Depo İstanbul 6 Mayıs 12 Temmuz tarihleri arasında Waseem Ahmad Siddiqui’nin …Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?) isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Waseem ile Depo İstanbul'da buluşuyor ve bir deneme olarak nitelendirdiği ilk solo sergisi üzerine sohbet ediyoruz.
Depo İstanbul 6 Mayıs 12 Temmuz tarihleri arasında Waseem Ahmad Siddiqui’nin …Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?) isimli kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor.
Waseem Ahmad Siddiqui Lahor doğumlu, İstanbul'da yaşıyor. İlgi alanları arasında yer değiştirme, mekansal hikâye anlatımı ve sınırlarla ilişkili otobiyografik metodolojiler yer alıyor.
Siddiqui, aynı zamanda Apaçık Radyo'nun kalıcılık ve geçicilik, içerme ve dışlama, kamusal ve özel, misafir ve ev sahibi gibi kavramlara mültecilik perspektifinden yaklaşan programı Hüsnükabul'ün programcılarından.
Depo İstanbul’da Waseem’le buluşuyor ve …Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?) sergisiyle ilgili sohbet ediyoruz.

Waseem Ahmad Siddiqui, Aile Arşivi, Dada (دادا ) Rahmatullah Khan, Şalimar Bahçesi / Family Archive, Dada (دادا ) Rahmatullah Khan, Shalimar Garden, 1953.
Waseem Ahmad Siddiqui, Depo İstanbul’da, anlatıyor:
Bu ilk yazıdan başlayalım, orada şu var: “…Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?) tek bir başlık ama daha çok “...Şimdi!” üzerinde durmaya çalışıyor. Bu serginin meselesi de biraz o, biraz zamana ilişkin ama içerikle ilgili bir meselesi de var. Bitmeyen bir içerik meselesi…
Az önce beyefendinin [bir sergi ziyaretçisi] dediği gibi, çok hızlı bir anlatı var. Bir garip! Yetişmeye çalışıyorum. Beklemiyorum artık, öyle bir hal. O zamanın yarattığı, o şimdiki zamanın yarattığı bir tür -orada yazıyor aslında- kaygı ve ölçek sorunu var.
Bu kaygı aslında bana ait değil. Bu kaygı esas Walter Benjamin'e ait. Walter Benjamin, biliyorsun, sürgündü, Almanya'dan kaçmıştı Nazi döneminde ve İspanya-Pórtbou sınırında intihar etmişti.
Almanca jetztzeit deniliyor, şimdi-zaman. “Şimdinin zamanı” yazmış ama “şimdi-zaman” aslında tam. Öyle anlatıyor, onun için de böyle bir kaygıydı zaman.
Benim için de, bir tür böyle bir şey, mekansal bir disiplinden, mimarlıktan geliyorum ben de. Ama mekanın, hepimizin malumu, çok şiddet ürettiğini biliyoruz. Ve o şiddet sadece iktidarın değil. En yakında dost da şiddet üretebiliyor farkında olmadan. Yani… O önyargı, biraz da sömürge-sonrasının etkileri. Önyargılar ve saygısızlık gibi şeyler, çok sıradan kelimeler ama çok etki dolu kelimeler.
Bunları zaman üzerinden düşünmeye başlamıştım. Benjamin için de sanırım öyle bir durum söz konusu. Bunu -yine ben söylemiyorum- Hannah Arendt söylüyor son konuşmasında.
İ.M: Neyi söylüyor tam?
W.A.S: Hannah Arendt için Benjamin’in ölümü bir hayal kırıklığıydı; Benjamin'in ifadesizlik ve aktaramama hali… Şunu diyordu Arendt: Çok sıradan bir cümleyle, destek isteyebilirdi, destek istemedi.
Youtube’ta bulunabilir Hannah Arendt’in son konuşması. Yani… Destek isteyebilirdi, destek istemedi. Bütün bunlarla böyle mücadele ediyordu, zamanla mücadele ediyordu. Aslında kaçmaya çalışıyordu Nazi döneminden: “Artık yapamıyorum.”
