"Doğaya zarar vermek, kendimize zarar vermekle eşdeğer"

-
Aa
+
a
a
a

İklim Kuşağı Konuşuyor'da Atlas Sarrafoğlu, iklim krizinin etkilerine ve sebeplerine değinirken, dünyadan ve ülkemizden iklim ve ekoloji haberlerini iletiyor.

""
"Doğaya zarar vermek, kendimize zarar vermekle eşdeğer"
 

"Doğaya zarar vermek, kendimize zarar vermekle eşdeğer"

podcast servisi: iTunes / RSS

İklim Kuşağı Konuşuyor programına hoşgeldiniz. 12 yaşından bu yana bir iklim aktivisti olarak yaşadığımız iklim krizinden, etkilerinden, sebeplerinden bahsediyor; seçtiğim haberleri sunuyor, gündemi iletmeye çalışıyorum. 

Bu sene Budapeşte’ye geldim ve burada Medya ve İletişim bölümünde eğitimime devam ediyorum. Bu yüzden programımda size buradaki yerel gelişmeleri de aktarmak istiyorum. İşte onlardan biri, tam anlamıyla sokakları dolduran bir eylem;

Geçtiğimiz haftalarda Budapeşte sokakları griye boyandı — kelimenin tam anlamıyla! binlerce Macar protestocu, Başbakan Viktor Orbán’ın LGBT+ haklarına ve çeşitliliğe karşı attığı adımları tiye almak için gri kıyafetlerle sokaklara döküldü. Bu yaratıcı eylem, ülkenin gittikçe sertleşen politikalarına karşı bir mizah ve direniş buluşmasıydı.

Viktor Orbán ve sağ popülist partisi Fidesz, çok tartışmalı bir anayasa değişikliğini oylamaya sundu. İnsan hakları savunucularına göre bu değişiklik, hükümetin ifade özgürlüğüne, farklı kimliklere ve temel haklara yönelik baskıcı politikalarının yeni bir zirvesi.

Yeni düzenleme, yalnızca iki cinsiyetin varlığını tanıyor — bu da, başka cinsiyet kimliklerinin tamamen yok sayılması anlamına geliyor. Aynı zamanda geçtiğimiz haftalarda getirilen Onur Yürüyüşü yasağını anayasal hale getiriyor. Dahası var: Yetkililerin yüz tanıma teknolojisi kullanarak Pride katılımcılarını tespit etmesi ve para cezası kesmesinin önü açılıyor. Evet, bayağı Black Mirror gibi.

Viktor Orbán, bu adımları 'çocukları korumak' için attığını söylüyor ama Uluslararası Af Örgütü bu açıklamalara pek de ikna olmamış görünüyor. Örgüt, bu yasayı LGBT+ bireyleri hedef alan ayrımcı ve sistematik baskıların son halkası olarak tanımlıyor.

Budapeşte’de sokaklar griye dönerken, bir başka haber ise bize çok daha umut verici bir şeyi; yalnız olmadığımızı gösteriyor.

Yeni bir araştırmaya göre, dünya genelinde insanların %89’u iklim krizine karşı çok daha güçlü adımlar atılmasını istiyor. Evet, neredeyse herkes! Ama ilginç bir şekilde çoğu insan, bu görüşte olanların azınlık olduğunu sanıyor. Bu yüzden de çoğu sessiz kalıyor — buna 'sessizlik sarmalı' deniyor. Kısacası hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz ama birbirimizin farkında değiliz.

Uzmanlara göre, bu algı farkını ortadan kaldırmak büyük bir 'sosyal kırılma noktası' yaratabilir ve liderleri nihayet harekete geçmeye zorlayabilir. İngiltere merkezli Climate Barometer araştırma grubundan Dr. Niall McLoughlin, “Bu algı boşluğunu ortadan kaldırmak, kamuoyunda büyük bir iklim dönüşümünü tetikleyebilir,” diyor.

Araştırma, 125 ülkede 130 bin kişiyle yapılmış ve katılanların %89’u, kendi hükümetlerinin küresel ısıtmaya karşı daha fazlasını yapması gerektiğini düşünüyor. Ayrıca insanların üçte ikisi, gelirlerinin %1’ini iklim kriziyle mücadeleye bağışlamaya hazır. Ama ilginç bir nokta var: Oysa katılımcılar, diğer insanların bunu yapmaya istekli olmadığını — yani sadece %43’ünün böyle düşüneceğini — sanıyor.

