Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, 150. programını geride bırakırken; yaşam, müdahale ve kırılganlık üçgeninde genel bir çerçeve çizmeye çalışıyor.
İnsanlık artık doğayı yalnızca gözlemleyen değil; onu değiştiren, dönüştüren, kimi zaman taklit eden ve kimi zaman da tahrip eden bir tür haline geldi. Antroposen olarak adlandırılan bu yeni çağda, doğa üzerindeki insan etkisi o kadar derin ve yaygın ki jeolojik katmanlarda bile izler bırakıyor. Evlerimiz, teknolojimiz, gündelik tüketim biçimlerimiz ve insan eliyle yaratılmış çatışmalar, gezegenin fiziksel ve biyolojik süreçlerine doğrudan müdahale eder hale geldi. Bu müdahalelerin etkisi yalnızca doğada değil, dönüp dolaşıp insan yaşamında da hissediliyor.
İklim krizinin etkileri artık yalnızca kutuplarda buzulların erimesiyle sınırlı değil; fırtına, sel, kuraklık gibi felaketler şehir yaşamının sıradan parçalarına dönüşüyor. Bu nedenle bir ev satın alırken yalnızca konum, büyüklük ya da fiyat değil; yangın, sel ve sıcaklık riski gibi çevresel faktörler de göz önüne alınıyor. Sigorta poliçeleri bu risklere göre düzenleniyor; ev haritaları yangın skorları ve geçmiş afet izleriyle birlikte okunuyor. Ancak bu güvenlik hissi giderek kırılganlaşıyor. Doğa artık evin dışındaki bir tehdit değil, duvarlardan içeri sızan, zemini altımızdan çeken bir gerçeklik.
Bu kırılganlık sadece mekânsal değil, türsel sınırlarımızda da karşımıza çıkıyor. Genetik mühendisliğin ilerlemesiyle birlikte, soyu tükenmiş türlerin geri getirilmesi fikri artık bilimkurgu değil, laboratuvar pratiği haline geliyor. Yakın zamanda, dire wolf (Canis dirus) adlı, yaklaşık 13 bin yıl önce soyu tükenmiş bir türün genetik özelliklerini taşıyan üç yavru kurt dünyaya geldi. Modern gri kurtların DNA’sı üzerinde yapılan düzenlemelerle oluşturulan bu bireyler, ne tam anlamıyla dire wolf, ne de yalnızca gri kurt. Bu durum, Darwinci evrim anlayışını da yeniden düşünmemize neden oluyor. Doğal seçilimle oluşan türler yerine, insan eliyle şekillenen, tasarlanan ve yönlendirilen yeni biyolojik formlarla karşı karşıyayız.
Ancak doğaya yönelik müdahaleler yalnızca laboratuvarlarla sınırlı değil; modern yaşamın sıradan bir parçası olan otomobil lastikleri bile görünmez bir tehlike taşıyor. Lastiklerin aşınmasıyla ortaya çıkan ve 6PPD-quinone olarak bilinen kimyasal madde, özellikle Pasifik Kuzeybatısı’ndaki somon türleri için ölümcül etkiye sahip. Coho somonları, bu maddeye maruz kaldıktan yalnızca birkaç saat içinde ölebiliyor. Daha da çarpıcısı, bu madde insan kanında ve idrarında da tespit edildi. Henüz sağlık üzerindeki uzun vadeli etkileri bilinmese de, bilim insanları bu kimyasalın insan sağlığı açısından potansiyel tehdit oluşturduğunu söylüyor.
Antroposen çağında en yıkıcı müdahalelerden biri ise savaşlarla gerçekleşiyor. Ukrayna’daki savaş bunun somut bir örneği. 2023’te Kakhovka Barajı’nın havaya uçurulması sonucunda milyonlarca ton su ve toksik tortu doğaya salındı, tarım alanları kurudu, akarsuların dengesi bozuldu. Doğal koruma alanları, savaş siperleriyle yarıldı; bu alanların eski haline dönmesi yüz yılı aşabilecek bir süreç. Orman yangınları, döşenmiş mayınlar nedeniyle kontrol altına alınamıyor; sonar ve patlamalar nedeniyle deniz memelileri zarar görüyor. Üstelik savaş bittiğinde bile 210 binden fazla yıkılmış binanın molozunun çevreye vereceği zarar devam edecek.
Ukrayna’da çevreciler bu durumu yeni bir savaş suçu olarak tanımlıyor: ekokırım. Bu terim, doğaya kasıtlı ve geniş çaplı zarar verilmesini tanımlıyor ve uluslararası hukukta yeni bir kategori olarak tartışılıyor.
Dire wolf’u geri getirmek için genetik mühendisliği kullanırken, gerçek türleri savaşla, kimyasalla ya da orman yangınıyla kaybediyoruz. Yeni evler inşa ederken, iklim krizinin yarattığı afetler nedeniyle barınacak güvenli yer bulmak zorlaşıyor. Günlük yaşamın araçları bile — bir lastik parçası gibi — sessizce ekosistemleri zehirliyor.
Artık doğayı sadece korumak değil, onunla birlikte yaşamanın yeni yollarını kurmak zorundayız. Antroposen’de insan yalnızca yaşayan bir tür değil; ekosistemleri yeniden şekillendiren, jeolojik ölçekte iz bırakan bir kuvvet. Bu yüzden esas soru şu:
Yeryüzünü bu kadar değiştirdikten sonra, kendimizi nereye koyacağız?