Burada bir video var, çalışmıyor ama. Derrida ve Benjamin.
Benjamin'in de videosu var burada. Benjamin en son yürüyordu, İspanya-Fransa sınırında. Fakat kaçamadı, yakalandı ve geri gönderildi. Ve en son, orada trajik bir şey yaşadı, o yükünü kaldıramadı. “Artık olmuyor”. Şimdiki zamanın tam olarak patladığı yer onun için. Parladığı yer ve patladığı bir yer var. Galiba o son an, onun için patladığı yer. Bir tür “artık yapamıyorum” hali.
İ. M: Waseem şimdi biraz baştan alalım. “Evinizde kalabilir miyim?” başlığının aslında anekdotik bir önemi de var. Bu senin sürdürdüğün bir deneme serisinin de başlığıydı. Evinizde kalabilir miyim? Manifold’ta uzun süre devam etti.
W. A. S: Evet.
İ. M: Ediyor mu hala?
W. A. S: Ediyor, ediyor.
İ. M: Bir yandan, Hüsnükabul programı da başlığı itibariyle çok benzer bir alanı tanımlıyor gibi. Bunları biraz konuşalım. Şöyle başlamak istiyorum ben -seni biraz sıkacağım şimdi- ben şöyle bir radyocu moduna geçeyim.
W. A. S: Tamam.
İ. M: İster istemez, böyle bir çerçeveleme gerekiyor. Şimdi, bu senin ilk solo sergin. Seninle, sergilemeyi üstlenmiş Waseem olarak konuşmak istiyorum şu anda. Solo sergiye nasıl geldin? Gelene kadar neler oldu?
W. A. S: Ya, çok çok acayip. İnanılmaz bir soru. Ben de çok takip edemiyorum fakat şöyle söyleyebilirim, bu sergi bir tür kendimi de test etme hali oldu, bir deneme olarak nitelendiriyorum. Marina Papazyan bana yoldaşlık etti bu süreçte Depo’da. Dün Amerika'ya gitti, vedalaştık. Onun sayesinde bu işin üzerine gittim.
Evet, Manifold’a yazıyorum. “Evinizde kalabilir miyim?” sorusu ilk aklıma geldiğinde aslında tezimi yazıyordum. Onun başlığı buydu aslında: “Bir teklif: Evinizde kalabilir miyim?” Duyguyla ilişkisi vardı. Bu çok kişisel bir soru olarak duruyordu. Aradan bir zaman geçti, 5-6 sene. Ve ben hala bu soruyla ilgili düşünüyorum sürekli. Hâlâ soruyorum bu soruyu. Fakat az önce söylediğim, anlattığım bu içerik meselesine ilişkin bu bir yandan… Rasyonalite işte, zihnimizde sürekli sorgulayan bir zihin var. Sorguluyor. Çünkü artık o kadar çok şeye tanık oluyoruz ki sorgulamaya başlıyoruz.
Dolayısıyla, bunu bir ilk deneme olarak görüyorum ama hâlâ bazı soru işaretlerim var. Bu soruyla [“Evinizde kalabilir miyim?”] ilgili bazı soru işaretlerim var. Bunu tam olarak içerik meselesi olarak görüyorum.
İ. M: İçerik derken, yani içeriksiz kalma kaygısı mı var? Vakumlanma kaygısı mı var? Boşluk kaygısı mı?
W. A. S: 18 senedir Türkiye'deyim. İlk 2005 yılında gelmiştim. Pakistan'da o zamanlar, o dönemler asker karşıtı bir eylem vardı ve dedem çok aktifti. Bizi de götürürdü. Annem çok kızardı dedeme. Çocuklarımı niye dışarıda böyle bir yere, sokağa götürürsün diye. Tam o dönemlerde Lahor’u, doğduğum yeri, şehri bıraktım ve buraya geldim.