Yani herkes hazır ama kimse birbirine güvenmiyor. Gerçekten ironik, değil mi?

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programından Cassie Flynn, “İnsanlar derin bir şekilde farkında — artık bir iklim acil durumunun içindeyiz. Liderlerden cesur olmalarını bekliyorlar çünkü bu krizi her gün yaşıyorlar. Dünya liderleri bu verileri görüp artık adım atmalı," diyor.

Bir sonraki haberim doğanın artık sadece sinyal vermediğini, acil durum sirenlerinin çaldığını açıkça gösteriyor.

Aon’un yayınladığı 2025 Küresel Doğal Afetler Raporu’na göre, yılın sadece ilk üç ayında yaşanan doğal afetlerin yol açtığı ekonomik kayıp 83 milyar dolara ulaştı. Geçen yılın aynı dönemine göre tam %54 artış! 21. yüzyılın ilk çeyrek ortalamasıysa 61 milyar dolardı yani şu anda hem geçmişi, hem de geçen yılı geride bırakan bir yıkımla karşı karşıyayız.

Bu dönemin en büyük zararını Kaliforniya’daki Palisades ve Eaton yangınları verdi: 18 binden fazla bina hasar gördü ya da kül oldu. Bu yangınlar, küresel ölçekte kayıtlara geçen en maliyetli orman yangınları arasına girdi. Bunun yanında ABD'deki şiddetli fırtınalar, Tibet Platosundaki deprem ve Myanmar ile Tayland'ı vuran büyük depremler de milyar dolarlık zararlarla listeye eklendi.

Afetlerin faturasına bakacak olursak; yalnızca ilk çeyrekte doğal afet kaynaklı sigortalı kayıplar 53 milyar doları buldu. Bu, 2011’deki 81 milyar dolarlık Japonya depreminden sonraki en yüksek rakam ve birinci çeyrekler içinde tüm zamanların 2. büyük sigorta kaybı. Üstelik bu kayıpların tamamına yakını ABD’de gerçekleşti.

Rapor ayrıca, 2025’in ilk çeyreğinde 6 binden fazla insanın doğal afetlerde yaşamını yitirdiğini söylüyor. Geçen yıl aynı dönemde bu sayı bin 800’dü. Ölümlerin %88’i Myanmar’daki büyük depremde gerçekleşti ve ölü sayısının netleşmesi zaman alacak gibi görünüyor.

Aon Türkiye Eş başkanı Selda Oknas Tanbay, raporu şöyle yorumluyor, “Ekonomik kayıplar büyüyor ama doğru stratejilerle bu riskler daha iyi yönetilebilir. Sigorta penetrasyonunun artması ve veri odaklı çözümler, dirençli toplumlar inşa etmek için elimizdeki en güçlü araçlar.”

Yani mesaj net: İklim krizinin etkileri hem pahalıya hem canımıza mal oluyor ama iyi haber şu ki artık bu dalgaya karşı yüzmek değil, yön vermek mümkün.

Bahsi geçen rapor, dünyamızın faturasını açıkça ortaya koyuyor. Şimdi sırada, bu faturayı kim ödeyecek, nasıl ödeyecek sorularının sorulacağı o büyük zirve var: COP30. Önümüzdeki Kasım ayında Brezilya’nın Belém kentinde gerçekleşecek olan Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi, yani COP30’un başkanı André Aranha Corrêa do Lago, "Zorlu bir mücadele bizi bekliyor," diyerek sürecin en net hali ile ifade etti.

Neden mi zorlayıcı? Çünkü dünya liderleri hâlâ net bir planla ortaya çıkmadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın iklim krizine “aldatmaca” demesi, ülkesini Paris Anlaşmasından çekmesi ve çevre politikalarını geri alması, bu müzakerelere gölge düşürüyor. Üstelik ABD’nin zirveye katılıp katılmayacağı da henüz belli değil.

Dünyanın en büyük ekonomisinin attığı bu adımlar, diğer ülkeler üzerinde de  ortaya çıktı. İşte bu yüzden COP30’un başkanı, toplantının sadece bir belge alışverişi değil, 'çözüm zirvesi' olması gerektiğini söylüyor.

