiyatri görmüş ama herkes - en azından benim temas ettiğim insanlar - demek de çok iyimser aslında ama bunun bir kere ile sınırlı kaldığına tanık olduk. Çok sayıda sivil toplum örgütü oraya gidip özellikle bazı alanlarda çocuklarla yoğun bir çalışma yürütmeye çalıştılar ama bu, bununla telafi edilebilecek bir yerde değil. Yani çok minimum düzeyde kalmış ve travma maksimum düzeyde olunca çok daha sağlıklı ve kapsamlı bir politikayla bu kısmın yeniden ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Dediğim gibi, bir kez bir hekimle temas bu ağırlığı gideremez ve mesela oradaki sağlık çalışanları da şunu söylüyor; ‘Biz de depremzedeyiz.’ Yani onların travması da sürüyor, bu da çok ağır.
Ö.M.: Evet, bu da senin çeşitli yazılarında da değindiğin noktalardan bir tanesi. Yani sağlık çalışanlarının çoğunda tıpkı İsrail’in Gazze saldırısında rastladığımız gibi bir durum var; bizzat sağlık çalışanları da çok ağır şartlar altında yaralanıyor, ölüyor, hastalanıyor ve travma yaşıyorlar, öyle değil mi?
Ö.Ö.: Bu herhalde son 45 yıldır böyle. Yani Covid döneminde de böyleydi. Covid’in hemen ardından da savaşlarda, Ukrayna ve sonra Gazze’de en önde mücadele edenler, en fazla etkilenenler oradaki sağlık çalışanlarıydı. Türkiye üzerinden de deprem bölgesi tam da böyle oldu. Onlar da mağdur ama çalışmaya devam ediyorlar.
Ö.M.: Evet, Voice of Amerika'nın Fatma Yörür imzalı yazısında da ‘6 Şubat’tan bugüne deprem bölgesinde sağlık çalışanlarının travması sürüyor, yatak kapasitesi de yetersiz’ diye bir şey var. Yani bu çadırlarda yaşamak yalnız depremzedeleri değil, aynı zamanda sağlık çalışanlarını da kapsıyor ve bu düzelecekmiş gibi de gözükmüyor anladığım kadarıyla. Biraz da ondan bahsedebilir miyiz?
F.Y.: Yani mesela hekimler şunu söylüyorlar; ‘Evet, evimizden sağ çıkmıştık. Ailemizi arabaya almış ya da güvenli bir noktaya, hastaneye gitmiştik’ diyor ama hastanede karşılaşılan tablo... Deprem bir travma ve ‘Hastaneye gittiğimizde kapının önünde cesetler var. Kuvözün içindeki bebekleri düşününce içeri girmeye korkuyorsunuz ama bir şekilde giriyoruz’ diyorlar. Yani böyle bir tabloda ‘Aynı çatı altında yaşayanlar dışındaki aile bireyleriyle telefonla iletişim kurmakta zorlanırken, orada başlayan bir mesai sonrasında ikinci depremle artık binanın da içine giremez olduk ve o binanın içinde bebekler vardı’ diye ekliyor hekimler. Yani o travmatik hali önce böyle anlatıyorlar. Sonrasında özellikle ikinci depremde...
Ö.Ö.: İkinci deprem dediklerinde 15 gün sonra yaşananı kastediyorlar değil mi?
Ö.M.: Hayır, aynı gün yaşanan ikinci deprem.