Bu 18 senenin bir tür şeyi de var… Yani. Nasıl anlatabilirim ki?
İ. M: O dönemki anti-militarist eylemlerden sonra çıktınız, öyle mi?
W. A. S: Evet, tam olarak o bir sebep oldu. Hindistan-Pakistan arasındaki bir türlü bitmeyen bir kargaşa devam ediyor. Ama arada kalan bir Keşmir bölgesi var. O çok konuşulmuyor. İnsanlar bunun bedelini çok ödüyor. Özellikle Pakistan'da, 80 sonrasında, Zülfikar Ali Butto’nun idamından sonra darbeyle gelen Ziyâülhak vardı. Bir tür askeri bir yönetimle geldi. O zamandan beri bir askeri bir yönetim var Pakistan'da. Çok da rahat yaşanamıyor.
Geçen yine radyoda kısaca bahsetmiştim. Sokaklarda, marketlerde, okullarda, her yerde asker görüyorsun. Tuhaf bir güvensizlik. Ne bileyim. Pakistan'da hep savaş alanı gibi bir hal vardır.
İ. M: İki taraf da şimdi mesela zafer ilan ediyor.
W. A. S: Evet, evet. Kutlamalar var. Bundan dolayı başka tür bir meşruiyet kazanılacak. Bu zafer ilan edildikten sonra her iki tarafta da, hem Hindistan'da hem Pakistan'da senelerdir süren iktidarlar yine oy alacak ve yine devam edecekler.
Böyle, tuhaf bir hal var. Hepimizin, özellikle Güney Asya’dan giden, diasporadaki sürgünlerin, göçmenlerin, sığınmacıların, kim olursa olsun onların kaygısı; askerlerin yaşadığı paranoyadan çok başka bir kaygı.
İ. M: Nasıl bir kaygı? Hoş zaten, bu sergi bunu anlatıyor.
W. A. S: Evet, herhalde. Anlatmaya çalışıyor. Burada bir şey daha söylemek isterim. Bu kaygı, kişisel bir yerde bitmiyor. Burada yaşadığım, çocukluğumu yaşadığım bir zamanım var Türkiye'de. 18 senedir doğduğum yerden uzağım. O yüzden doğal olarak, burada eğitim aldım ve buradaki meselelerle de karşılaşmaya başladım.
“Ah, demek ki burada da çok başka şeyler yaşanıyor”, işte bir şeyler oluyor: Hatırlıyorum, yakın dostlarım Kürt meselesinden bahsederdi, yine yakın dostlarım Ermeni meselesinden bahsederdi, yine yakın dostlarım başörtülü kadınlar, arkadaşlarım kendi zorluklarından bahsederdi. Yani… İçerik meselesi de galiba böyle bir şey: konumlandırmama hali. Son sözü söyleyememe hali. Hep bir soru işaretiyle biniyor. Bu sergi de biraz bu soru işaretleriyle dolu.
Burada kurduğum yakınlıklarda, artık ilişki diyemiyorum, yakınlıklar diyorum, o yakınlıklarda dinledim, deneyimledim ve burada zaman zaman geçirdim. Zaman zaman arkadaşımın annesi için hastanede kaldım, işte cenazelere gidiyorum, düğünlere gidiyorum. Zaman zaman sokaklara çıkıyorum. Olağanüstü, başka bir şey de var. Yani sadece bıraktığım evin kaygısı değil, buraya ait de birçok şey var.
O yüzden, “Evinizde kalabilir miyim?” derken… Artık burası evden daha fazlası ve onu dengede tutmakta zorlanıyorum. Uzaktan Pakistan’la, doğduğum yerle ilgili olup bitenleri dinliyorum ya da zaman zaman annemle konuşuyorum. Annem “elektrik yok” diyor, “su gelmiyor, doğal gaz yok” diyor. Ya da kardeşimle ilgili bir kaygı taşıyor. Ya da “hastayım” diyor, “iyi değilim, iyi hissetmiyorum” diyor ya da birinin ölümünü anlatıyor. İşte babam, ben buradayken orada vefat etti.
