“2006, hepimizi bekleyen çevre felaketi bakımından bir uyanış yılı oldu aslında. Bu yıl, yani 2007 de umut ve eylem yılı olmalı...”
Açık Radyo Kitapları’nın birincisi olan Acayip Havalar kitabının Türkçe basımının önsözü böyle başlıyordu. (Yazar ve çizeri: Kate Evans)
2007 yılı, küresel iklim felaketinin büyük bir hızla gezegendeki hayatın üstüne çullandığını gösteren olgulara tanık oldu. Ama, aynı zamanda, dünya insanlarının görülmemiş boyutlarda harekete geçmeye başladıklarını gösteren olaylarla da dolup taşıyordu.
Yani, iki ayrı cephede kıyamet kopuyordu: Biri felaket, diğeri mücadele cephesi.
Küresel Isınma ve İklim Krizi adlı kitabın (Ömer Madra/Ümit Şahin, Agora), yakında yayımlanacak olan ikinci baskısının önsözünde, 2007’nin ikinci yarısında bu iki cephedeki son gelişmeler şöyle özetleniyordu.1
Tehdit cephesinde:
Konya ovasında yeraltı sularının azalıp su tablosunun düşmesinden dolayı toprakta devasa kraterler açıldı.
Kuzey Buz Denizi’nde ölçümlerin ilk yapıldığı andan bu yana en müthiş buz erime seviyesine ulaşıldı.
2007’de sel, kuraklık, orman yangınları, fırtına sayısı bakımından büyük bir rekor kırıldı.
ABD ve Britanya’da yeni bir ‘kömür çağı’na girilmekte olduğu, bunun da büyük felaketin habercisi olduğu söylendi.
Küresel ekonomik büyüme sonucu atmosferdeki sera gazı seviyelerinin beklenenden daha yüksek çıktığı ve bunun bizi tehlike sınırına beklenenden daha önce sokacağı tespit edildi.
Denizcilik kahramanı Amiral Nelson’un gemisinin tahtalarından yapılmış tabutlar ve bir de, elmaslarla süslü altın saplı tavalar Londra’da süpermarketlerde satışa çıkarıldı, İstanbul’da bir Alman elektronik eşya marketinde indirimli plazma tv satışında izdiham oldu, yağmacılık olayları görüldü, Çin’de yemeklik yağda indirimli satış yapan Fransız hipermarketinde yaşanan izdihamda 3 kişi öldü, 30 kişi yaralandı.
Amazon ormanlarının 2030’a kadar ya tamamen yok olacağı ya da ciddi şekilde zarar göreceği belirtildi, dünya tahıl stoklarının kayıtlarının tutulmaya başladığı 30 yıldan bu yana en düşük seviyeye ulaştığı, dünya yiyecek fiyatlarının da sürekli yükselme trendine girdiği bildirildi.
ABD’nin güneydoğusunda ağır kuraklık başladı, okyanuslarda karbon dioksit yükselmesinden dolayı asitlenmenin arttığı, deniz canlılarının üçte birinin tehlikede olduğu rapor edildi.
Fosil yakıtların yerine tüketilen biyoyakıtlardan çıkan azot oksidin küresel ısınma açısından daha da zararlı olduğu ispat edildi.
Dünyada kömür yakıtlı santrallerin kandaki yüksek seviyeli zehirli cıvadan sorumlu olduğu ve bu yüzden sadece ABD’de her yıl 600 bin bebeğin ağır beyin hasarıyla doğmuş olabileceği saptandı. Avustralya’daki kömür yakıtlı termik santrallerin çevresindeki akciğer kanseri oranlarının, ülkenin geri kalanındaki bölgelerden üçte bir oranında daha yüksek olduğu belirlendi. Almanya’da nükleer santrallerin yakınında yaşayan küçük çocukların kan kanseri olma oranının, daha uzakta yaşayan çocuklara göre iki katından fazla olduğu belirlendi. Türkiye’de yerli kömür yakıtlı santrallere 15 yıl alım garantisi veren, nükleer güç santrallerinin kurulması ve işletilmesi kanunu çıkarıldı.