F.Y.: Evet, pek çok hekim de şöyle dedi; ‘Orada artık hepimiz donmuştuk. Çünkü kimi binalar ayakta değil, ağır hasarlıydı, kimisi az hasarlıydı ama hasarsız olanlara bile giremiyorduk.’ Bu tam olarak hekimin de aslında bu travmayı nasıl yaşadığını gösteren bir durum. İkinci olarak, şimdi hangi koşullarda çalışıyorlar dediğimizde, özellikle aile sağlığı merkezleri konteynerlarda. Benim mesela bu süreçte yine en çok zorlandığım noktalardan bir tanesi ve aynı zamanda Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere özellikle sivil toplumun öneminin de çok çok öne çıktığı noktalardan bir tanesi, onların verileri ve periyodik raporları. Bunlar olmasaydı bu alana dair bir veri dahi bulamayacaktık. Kalp hastanesinde kaç hasta tutulduğundan başlayalım da yatak kapasitesinin ne kadar azaldığına kadar hem Sağlık Bakanlığı kaynaklarına, hem de CİMER'e sorduğum sorulara - bu soruları yaklaşık 15 gün önce iletmiştim - dün iki satırlık bir yanıt geldi bana Sağlık Bakanlığı’ndan. Rakamları şu an doğru vermiyor olabilirim ama bu minvalde yıkılan hastaneden de bahsedilmiyor; ‘üç hastanemiz açılmıştır, 12 hastanemiz ihale aşamasındadır’ gibi bir tablo veriyor. Burada biz, kaç hastanenin yıkıldığını, aile sağlığı merkezlerinin bu süreçte neler yaşadığını gibi bilgileri yine sivil toplumdan öğrenmiş olduk. Burada gerçek bir belirsizlik var. Başta sağlık olmak üzere çeşitli sivil toplum örgütlerinin çalışmalarını daha kapsamlı yürütmelerini ciddi anlamda engelleyen bir noktadayken tam tersi şekilde sivil toplum örgütleri artık rapor ve veri üretmek zorunda kalmışlar. Dediğim gibi, yıkılan hastaneleri biz bu çalışmalardan öğrendik ve ve bu kuruluşların da aslında bölge için ne kadar kıymetli olduğunu da anlamış olduk.
Odalar, sendikalar konteynerlarda hizmet veriyor. Yine özellikle aile sağlığı merkezleri başta olmak üzere sağlık çalışanları konteynerlarda hizmet veriyorlar. Bu konteyner ve çadır alanlarına kurulan sahra hastanelerinde bu işi yürütmenin ne kadar zor olduğundan da bahsediyorlar. Çok fazla hekim göçü yaşanmış bölgeden ve burada aslında nüfusun bölgedeki ağır sağlıksız koşullarla devam eden sağlık ihtiyacına karşı sağlık koşullarının düzelmemesi de yine travmayı atlatamamış ve bu kadar ağır bir tablo içerisinde hizmet vermeye devam etmesi gereken sağlık emekçilerini, sağlıkçıları, hekimleri ciddi anlamda zorlayan bir yere getirmiş ve bu göçün devam etmesi de bu koşullarda kaçınılmaz olabilir.
Ö.M.: Evet, veri eksikliği de çok önemli problemlerden bir tanesi olmaya devam ediyor anlayabildiğim kadarıyla. Daha ilk başta, ilk günlerde zaten hiçbir müdahale gelmemesinden ve insanların kendi imkanlarıyla kendi yakınlarını kurtarmaya çalıştıkları bir dönemdi. Hatta annesiyle beraber kalan yakın arkadaşımız Tülin Danış da yıkılan İskenderun Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti ve mesela eşi günlerce hiç haber alamadı, hiç bir yerden devlet desteği de göremedi. Yani korkunç bir bilgi eksikliğinin yarattığı travmayı da yaşadığımız netti ve bu gördüğüm kadarıyla da devam ediyor.
Yani mesela senin sakatlarla ilgili görüşmelerinden, ne kadar kişinin sakat kaldığına dair bir bilgi yok mesela yeterince ve olacakmış gibi de gözükmüyor anladığım kadarıyla. Bu göç edenlerin sayısı belli değil, şehrin ne kadarı yenilen binalarda tekrar yaşamaya başlayacak, o da belli değil anladığım kadarıyla. Hatta çok ilginç de bir şey var; Adıyaman Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Eş Başkanı İbrahim Halil Aydın ile yaptığın bir mülakatta kentteki durumu değerlendirirken şehrin %70’inden fazlasının 21 metrekare plastikte yaşadığı söyleniyordu, öyle bir şey vardı. Yani inanılmaz bir durum var.