Ama ben onları buradan dinliyorum ve çok bir şey yapamıyorum her iki tarafta da. Aslında annem de pek bir şey yapamıyor ama tek bir sorusu var: “Ne zaman döneceksin?” ya da “Hep birlikte ne zaman yaşayacağız?”
Bunları yaşarken eşzamanlı olarak, Benjamin'in de o şimdi-zamanda tanık olduğu bir şeyler yaşıyorsun. Bölünmüş iki yer var, iki mekan. Yine bir hayalet gibi. Ayaklarımı yere basamıyorum. Bazen öyle bir hisse de kapılıyorum ama burada da başka meseleler var. O yüzden bir türlü ifade edememe halim var.
Ama insan herhalde güvende hissetmek istiyor. Evde hissetmek istiyor. Şunu söylemek istiyor: Artık ne olur, bu önyargılardan vazgeçin çünkü burada ben de tam da senin gibi -belki de senden daha fazla- burayı dert ediniyorum. Ama orada maalesef bir şey var, zaman tanımama hali var. Sanki her seferinde yeniden başlıyor her şey. Bunu Homi Bhabha, postkolonyal bir yazar ve düşünür, orada (sergide) bir kesiti de var. O çok bahsediyor. Her seferinde sanki sürekli olarak yeniden başlayan bir şey, bir çaba var. Akıntıya karşı kulaç atma gibi bir hal aslında.
İ. M: “…Şimdi! (Evinizde kalabilir miyim?)” zamanın inceliklerine, yerinden edilmeye ve bu iki olgunun tekrar eden süreksizliklerinde umudun rolüne odaklanan bir sergi.
Waseem Ahmad Siddiqui’nin bir deneme olarak da nitelendirdiği sergisi, ziyaretçisiyle samimi bir karşılaşma ve bir birliktelik arayışından yola çıkıyor. Yerinden edilme kaygısı yalnızca mekanı mı ilgilendirir yoksa aynı zamanda bir
Waseem Ahmad Siddiqui’nin bir deneme olarak da nitelendirdiği sergisi, ziyaretçisiyle samimi bir karşılaşma ve bir birliktelik arayışından yola çıkıyor. Yerinden edilme kaygısı yalnızca mekanı mı ilgilendirir yoksa aynı zamanda bir ölçek sorunu mudur? Bu kaygı evinde olmayanların kişisel deneyimleri üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir? Waseem Ahmad Siddiqui, ağırlıkla ses kayıtları, metin ve çizimlerden oluşan bu sergide, öncelikle kendi hafızasından başlayarak Walter Benjamin’in jetztzeitını, şimdi-zamanını ele alıyor.
Siddiqui, bu denemesinde yer değiştirmeye sadece mekansal değil, aynı zamanda zamansal bir kesinti olarak yaklaşırken, belirsizlik karşısında bir tür direnç kaynağı olarak gördüğü, hayal kırıklığına uğramış umudu çeşitli malzeme ve ölçeklerde araştırıyor.
O zaman şöyle sorayım: “Zamanın yükü orada duruyor.” dedin. Burada, Türkçesinde benim ilgimi çeken hayal kırıklığına uğramış umut diye karşıladığınız, İngilizce metinde disappointed hope olarak karşılanan bir mesele var. İngilizcesinden daha çok şey anladığımı söylemem lazım. Çünkü sanki, şey gibi, yerini bulmamış bir umut. Sanki, dünyada mütekabiliyeti olmayan bir umudu anlatıyor gibi. Evet. Geleceğe ilişkin ve projektif ama şimdiki zamanla sınandığında, belki, yerine gelmemiş?