Türkiye’nin sera gazı salımlarını dünyada en hızlı artıran ülkelerden biri olduğu, termik santral salımlarını rekor düzeyde arttırdığı, hava taşımacılığında da muazzam bir artış gösterdiği, yani fosil yakıt bağımlılığını azaltmayıp arttırdığı ortaya çıktı, Başbakan, çevre kuruluşlarına çatarak, “nehirler, denizlere akması için insanlığın emrine verilmedi, insanlığın bunlardan istifade etmesi için verildi” diye kömür ve nükleer yakıtlı termik santralleri savunurken, Çevre Bakanı da Kyoto Protokolü’nü, “Türkiye’nin birtakım özel şartlarının dikkate alınması halinde kabul edilebileceğini” söyleyerek dünyayla pazarlığa girişti.
Dünyada petrol üretiminde artık her yıl yüzde 7 düşüş olacağı ve bunun, huzursuzluk ve savaş getireceği öngörüldü, küresel karbon dioksit artışında yüzde 35 oranında bir artış rapor edildi, dünyada toprakların ve okyanusların karbon salımlarını emme kapasitesinin azalıp sürecin yer yer tersine dönmesi ihtimali belirdiği rapor edildi, küresel ısınmanın yeryüzündeki türlerin yarısını ortadan kaldıracağı hesaplandı.
BM çevre kuruluşu UNEP, insanın mevcut ‘ayak izi’nin kişi başına 22 hektar olduğunu, oysa dünyanın doğal taşıma kapasitesinin kişi başına 16 hektardan az olduğunu saptadı, bugünkü eğilimlerin sürmesi halinde 2025’te 1.8 milyar insanın kurak ve susuz bölgelerde yaşayacağı, dünya nüfusunun üçte ikisinin su sıkıntısıyla başbaşa kalacağı ve bunun esas sebebinin iklim değişikliği olduğu rapor edildi.
Britanya’nın ‘yiyecek milleri’, yani uçakla taşınan yiyeceklerin miktarı bir yılda yüzde 31 arttı; en hızlı büyüyen sera gazı kaynağı olan uçak seyahatlerinin şimdiden tüm emisyonların yüzde 12-13’üne ulaştığı, yolcu sayısının 15 yılda ikiye katlanacağı, 1.300 yeni havalimanı yapılması planlandığı açıklandı.
Antalya’da 30 yılda ağaçlandırılan Belek ormanlarının golf sahaları için kesildiği belgelendi, Kanada’da Alberta eyaletinde de katran kumullarında petrole hücum olanca hızıyla sürdü, bu yarışa BP de katıldı; bunun su tüketimi, çevre tahribatı ve küresel ısınma açısından muhtemelen en büyük “iklim suçu”nu oluşturacağı ileri sürüldü.
Biyoyakıtların insanlığa karşı işlenmekte olan büyük bir suç olduğu ileri sürüldü. Greenpeace, büyük gıda şirketlerinin bugünkü palmiye yağı talebiyle, sadece Endonezya’nın turba alanlarından 14 milyar ton karbonun atmosfere boca edileceğini, sonuçta iklim değişikliğini durdurmanın imkânsız hale geleceğini açıkladı.
Avustralya 1.000 yılın en büyük kuraklığını yaşamaya başladı, Afrika’da çölleşmenin, kıtanın toprak verimliliğini, ekosistem desteklerini ve dolayısıyla hayatiyetini kaybetmesine yol açtığı açıklandı.
Türkiye’de Tuz Gölü’nün 18 yılda yüzde 60 küçüldüğü ve bugünkü koşulların devamı halinde 8 yıl içinde tamamen kuruyacağı öngörüldü.
Küresel ısınma yüzünden dünya ülkelerinin yarısından fazlasının silahlı çatışma, savaş, siyasi istikrarsızlık vb. içine düşeceği tespit edildi.
Irak Savaşı’nda sadece operasyonlarda günde 11 milyon litre petrol tüketildiği ve bunun 140 milyonluk Bangladeş nüfusunun bir günlük toplam tüketimine eşit olduğu hesaplandı.