F.Y.: Yani çok yoğun bir nüfus konteynerlarda yaşam mücadelesi veriyor. Ben Adıyaman’da iken elektrik kesilmedi en azından ama yani musluktan çamur akıyor. Bu, standartları biraz yukarıdaki bir otelde de böyle, çadır alanında da böyle. Yani kış koşullarında bu konteynerların içerisindeki yaşam oldukça zor. Yazın da ayrı zorluklar var tabii. Yani yazın sıcak, kışın soğuk ve su basıyor gibi.
Hatay'da konteynerlarda yaşam çok yoğun olmasına rağmen çok sıklıkla elektrik kesiliyor ve bu da ısınamamak demek. Yani zaten o kadar sık ve bitişik ki konteynerlar, bunların yakınında bir ateş yakalım da oturalım gibi bir şey de söz konusu değil. Dolayısıyla konteynerda, 21 metrekare içerisinde süren hayat, özellikle de çoluk çocuk var ise çok tahayyül edilebilir gibi değil. Mesela Hatay'da özellikle bu tabloya karşı insan şunu soruyor bir yerden sonra - içten içe sorsak da, bazen derinleşip konuşabilsek de - belli bir süre bir yere gitme, başka bir şehre göçme şansınız yok mu? Ama iş yok bu iki şehir özelinden baktığımızda, işsizlik var. Mesela ben, şuna da çok öfkelendim bir gazeteci olarak; orada bir sürü yapılması gereken iş varken ve bir sürü de işsiz varken bir seferberlikle bunların bir araya getirilmesi bile hem psikolojik, hem de maddi olarak pek çok yarayı sarabilir ama böyle bir seferberlik de yok iki kent için özellikle konuşursak.
Bu koşullarda, 21 metrekare içerisinde bir konteynerda kalmak çok zorken, buradan göçme özellikle gençler için bir parça daha kolay; gidip başka bir şehirde önceki yaptığı işe dair bir şey bulabilirler. Ama böyle bir yoklama yaptığımızda da herkes, genci, yaşlısı şöyle diyor; ‘Biz toprağımızı bırakamayız’. Bir yandan şöyle bir korku da var; ‘Ben buradan gidersem toprağıma el koyulur.’ Yani yaşanan travmanın üstüne bu güvensizlik hâli de çok sarsıcı yakından baktığımızda. İnsanların farklı şehirlerde akrabaları var, belli bir süre başka bir yerde belki yaşama ihtimalleri var, belki de yok ama çoğunluk, ‘Biz buradan gidemeyiz, toprak bizim için çok önemli’ diyor. O güveni hissetmeme, gittiğinde oranın el koyulacağının güvensizlik hissi de çok ağırdı.
Ö.Ö.: Bu güvensizlik kamu kurumlarına yönelik mi yoksa başkalarına mı yönelik?
F.Y.: Gidebilen zaten ilk iki üç ay içerisinde bir yerlere gitmiş eğer evleri az ya da ağır hasarlıysa ama kilitleyemeden çıkmışlarsa çok yoğun hırsızlıklar olmuş. Mesela Hatay'da kadınlar şunu söylediler bize; ‘Kocalarımız belli bir yerden sonra silah aldılar çünkü asayiş yok, güvenlik yok.’ Bu, kişisel güvensizlik ama kamu kurumlarına dönük güvensizlikte şu hâlâ netleşmiş değil. Mesela benim şehir merkezinde ağır hasarlı ya da yıkılmış bir evim var ve ben bu arsamı ne yapacağım yani bu evimin tapusunun olduğu yeri ne yapacağım, bana kurada ev çıkarsa burası ne olacak? Kamunun bu yöndeki farklı açıklamaları ve insanların karşısına çıkıp net bir tutum almamalarından kaynaklanan ciddi bir güvensizlik var. Örneğin toprağını kaybetme, 3+1 evinin yerine 1+1 küçük bir yer verilmesi, hatta tamamen şehrin dışına atılıp artık burada bir evin yok denilmesi gibi çeşitli güvensizlik unsurları var.