W. A. S: O yüzden aslında disappointed hope'un hemen ardında, orada da bir soru işareti var: “Hayal kırıklığına uğramış umut” mu?, “Hayal kırıklığına” uğradık mı? Bu belirsiz bir yanıt aslında, “evinizde kalabilir miyim?” dediğimde. Daha henüz vakti gelmedi belki de.
O zaman Benjamin'in yaşadığı kaygı, şimdi-zamanda olan, orada duran kaygı, bence çok ciddiye anlaması gereken bir kaygı. Bu soru, iktidardan beklenen bir şey değil. Tam olarak etrafımızda kurduğumuz yakınlıklardan ve dostluklara hitaben bir soru. Onlara dair bile hayal kırıklığına uğramış umut… Yine iktidara değil. Etrafımızdaki insanlarla paylaşmaya çalışıyorum aslında.
Çok acayip bir şey var. Sürekli şunu hissettim son zamanlarda, dinliyorum aslında, çoğu zaman dinliyorum. Konuşma fırsatım pek olmadı. çok dinleyen birisi oldum. Dinlemek de bir yandan bana hep öğretici geliyor. Hep dinliyorum. Fakat şeyi fark ettim, konuştuğum da karşımdaki çok tolere edemedi. Bunu fark ettim biraz. Biraz da buna şaşıyorum. Ya ben seni dinliyorum, senin ailenin yaşadığı sorunları dinliyorum, senin burada yaşadığın kimlik meselelerini dinliyorum, senin bütün o çevresel sorunları da dinliyorum -ki o bence hakikaten bir tür evrensel bir dert, aslında hepimizin de dert edindiği bir mesele olmalı- ama sen beni dinliyor musun?
Böyle bir soru soruyorum. Sessiz soruyorum, daha sesli soramadım ama. Biraz da öyle bir şey. Çok az bir zaman istiyorum karşılıklı en azından konuşmak için. Konuşmak ve dinlemek için. Acaba serginin başlığını da mı değiştirsek diye de düşündüm. En temel meseleyi “Konuşabilir miyiz?” meselesi olarak görüyorum. En temeli ihtiyaç o galiba. Sonradan, hak temelli olan neyse ona döndüm ama hak temelliliğe gelmeden, konuşabilme ihtimallerini aramaktan sorumluyuz gibi geliyor.
İ. M: O zaman az evvel söylediklerinden yola çıkarak şunu söyleyebilir miyiz? Yani burada karşılaşılan -ne demek lazım, işler diyeceğim en basit tabirle- işler, o konuşma anlarını tesis etmek için kolaylaştırıcı ve aracı olarak görülebilir mi?
Aslında bir izleyicinin sanat yapıtı ile kurduğu temel ilişkiyi düşünüyorum da. Orada oluşturmak gereken dikkat anı. Belki, günlük hayatımızda senin daha az evvel eksikliğini çektiğini düşündüğün karşılıklılığın eksikliğini telafi edecek bir kurulum var burada. Biraz sergiyi anlatsana. Neler oluyor burada?
(Serginin bu arada seslerini duymaya devam ediyoruz arkadan, bir yandan stüdyoda yapmayalım istedim bu kaydı, çünkü serginin içinde olmak, seni de beni değiştireceği için. Ama öte yandan arkadaki sesleri çok da kısmadık, bunların, bir yandan söylenmelerin, onların devam ediyor olması bence iyi bir zihinsel manzara da çiziyor aslında. Telaffuz edilen cümleler ve sorular biraz havada belki.)
W. A. S: Havada kaldılar evet (gülüyor).
İ. M: Anlaşılamayan sesler duyabiliyor dinleyici şu anda. Bizi affetsinler. Zaten şu dakikaya kadar bizi dinlemeye devam ettilerse artık onlara serginin ne olduğunu anlatalım.