André Aranha Corrêa do Lago’nun gündeminde net başlıklar var: temiz enerjiye geçiş, ormanların korunması, fosil yakıtlardan uzaklaşma. “Anlaşmak yetmez, artık harekete geçmeliyiz,” diyor.

Bir başka gerilim noktası ise iklim finansmanı. Gelişmekte olan ülkeler, yoksul halkların sel, sıcaklık, kuraklık gibi yıkıcı etkileriyle başa çıkabilmesi için zengin ülkelerin daha fazla kaynak ayırmasını istiyor. Ama bu konuda masadaki fikir ayrılıkları oldukça derin.

Dünyanın en büyük sera gazı yayıcısı Çin ise pozitif bir sinyal gönderiyor ve 'Ekonomik büyümemizi iklim hedefleriyle birlikte planlıyoruz' mesajını veriyor. ABD’nin geri adımlarına rağmen, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping iklim eylemlerini yavaşlatmayacaklarını açıkladı.

Dünyanın en önemli iklim zirvesine giderken tablo biraz dağınık, ama mücadele sürüyor. Bu zirvenin sonucunda, gezegenin geleceği için net adımlar görebilecek miyiz? Biz de takipte olacağız.

Tüm bu haberlere baktığımda sadece iklim krizinden değil, onun köklerinden bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü artık şunu net bir şekilde sormamız gerekiyor:

Adalet nedir, gerçekten? Ve emperyalizmin, sömürünün, çevresel adaletsizliğin ötesinde iklim adaleti neye benzemeli? Bakın, her yerde yangınlar çıkıyor, seller artıyor, insanlar evlerini, hayatlarını kaybediyor. Ama bu sadece 'doğal afetler'in hikâyesi değil. Bu, yüzyıllardır süren bir sistemin hikâyesi. Büyük devletlerin zenginleşmek için doğayı, insanları, kültürleri sömürmesi… Toprakların madencilik uğruna delik deşik edilmesi… Nehirlere beton dökülmesi, ormanların şirketlerin kârı için yakılması…

Ve sonra da gelip bize, 'yeşil ekonomiyle' her şeyin düzeleceğini söylemeleri. Ama biz biliyoruz: Bu sistemin sürdürülebilir hali yok.

Peki ne yapmalıyız?

Adaleti sadece zarar görenlere “tazminat ödemek” olarak görmeyi bırakmalıyız. Adalet, geçmişin hatalarını “telafi” etmekle sınırlı değil. Adalet, kökten bir dönüşüm anlamına geliyor.

Adalet, yerli halkları dinlemek, hiçbir topluluğu gözden çıkarılabilir görmemek, çevre politikalarını yalnızca karbon salımı üzerinden değil, hayatın her alanına dokunacak şekilde yeniden kurmaktır.

Ve evet, bu zor bir mücadele. Çünkü bu sadece çevreyle ilgili değil — güçle ilgili.

Kimlerin sözü geçiyor? Kimlerin hayatı korunuyor? Kimlerin yaşamı feda ediliyor?

Biz gençler kaynakları sömürmek yerine, doğayla yeniden bağ kurduğumuz bir gelecek, şirketlerin değil, halkların karar verdiği bir düzen, temiz enerjiyi sadece zengin ülkeler için değil, tüm gezegenin hakkı olarak gören bir vizyon hayal ediyoruz.

Çünkü iklim adaleti, teknik bir mesele değil. Bu, insan hakları meselesidir. Ve adalet, sadece sonuçta değil — başlangıçta olmalı. Bugün burada konuşmamız gereken şey tam olarak bu: Nasıl bir dünyayı savunuyoruz? Ve bunu kimler için, kimlerle birlikte kuruyoruz?

Unutmayalım: Gezegenimizi korumak istiyorsak, önce birbirimizi korumayı öğrenmeliyiz.

Ve bu korumanın adı da “adalet”.

Tüm bu krizler yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda ahlaki bir sorun haline geldi. Ve bu krizlerin en ağır yükünü ise genellikle en az sorumluluğu olanlar taşıyor. İşte tam da bu noktada, Pasifik’teki küçük ada ülkeleri, dünyanın geri kalanına sesleniyor. Okyanusun ortasında, her geçen yıl biraz daha sulara gömülen, yaşamları iklim krizinin ön cephesinde geçen topluluklar dünyanın en zengin ülkelerine bir mektup yazdılar.