Ö.Ö.: Az evvel belirsizlikten bahsediyorduk ve dün aslında artık bir çok bakanlığın rapor açıklamış olması gerekirdi bir yıl içerisinde yani nelerin değiştiğine dair daha iyi verilere ulaşmışlardır diye düşünüyorduk o depremin ilk haftalarındaki karmaşanın ötesinde. Ama pek öyle elle tutulur raporlar yok ama bunun aksine sivil toplumda çok sayıda rapor var. Mesela TEMA Vakfı Hatay özelinde, ‘Enkaz atıkları zehir saçıyor’ diye bir rapor açıklamış. Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonu da ‘Ekoloji örgütleri birinci yıl deprem raporu’ diye bir rapor açıkladı dün. Burada da deprem sonrasında özellikle enkazların toplanıp sulak alanlar gibi yerlere atılmasının sebep olduğu çevre yıkımından bahsediliyor. Hatay Depremzede Derneği, sekiz ana başlıkta depremin birinci yılında Hatay’da neler olduğunu söylemiş. Türk Tabipleri Birliği’nin vardı, Hayata Destek Derneği’nin bir acil durum raporu vardı ve eksiklikler, elde edebildikleri verileri paylaşıyorlar. Biz depremin ilk haftalarında da benzer bir şeyi gördük aslında; kamu kurumları çok yetersiz kaldı hatta neredeyse yok gibiydi. Bu bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da söylendi.
F.Y.: 2 Şubat’ta aslında çok tepki görmesi gereken bir şeyi sessizce izledik. 2 Şubat tarihinde Ali Yerlikaya çıkıp bir yıl değerlendirmesi yaptı. AFAD Merkezi’nde, Ankara'da yaptığı değerlendirmeye gazeteci alınmadı, soru alınmadı.
Ö.Ö.: Kim alındı peki gazeteci alınmadığında?
F.Y.: Bir kamera ile AFAD’ın kendi kanalından basına servis edilen yayınlar ve hiçbir sorunun yanıt bulmadığı bir açıklamaya tanık olduk. Yani bunun üstüne başka bir şey var mı? Birinci yıl değerlendirmesinde basının alınamadığı bir basın toplantısı.
Ö.M.: Bu, varmış olduğu medeniyet kaybının doruk noktası olarak sayılabilir. Yani bağımsız medyanın sıfırlanması gibi bir durum bu. Artık bitiriyoruz yavaş yavaş ama tam da bunu söylemek istiyordum; başta Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu olmak üzere belli başlı yerleşik medya organlarında, Hürriyet, Sabah, Milliyet gibi gazetelerde bunların konuşulduğunu zannetmiyorum, bu nasıl oluyor peki? Yani mesela eski futbolcu Hataylı Gökhan Zan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kentle ilgili açıklamasını eleştiri getirmesi yani ‘Cumhurbaşkanımız çağırsın, ben burada da söylüyorum, Hatay’ın bir evladı olarak Hatay insanının ne istediğini ben anlatırım eğer çevresindeki insanlar anlatamıyorsa’ ve ‘Hiç kimse halktan büyük değildir’ diye bir açıklaması var. Zan’ın ‘Neyin siyasetini yapacağız? Ölmüşüz biz. Bir suya muhtacız, bir çadıra, bir bez parçasına muhtaç kaldık’ diye isyanı var ve bütün bunlar yerleşik medyada yer almıyor anladığım kadarıyla.
F.Y.: Hatayların en büyük korkusu tam bugün, 6 Şubat'ta Hatay’ın bir televizyon stüdyosuna dönmesiydi. Sanırım biz bugün bazı medya ve yayın organlarını açtığımızda tam olarak buna tanık olacağız. Maraş’ta bir depremzede, bugünü İstanbul'da geçirmek istediğini söyledi ve hatta geçtiğimiz hafta içerisinde İstanbul'da yapılan bir buluşma vardı. Orada da yine kendisi vardı ve ‘Gelip insanların bize ağlayıp geri gitmesine tanık olmak istemedim’ dedi. Bitirmeden, az önceki noktayla ilgili bir kısmı daha vurgulamak istiyorum.