Kyoto’nun imzalandığı 1997’den sonraki 10 yılın yeryüzünde kayıtlara geçmiş en sıcak 10 yıl olduğu saptandı...
Mücadele cephesinde ise durum şöyleydi:
Bu konuda insanların ilgi ve bilgisinin hızla artmakta olduğuna ilişkin araştırmalar çoğaldı. Beşeri faaliyetlerin küresel ısınma üzerinde önemli etkisi olduğu konusunun, dünyada ortalama yüzde 79 oranında kabul edildiği görüldü. Her 10 kişiden 8’i, felaketin temelinde ticaret, sanayi, ulaşım vb. faaliyetlerinin ve şirketlerin kâr maksimizasyon çabalarının yattığını kabul ediyordu.
BBC tarafından yaptırılan kapsamlı bir araştırmaya göre, milyonlarca insan, iklim değişikliğinin getireceği sorun ve tehditlerle baş etmek üzere kişisel özveride bulunmaya, daha yüksek elektrik faturaları ve karbon vergisi ödemeye razı. Yüzde 83 gibi ezici bir çoğunluk, salımları kısmak için kişisel hayat tarzını değiştirmek gerektiği düşüncesinde.
ABD’de Step It Up adlı şemsiye kuruluşun, Nisan ayında 1.400 noktada aynı anda örgütlediği eylemlerin etkisi hem ABD’de, hem de diğer ülkelerde yankılanmaya devam etti.
Britanya’da Heathrow’da, yeni terminal, pist, yapımı planlarına karşı yürütülen eylemlerde ortaya çıkan disiplin ve katılımcı demokrasi uygulamaları, dünyada yeni bir siyasal hareket doğduğu izlenimi verdi.
Britanya hükümeti, bir yandan uçuşlara prim ve destek sağlamayı sürdürürken, emisyonları 2050’ye kadar yüzde 60 kısma kararını meclisten geçirdi ve dünyanın ilk küresel ısınma yasasını çıkaran ülke oldu. Yine Britanya’da devasa rüzgâr çiftliklerinin kurulması ve 13 yıl içinde tüm evlerin elektriğini sağlaması öngörüldü.
Önde gelen iklim bilimcilerden James Hansen ve ekoloji savaşçılarından Al Gore’un, yeni kömür yakmalı santrallere moratoryum uygulanması için, neredeyse eşzamanlı olarak genç kuşağı sivil itaatsizliğe teşvik etmeleri de önemliydi.
Avustralya’da 50’den fazla şehir ve kasabada toplam 150 bin kişi Isınmaya Karşı Yürüyüş’e katıldı; Greenpeace aktivistleri Munmorah terminalini basıp, duvarlara “kömür öldürür” yazdı, “iklim değişikliği burada başlar” diye bayrak açtı. Bunlar, bir tür tarih yazımı sayılabilirdi. Seçimleri de, Kyoto karşıtı Liberal hükümeti hezimete uğratan İşçi Partisi kazandı ve ilk icraat olarak Kyoto Protokolü’nü onayladı.
Türkiye’de medyanın Kaz Dağları’nda altın aranmasından, Belek’teki orman tahribatına uzanan konuları izlemesi, ağaç katliamını “tescil etmesi”, yöre halkının karşı durması, Yatağan’da kurulması planlanan kömür yakıtlı santralin tanıtım toplantısına bebeği ile katılan bir kadının, çocuğunun geleceği için yeni bir santral istemediğini söylemesi dikkat çekiciydi.
İskandinav ülkelerinde yüzen rüzgâr türbinlerine, Çin’de güneş panellerine yönelinmesi, ABD’de hem Senato’da, hem de Temsilciler Meclisi’nde sera gazlarını 2050’ye kadar yüzde 70 kısmayı, motorlu araçlarda da 2020’ye kadar mil başına 35 galon sınırlamasını öngören kanun taslakları verilmesi, Norveç’in, yağmur ormanlarını korumak için yılda yarım milyar dolar tahsis etmesi umut vericiydi.