Diyorlar ki: “Artık karar verme zamanı. Biz defalarca söyledik. Adalarımızın güvenliği, sizin kararlı adımlarınıza bağlı. Peki bu konuda ne yapacaksınız?”

Bakın, bu bir metafor değil. Bu ülkeler gerçekten varoluş mücadelesi veriyor. Ve bu çağrıyı sadece kendileri için değil, hepimiz için yapıyorlar.

Zengin ülkeler hâlâ karbon emisyonlarını azaltmak için yeterli plan sunmadı. Yani biz insanlık olarak, 1.5 derece hedefinden değil, 2.8 dereceye doğru ilerliyoruz. Ve bunu çok iyi biliyoruz: 2.8 derece, sadece daha sıcak bir hava demek değil. Bu, ekosistemlerin çöküşü, gıda krizleri, kitlesel göçler, ve geri döndürülmesi mümkün olmayan yıkım anlamına geliyor.

Birleşmiş Milletler, tüm ülkelerden Eylül 2024’e kadar yeni emisyon azaltım planlarını sunmalarını istemişti ama çoğu ülke, Türkiye dahil, planlarını hâlâ açıklamadı.

Ada ülkeleri de diyor ki: "Artık karbon dengeleme değil, gerçek azaltım zamanı. NDC’leriniz net, iddialı ve 1.5 derece hedefiyle uyumlu olsun."

Bu sadece emisyonlarla da sınırlı değil. Zengin ülkeler, 2035’e kadar yoksul ülkelere yılda 1,3 trilyon dolar destek vermeyi taahhüt etmişti. Ama bu paranın nasıl sağlanacağı hâlâ bir sır. Yani bir yanda sözler, diğer yanda batmakta olan adalar var.

Ve bizler bambaşka kıtalarda yaşıyor olabiliriz… Ama eğer bir adanın batmasına göz yumarsak, kendi kıyılarımızda da güvenlikten söz edemeyiz. Şunu anlamamız gerekiyor: İklim adaleti, sadece karbondioksit meselesi değil. Bu, aynı zamanda güç, eşitlik ve sorumluluk meselesi. Daha az kirleten ama en çok etkilenen ülkeler, dünyaya şu soruyu soruyor: “Bu konuda ne yapacaksınız?”

Ve aslında bu sorunun muhatabı hepimiziz. Yöneticiler, şirketler, bireyler, aktivistler, öğrenciler… Bu gezegende bir gelecek istiyorsak, bu çağrıyı duymamız gerekiyor. Çünkü adaletsizlik, sadece uzak adaları değil, sonunda hepimizi batırır. Ve adalet, bizi hep birlikte yüzeyde tutabilir. Bu yüzden şimdi: dinleme, harekete geçme ve birbirimize omuz verme zamanı.

Ve şimdi de, bu adaletsizlik zincirinin başka bir halkasına bakalım…



Gezegenin dört bir yanına sızan, gözle görünmese de etkisini her hücremizde hissettiren bir kriz: plastik kirliliği.

Dünyanın dört bir yanındaki denizlere, nehirlere, toprağa, soframıza ve hatta beynimize, kanımıza ve plasentalara kadar giren plastik… Birleşmiş Milletler Çevre Programı 5 Haziran 2025 Dünya Çevre Günü temasının Plastik kirliliğini bitirmek olduğunu açıklandı.

Plastik kirliliği, üçlü gezegen krizini — yani iklim krizini, doğa ve biyoçeşitlilik kaybını, kirlilik ve atık krizini — daha da derinleştiriyor. Her yıl yaklaşık 11 milyon ton plastik atık, sucul ekosistemlere sızıyor. Topraklarımız ise tarımda kullanılan plastikler, kanalizasyon ve çöplükler yoluyla mikroplastiklerle dolup taşıyor. Ve bu kirliliğin yıllık sosyal ve çevresel maliyeti ne kadar biliyor musunuz? 300 ila 600 milyar dolar arasında. Milyar dolardan bahsediyoruz…

Ama işin umut veren kısmı şu ki: Plastik kirliliği, çözümü mümkün olan krizlerden biri.