W. A. S: Evet, lütfen. Sergi şöyle başlıyor. Girdiğimizde sol taraftan, bir süredir yazdığım, -saklayarak yazdığım- böyle küçük küçük metinler var. Şiir de tam olarak diyemiyorum ama şiirvari, küçük küçük metinler. Yine aynı sol duvarda, yukarıda ailemin bazı fotoğrafları var ama bu fotoğraflar sadece dijital olarak vardı bende. Şey olarak koyamadım, ne diyorlar? Analog mu diyorlar? Ya da negatif fotoğrafları elimde olmadığı için koyamadım. 12 fotoğraf var burada. Yine devam ediyoruz, sol tarafta bir ses kaydım var duvarın arkasında. O da aslında bir tür anlatı. Aslında o anlatıyı artık kurgusal olarak da görüyorum. Çünkü anlatının da yansıttığı bir şey var. Gerçek dışı, gerçek olmayan bir şey var orada. Çünkü hatırlamak çok zor. Anlatının gerçekliğini aktarmak aslında çok zor. Dolayısıyla bu arkada seslendiğim anlatı, o yarı gerçeklerle, saklandığım yerlerle dile getirdiğim ve hala yazmaya çalıştığım bir anlatı. Hem gerçekliğini yansıtıyor hem değil.
Sonra hemen karşı duvarda bazı çizimler var. O çizimler... Zarina Hashmi’nin. Hashmi Hintli bir sanatçı ama Pakistan doğumlu. 2018'de onun çizimleriyle, çalışmalarıyla tanıştım. Ve bir tür onunla diyalog bu çizimler.
İ. M: Onun eserlerinden, eserinden ilhamla.
W. A. S: Evet, ilhamla. Onun kullandığı malzemeler tabii çok daha farklı, çok daha somut ve çok profesyonel bir şekilde kullanılıyor. Benim burada kullandığım malzemelerde bir kara kalem var, yaldız mürekkep var ve A4 kağıtlar var. Çizimler tek tek, bazı şehirlerin haritaları, o şehirlerde yaşadığım yerler, odalar, evler var. Bir de mesafe var. Ne kadar uzaktayım diye bir mesafe çizimi var. Aslında çizimlerin hemen altında Urduca yazdığım şeyler var. Az da olsa bir ipucu versin diye o çizim hakkında. Yine sezgiyle ben o kelimeleri yazmış oldum.
İ. M: Ama Urduca, değil mi?
W. A. S: Evet, Urduca Pakistan'da ve Hindistan'da konuşuluyor. Ben de onları o şekilde yazmak istedim. Siyah-beyaz çizimlere adını o şekilde ve içimde yine o sezgiyle vermek zorunda kaldım. Daha -henüz- tanıdık olmayan bir evin parçaları onlar, farklı şehirlerden. Ama yaldızlı olan çizimler, yaldız mürekkepli olan çizimler daha çok benim doğduğum ev ve o doğduğum evin elemanları. İşte çiçekler annemin bahçeyle ilgilendiği zamanları anımsatıyor. Gözyaşı görüyorum damla damla akıyor, yaldız renkli. Avlu var. Annemle en çok avluda çok zaman geçirirdik biz. O terzilik yapardı ve çalışırken ona en çok ben yardımcı olurdum. Hem terzilik zamanlarında hem bahçeyle ilgilenirken de birlikte hep olurduk.
İ. M: Çırak…
W.A. S: Çırak gibi, aynen. Ne bileyim, çiçeklere su verirdim. Annemle birlikte budardık. Bir armut ağacı vardı bizim avluda. O evin girişinin fotoğrafı var burada ama o evin şu an neredeyse yarısı yok aslında. Ama annem orada yaşamakta ısrar ediyor. Dışarıdan geçen şey sanıyor, içerisi kimsesiz, kimse yaşamıyor diye düşünüyor. Ama annem ve kardeşim orada hâlâ, o evde yaşıyorlar.
İ. M: Evin yarısı neden yok?