Büyük iklim toplantısı Bali’de yapılırken, 8 Aralık’ta dünyanın birçok şehriyle birlikte İstanbul’da da üç kuşaktan insanların yürüyüş yapması, 2.200 kişinin çoluklarının, çocuklarının, kardeşlerinin, torunlarının –ve henüz doğmamış torunlarının ana rahminden minnacık bir el sallayan– fotoğraflarını yollaması, sivil vatandaş cephesinde de yeni birşey olduğunun göstergeleriydi. Sokaktaki insanların kendi gelecekleri için harekete geçmeye başladıklarının, dolayısıyla hükümetlerini de nihayet harekete geçmeye mecbur edeceklerinin küçük, ama önemli göstergeleri...
Peki, hangi noktada ‘konuşlanmış’ durumdayız? Yazar Bill McKibben, sınav salonunun kapısında durduğumuzu söylüyor:
“Görmezden geldiğimiz Kyoto Sözleşmesi birkaç yıl içinde miadını dolduruyor. Bu ay Bali’de yeni bir anlaşmaya varmak için görüşmelere başlandı. Öyle görünüyor ki bu, elmadan alacağımız son ısırık. – bu şansı tepersek herhalde iklim de artık kontrolden çıkmış olacak. (...) Veriler apaçık ortada. Dünya, düşündüğümüzden çok daha ince bir dengeye dayalı, tehlike de düşündüğümüzden çok daha büyük... Bu, medeniyete meydan okuyacak bir gelişme. Her türlü nükleer kışa denk bir ‘karbon yazı’.
Bir tür final sınavı: Siyasi, ekonomik ve manevi sistemlerimizin hepsini sınavdan geçiriyoruz. Ve bu, adil bir sınav: Muğlak, belirsiz, karışık tarafı yok. Kimya ve fizik pazarlık yapmaz. Uzlaşmaya gitmez. Orta yerde buluşma yolunu tutmaz. Ya geçeceğiz, ya çakacağız. 10 yıl sonra, hangi yolu seçtiğimizi açık seçik görmüş olacağız.” 2
“... Şair Antonio Machado’nun sözleriyle: ‘Yolcu, yol yoktur. Yol yürüdükçe yol olur.’ Biz de o yolun en canalıcı ayrımında duruyoruz şimdi. Konuşmamı iki ayrı geleceğe ait iki vizyonla bitirmek istiyorum: Bu iki gelecek arasında bir seçme yapmamız zorunluluğunu da, doğru seçimi hemen şimdi yapma aciliyetini de billur berraklığıyla görebilmemiz için dua ediyorum. ... Gelecek, şu anda kapımıza dayanmış durumda. Yanılmayalım: Önümüzdeki kuşak bize iki soru soracak. Ya ‘niçin harekete geçmediniz?’ diyecek, ya da, şöyle soracak: ‘Bu kadar çok insanın çözülmesi imkânsız dediği bir krizi başarıyla çözecek ahlâki cesareti nereden buldunuz?’
Herhalde siyasi irade hariç, başlamak için gerekli herşeye sahibiz. Ancak siyasi irade de yenilenebilir bir kaynak.
Yenileyelim onu öyleyse ve hep birlikte şunu söyleyelim: ‘Bizim bir amacımız var. Biz çokuz. Bu amaç için ayaklanacak ve eyleme geçeceğiz.’” 3
Evet, finallerde de dönüp dolaşıp gene aynı yere geliyoruz işte: Bu bir seçim meselesi. Ve o seçim tamamen kendi elimizde.
[1] Ömer Madra/Ümit Şahin, Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2007, yakında yayınlanacak 2. baskının önsözünde bu gelişmeler daha ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
[2] Bill McKibben, “You’re Getting Warmer: Ten Years After Kyoto Why So Little Progress?”, The Detroit Metro Times, 8 Aralık 2007
[3] Al Gore, “Nobel Prize Acceptance Speech”, The Huffington Post, 10 Aralık, 2007