Çünkü çözümler ortada. Plastik kullanımını reddetmek, azaltmak, yeniden kullanmak, geri dönüştürmek ve tüm sistemi yeniden düşünmek mümkün. Amaç sadece bireysel farkındalık değil. Aynı zamanda sistemsel değişim: Yasalar, üretim biçimleri, uluslararası anlaşmalar…

2022’de ülkeler, küresel bir plastik kirliliği anlaşması yapma sözü vermişlerdi. Bu sadece plastik poşetlerin değil; doğanın, canlıların ve gelecek nesillerin meselesi. Plastik, bir yere gitmiyor. Ama biz yönümüzü değiştirebiliriz. Dünya Çevre Gününü beklememizin bir sebebi daha var. Çevre günü plastik kirliliğine karşı mücadele çağrısıyla devam ederken Plastik meselesinin sadece atıklardan ibaret olmadığını hatırlatmak istiyorum. Bu aynı zamanda doğayla kurduğumuz ilişkinin ne kadar bozulduğunun bir yansıması. Ne kadar tükettik? Ne kadar geri verdik? Ne kadar dönüştürdük? Aslında bu soruların cevabı, her yıl karşımıza çıkan bir başka tarihte gizli: Dünya Limit Aşımı Günü.

Dünya Limit Aşımı Günü, insanlığın o yıl içinde doğanın yenileyebileceğinden daha fazlasını tükettiği tarihi gösteriyor. 2024 yılı için bu tarih 1 Ağustos olmuştu. Yani biz, 12 ay sürecek kaynakları sadece 7 ayda tüketmiş olduk. Kalan 5 ayı ise gelecekten, çocuklarımızın hakkından, gezegenin dengesinden ödünç aldık. Bu belirlenen gün aslında sadece bir tarih değil. Bize yaşam tarzımızın ne kadar sürdürülemez olduğunu gösteren güçlü bir uyarı. Plastik kirliliği, iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı…Hepsi birbirine bağlı. Ve hepsi bu aşırılık kültüründen besleniyor.

Artık çok net görüyoruz ki: Sadece çevreyi değil, yaşamın kendisini tehdit eden bir noktaya geldik. Ama ya tüm bu sistem, yani doğa dediğimiz şey, sadece canlı değilse?

Ya bir de farkındalığı var ise? Bilim insanları artık şu soruyu ciddi şekilde soruyor: "Ya Dünya yalnızca canlı değil, aynı zamanda 'bilinçli' ise?"

Uluslararası Astrobiyoloji Dergisi’nde geçen ay yayımlanan yeni ve oldukça çarpıcı bir makalede, bilim insanları 'gezegensel zekâ' kavramını tartışıyor.

Yani tüm bir gezegenin –içinde yaşayan mantar ağlarından insan toplumlarına kadar– birlikte hareket eden, öğrenebilen, tepki verebilen bir kolektif bilinç sistemine sahip olabileceğini öne sürüyorlar.

Başta bilim kurgu gibi gelse de, bu düşünce aslında bize çok temel bir şeyi hatırlatıyor:

Doğa bir bütün. Ve biz, onun dışından değil, içinden konuşuyoruz.

Yani, doğaya zarar vermek, aslında kendimize zarar vermekle eşdeğer.

Fizikçi Adam Frank öncülüğündeki araştırmacılar, bu farkındalığın iklim krizi gibi küresel tehditleri çözmek için bir pusula olabileceğini söylüyor.

Onlara göre, herhangi bir gelişmiş uygarlığın uzun süre hayatta kalabilmesi için, bir noktada gezegeniyle uyumlu, iş birliğine dayalı bir farkındalık düzeyine ulaşması şart.

Sadece hayatta kalmak değil, gezegeni birlikte yaşatmak hedef olmalı.

Yani mesele sadece teknolojik gelişmelerle sürdürülebilirlik yaratmak değil; aynı zamanda gezegenle birlikte düşünmek, ve belki de bir gün onunla birlikte hissedebilmek.

Asıl büyük değişim, gezegenle ilişkimizi nasıl gördüğümüzde yatıyor. Bir İklim Kuşağı Konuşuyor programının daha sonuna geldik. Bu hafta Nickelback’ten “Edge of A Revolution” ile programı kapatıyorum.

Gelecek hafta Cuma tekrar 14’de görüşene dek, kendinize,sevdiklerinize ve gezegenimize çok iyi bakın.