W. A. S: Zamanla yıprandı. Tabii deprem de yaşandı Lahor'da. Onun da etkisi var. Ve o haliyle duruyor ev. Henüz biz de herhangi bir adım atamadık abimle birlikte. En çok ikimiz düşünüyoruz ne yapacağız bu eve diye çünkü kaygılıyız. Çünkü orada çatı her an düşebilir gibi. Öyle... Çizimler bu şekilde.
Sonra yine sağ tarafta, duvarın arkasında bir ses kaydı var. Orada biraz daha şey, ne diyorlar, alegorik ve somut olmayan bir anlatı var. Nesiller ve valizle ilgili, bagajla ilgili. Aslında o nesillerin yükü, her yer değiştirdiğinde yükün ne kadar ağır olduğunu anlatıyorum. Dolayısıyla, çözümü söylüyorum, “o zaman hiçbir şey almamak, çıplak bedenle devam etmek”.
Şeyi fark ediyorum aslında, Türkiye'de 18 senedir, uzun bir zamandır buradayım ama herhangi bir nesne biriktirmemişim. Bırakmak zorunda kaldım her taşındığımda, bir yerden başka bir yere gittiğimde. Bir yerden sonra artık tamamen bırakmak durumundaydım. Çünkü onu zaten fiziksel olarak da kaldıramıyordum. Bir anda da artık kopuş gibi, böyle… Umursamamak değil zaten hiç öyle biri olamadım. Hâlâ çok üzülüyorum her bir eşyayı bıraktığımda ama... Bir tür zorunluluk, yani hızlanmam gerekiyor. Yetişmem gerekiyor. Öyle bir tuhaf bir koşuşturma hali var.
Oradaki anlatıda da biraz onunla ilgili anlatım ve hafızamda çok kalıcı olan bir şey var: Bir kere yine Türkiye'de, İstanbul'daydım. Burada bir ilçede yaşıyordum. Çok iyi koşullarda yaşamıyordum ve evden ayrılmam gerekiyordu artık çünkü çalıştığım yerden ayrılmıştım ve aynı gün çıkmam gerekiyordu. Oradaki patron da bana herhangi bir şeyle ilgili zaman tanımamıştı. Hemen çıkmak çok kötü. Bütün valizimi, bütün eşyalarımı böyle hızlı toplamak… Bir an önce çıkmam lazım buradan deyip, hiçbir şey almadığımı hatırlıyorum. Sadece yazdıklarımı, çizimlerimi almıştım. Annemin diktiği bir elbise var. Onu her yere götürüyorum. Onu almıştım. Halbuki çok küçüldü. Küçükken, çocukken annem dikmişti benim için. Sadece onu almıştım ve çıkmıştım.
Bu çok oluyor aslında. İnsan geri dönmek ister ama zaman zaman da öyle bir şekilde dışarı çıkıyorsun ki geri dönüp bakmak bile istemiyorsun. Yani öyle bir nostalji de yok. Tam şey gibi, trendesin ve trenin içinde, böyle geçiyorsun ama arkaya da bakıyorsun bir yandan. Giderken yani sevdiklerini bırakırken. Burada zaman zaman hiçbir şekilde geriye bakmama hali de oldu. Orada da tam bir güvensizlik yatıyor aslında. Bir an önce kurtulmak ve gitmek oradan.
İ. M: Hep bir yandan kurtulmak ve gitmek, bir yandan da böyle iki farklı zamanın arasında kalması ve bir adaptasyon işi, kendini sürekli ayarlama işi ve mesaisi var gibi geliyor bütün bu anlattıklarımdan. Yetişmek değil de zaten daha acele etmek, geride bırakmak, çıkmak bu.
Serginin kendisi de belki... Böyle çok kısa yolla söylemiş gibi olacağım ama eski bir ayrım var ya, zamanla ilişkin, Kairos ve Kronos arasındaki. Sanki burada kronolojiye adapte olma gayreti ve bunun ne kadar olup olmadığına dair boşluklar var.