Kamunun tepesinden bir veri yok. Biz deprem bölgesindeyken özellikle bazı AFAD yetkililerini zorlayıp randevu aldık. İsminin yayınlanmaması koşuluyla konuşurken, Greenpeace'in, Tabipler Birliği'nin çıkarttığı asbest raporlarını sorduk. Kendisini de dedi ki, ‘Hayır, biz de araştırmalar yaptık, asbest yok.’ ‘Görebilir miyiz peki raporu?’ dedik ve konu değiştirildi. İnsanlar, tapularının, evlerinin ne olacağına dair özellikle TOKİ konutlarının nasıl teslim edileceğine dair güvensizlik ve belirsizlik içerisindeler. ‘Yapı teslim edilecek olan insanlar için yapılan sözleşme örneğini görebilir miyiz?’ diye sorduk ve bunların hepsinin gösterilmekten kaçınılması, ‘devlete güvenin’ ile biten bazı tepkiler almak da yine oldukça ilginçti.
Ö.Ö.: Son iki dakikamız kaldı ama hemen bir önceki yerden bir şey sormak istiyorum. İlk haftalarda da sivil toplumun dayanışma girişimlerinin çok yüksek olduğunu gördük. Çünkü zaten devletin orada çok fazla olmadığına şahit olmuştuk. Şimdi tabii üzerinden bir yıl geçti ve bunun oldukça sönümlenmiş olduğu muhtemeldir ama burada sivil toplumun ya da diğer demokratik kitle örgütlerin durumu nasıl? Depremzedelerle hala bir dayanışma sürdürebiliyorlar mı?
F.Y.: Sanırım deprem bölgesini gezerken insana tek iyi hissettiren şey, Türkiye'de gerçekten tüm baskılara rağmen sivil toplumun kapasitesince ne kadar aktif olabildiğini görmekti. İnsanlar da bu fikirdeler. Özellikle yaptığım bir engelli dosyası vardı. Ben, depremde engelli kalmış bir kişiyle görüşmüştüm ve ben ona bu soruyu sormamama rağmen karısı ve kendisi iki üç kez şunu ifade etti ve şunu vurguladı, ‘Biz yardımda hep gönüllülerden destek aldık. Biz, devleti yanımızda hissetmedik.’ Bu çalışmalar devam ediyor ve bunun mesela daha zayıf olduğu Maraş’ta yani biraz daha kamu otoritesinin yoğun hissedildiği, sivil toplumun da bildiğimiz anlamda hak odaklı bir sivil toplum olmadığı bir kentte ortaya çıkan bir şey ile vurgulayarak bitirmek istiyorum.
Maraş gibi daha muhafazakâr mütedeyyin yerlerde ortaya çıkan kendi ağlarını örme süreci var. Bu ağlar adalet ihtiyacıyla örülüyor şu anda. Yakınlarını kaybedenler de var, evlerinin alanı rezerv alan ilan edildiği için evleri sağlam olsa bile evlerine giremeyen insanlar da var bunun içerisinde. Birkaç kadının öncülüğünde başlayan adalet arayışının aslında tüm topluma nasıl ilham verdiğini ve orada, bu yerelde örgütlenmekte olan adalet arayışı da benim için çok etkiliydi. Adıyaman'da ve Hatay’da sivil toplum, biraz daha örgütlü bir şekilde varolan bir şey üzerinden bir takım çalışmalar yürütüyor ama Maraş’ta da bu arayış, adalet arayışıyla birlikte örülen ağlar yine beni çok etkiledi diyebilirim.
Ö.M.: Evet, bunun etkileri çok uzun süre sürecek ve başta travmayla başlamıştık, onunla da bitirmeye çalışalım. Travmanın en temel kaynağı, devam etmesinin sebeplerinden bir tanesi de bu senin belirtmiş olduğun ‘belirsizlik’ olmalı. Belirsizlik durumun her türlü travmayı arttıracağı ve sürdürülebilir kılacağı da kolaylıkla düşünülebilir herhalde. Evet, çok teşekkür ederiz Fatma Yürür. Depremin birinci yıl döneminde bu konuşmanın başladığı noktada olduğunu söyleyebiliriz. Daha sık seni de bu konuları konuşmak üzere tekrar da davet ederiz. Katıldığın için çok teşekkürler.
F.Y.: Ben teşekkür ediyorum .
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.
F.Y.: İyi yayınlar, zor bir gün olacak, zor bir geceydi hepimiz için.
Ö.Ö.: Evet, teşekkürler. Görüşürüz.