W. A. S: Bu çok çarpıcı bir şey İlksen söylediğin. Evet, evet. Belki de benim zihnimde kurcaladığım, zamana ait bu içerik meselesi bu ifadeyle ilgili, “Evinizde kalabilir miyim?” sorusunda tam olarak öyle bir şey var. Sanki bu soru, o kronolojik olan kısma oturmaya çalışıyor. Bir düzen arıyor ama o düzen çok da mümkün değil. Her seferinde elimizde kayıyor. Onu çok tutamıyorsun. Biraz öyle bir hali oluyor.
Sadece bir şey daha paylaşmak istiyorum. İlginç bir şey. Mekan ve zaman arasındaki o gerilim de benim hayatımda biraz kişisel bir yerde duruyor. Mekanın ve mekansal olanın gerçekliğini tabii ki inkar edemeyiz. Şu an yaşanan tahribatları, çevresel tahribatlar hiçbir şekilde inkar edemeyiz.
Fakat ben bu mekanın ideolojisinden biraz rahatsız oluyorum. O mekan artık tam bir beden işleyişi sürdüğünden. Çünkü hiç birimiz, o molozun altında kalmak istemeyiz. Bence beden de böyle bir şey, içimizdeki kemikler böyle bir şey. Sadece bizim bedenimize ihtiyacımız yok aslında. Birinin bedene ihtiyacı yok. Mekana da ihtiyacımız yok. Bunu ben çok progresif olduğunu düşünüyorum. Yani progresif deyince şey anlamında değil, herhangi bir böyle seküler şey anlamında değil. Yani ileriyi düşünen bir şey olarak görüyorum ve zaman içinde yaşadığımız etki ve tesirleri inkar eden bir şey olarak görüyorum.
Sanki bizim de her sabah uyandığımızda kendimizi bir silkeleyip… Hakikaten evet kaldıramıyoruz yaşananları ama görmezden de gelemeyiz. Beden ve mekanın yaratıcılığı… Hakikaten yaratıcılık bir yerde duruyor, hem düşünsel olarak hem de eylem olarak. Fakat zamanda belki ilk olan, eski, ilkel olan bir şey var. Saydığım insanların, işte Walter Benjamin, Derrida, ama en başında Edward Said, Gayatri Chakravorty Spivak ve Homi K. Bhabha. Onlar çok sıradan bir dille şundan bahsediyorlar: Örneğin saygısızlıktan bahsediyorlar. Çünkü o kolay kolay unutulmuyor, saygısızlık öyle bir şey. O mekandan kurtulmak istersin ve geri dönemezsin. Geri dönmek istemezsin ona. Mekan o yüzden hep büyüleyici bir yer ve yaratıcılığa bir yer vardır bedende aynı şekilde. Özellikle çıplak beden. Galiba Çepkopeli’nin örtüsünde ve mekânın da ötesinde, yeri görünmeyen bir gizem var, görünmeyen başka bir şey daha. Onu Gayatri Chakravorty Spivak anlatıyor. İstemek ve ihtiyaç duymak üzerine düşündürüyor bizi. Diyor ki, bu iki sözcük; istemek ve ihtiyaç, aslında arzuya dair kelimelerdir ve bu bizi aslında başka tür insanlar yapmalı.
O yüzden, benim biraz kişisel olarak gergin olduğum ve biraz öfke hali de var mekanla ilişkili bir şey düşünürken. Ve şimdi de o yüzden, hala çok gergin buluyorum mekanla ilgili bir şey söylemeyi. Özellikle bizim mimarlık camiasında. O ilerleyici, sürekli ileriye doğru ve geleceğe doğru düşünen insanların galiba fark edemediği ya da görmek bile istemediği yer var: O da zamanın etkisi. Zamanı geldiğince şunu diyorlar çoğu zaman: Şuna geç, buna geç… Geç geç hadi geç.